25 Aralık 2015 Cuma

MELANKOMİK NOTLAR - 25

Babam belgesellerdeki hayvanlara bile karışıyor. Tek bir kurt tarafından kovalanan yabani keçi sürüsüne “boynuzunuza tüküreyim sizin, dönün de bi tane vurun daa!” dedi.

Eee gürledi gitti koca yıl. Hiç memnun değildim senden 2015, sittir git lütfen. Umutların bol olduğu, barışlı kardeşlikli, full mutluluklu, dertlilere deva, borçlulara eda, amin.

Yolların çapraşıklığı değil de…nem nem!

Bu Honkong esnafı dünyanın geri kalanı annelerinin mesleği hakkında yargıda bulunsun diye yoğun mesai harcıyor! Yalan oldu bizim 24-70.

Farantouri de yalan oldu. Konser sadece özel davetlilereymiş. Biz özel değiliz malum. Bir kez daha dinlemek nasip olur inşallah. Amin.

Büyük ikramiye bana hayatta çıkmaz. Kötümser falan değilim, bilet almıyorum. O kadar haram para bana çıksa ne olacak ki, kim bilir ne acayip çeşit belalara gark olurum. İyi böyle iyi.

Blogun en mümin yazısı bu sanırım. Aminler haramlar falan. Dedem hacıydı benim zaten. Hayırlısı anasını satiim.

Bütün bu şarkılar falan…çok da şeyapmamak lazım.

Ve bütün bu her şey. Nasıl da geçici.

Yaratıcı drama… ismi kulağa ne hoş geliyor. Kendi de öyledir umarım, merakla bekliyorum.

Ben feleğin boş bulunma ihtimalini sevdim.

Cumanız hayrolsun. Nemanız bol olsun.

Kafamda ne idüğü belirsiz bişi çıktı. Doktora göstermedim henüz ne olduğunu bilmiyorum. Kafa tuhaf şeyler üretmekte level atladı, soyuttan somuta geçti!

İstanbul’un en güzel tarafı ne yöne biraz ısrarla gitsen suyu buluyor oluşundur. (Avrupa yakasında iken batıya, Anadolu yakasındayken doğuya gitmek hariç, bu ikisi de olmasa ada olurdu zaten şehir.) Ve bu şehrin en güzel saatleri gece 1’den sabah 7’ye kadar olan saatlerdir. Sahillerin en güzel mevsimi de kış.

17 Aralık 2015 Perşembe

EL YORDAMIYLA YAŞAMAK

Hayat karanlıkta satranç oynamak gibi. Kazanmak zorunda değilim ama bu kadar kaybetmek neden? Atım vardı benim, nereye gitti? Bütün piyonlar “geçen eyyam-ı nevbaharı arar.” Bütün kalelerim zaptedilmiş. 

11 Aralık 2015 Cuma

SULTAN MAKAMI

Geçen video paylaştıktan sonra Sultan Makamı'nı bilmem kaçıncı kez izlemeye başladım yeniden. (4 sanırım) Hem de evde tarafımdan izlenmeyi bekleyen bir dünya film var iken. Komiksem demek. Değilimdir belki de.
İnsan yarası yarasına denk geleni severmiş ya...o hesap. Lüzumundan fazla anlıyorum ben bu diziyi, anladığımdan daha fazla da seviyorum. Hiç bir şeyi çakma değil, nasıl temiz, nasıl içerden...
Güzelliği sadece benim öznel değerlendirmelerime göre değil tabi, nesnel olarak da neden bu kadar güzel-özel olduğu kolaylıkla açıklanabilir dizinin. "Underrated" diyor gavurlar, kadri bilinmemiş yani, tam o işte bu da. Gerçi benim gibi delisi de çok.
Video editlemeyi öğrenirsem belki buraya dizinin mühim sahnelerini de yüklerim. (Dizinin yarısını yani) Çok da akıllıca değil ama, du bakalım.

9 Aralık 2015 Çarşamba

YOKLAMA

Okuma yazmam yok, kitaplarım var.

Zevke iş diye abone olup iş olduğu için bezdiklerim var.

Öyleymiş gibi yapmalarım yok ama öyle değilmiş gibi yapmalarım var.

Çok şükür ki bir kedim var.

Herkesin taşı böbreğinde falan olur, benim göğsümde taş var.

Yabancı dilim yok ama bana yabancı pek çok dil var.

Dinlemeye korktuğum için aylardır dinlemediğim türkü var.

Tapularım yok ama tabularım var.

Her türden her bok rengim var, mavim yok.

Sıkılmalarım var.

Sıcak sıcak gevrek ukdelerim var.

Uyku düzenim yok, uykumu düzenim var.

Burnumu yurt edinmiş bir canım var.

https://www.youtube.com/watch?v=4Bk0JU181q0

Benden içeri üç beş tane daha ben var, o var, bu var, isim, şehir, hayvan, bitki.

Kurulmaya her daim hazır pek çok fazla cümlem, domuz gibi susmalarım var.

12'ye isabet etmiş yanılmalarım var.

Sövesim var.

KUYU

Askerliğimi bir muhafız bölüğünde yedek subay olarak yaptım.
Bir sabah kardeş bölükteki bir asker teslim edildi bana, kaçmasın diye iki muhafız asker ve bir sıhhiye uzman çavuşuyla beraber. Görevim askeri önce hastaneye, oradan mahkemeye oradan da cezaevine götürmekti. Evraklar, kayıtlar falan.
Asker silahla yaptığı bir şakanın sonunda yanlışlıkla en yakın arkadaşını öldürmüştü.
Teslim aldığımda arkadaşının öldüğünü henüz bilmiyordu, yaralı sanıyordu. Biz biliyorduk gerçeği. Mahkemede savcı suçunu hakime açıklarken öğrendi öldüğünü.
Çocuk ayakta zor duruyordu. Kaçmasın diye görevlendirilmiş iki silahlı muhafız askere gerek bile yoktu aslında, çocuk bırak kaçmayı destek olmadan ayakta bile duramıyordu. Onu ayakta tutansa kollarına girmiş muhafızlardı, ironikti. Muhafızların çocuğa yürürken destek vermesine hayli tereddüt ettikten sonra izin verdiğimi hatırlıyorum.
Ayakta duramamasının sebebi aşırı üzgün oluşuydu, yoksa bir yarası-hastalığı falan yoktu. Ruhsal olarak bitikti. Uzun yol boyunca benim karşısında oturduğumun farkında bile olmayan bu çocuğu büyük bir dikkatle izlemiştim. Bir şeyi anlamaya çalışıyordum.
Bu asker en yakın arkadaşını kazayla da olsa öldürmüş olmanın üzüntüsünden mi bu haldeydi yoksa ömrünün mühim bir kısmını hapiste geçireceğinden mi? Cevabı bulamayabilirdim, ya da bana cevabı getirecek doneyi o esnada dikkatim onda olmadığı için kaçırabilirdim. Bu sebepten tamamen ona konsantreydim. Öğrendim sonunda.
En yakın arkadaşı umrunda bile değildi. “Bana ne olacak?” kaygısıydı onu yere seren. Bir öyle zannetme hali falan yok, üzüntüsünün asıl sebebini birden fazla ispatla öğrenmiştim.
Böyle bir durumda herkesin vereceği tepki aynı olmaz elbette, farklı kişiler farklı oranda üzüntülerden mürekkep duyguların altında ezilebilir…fakat o gün insanın kendini önemsemesine resmen elimle dokundum ben, içimizdeki karanlık bencilliği gözlerimle gördüm.

Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur. İsteklerimizin celladımız olabileceği daha güzel anlatılamazdı, bayılırım bu atasözüne. Zekamızın, hatta aklımızın bize düşmanlık edebileceğinden, zarar verebileceğinden daha önce de bahsetmiştim. Kendimizi düşünürken kendimizi yaralamalarımızın tarihi derin, örneği çok…

Sultan makakamı’ndan bir sahne :
(linkin açılmadığının farkındayım, zorlamayın açılmaz, okumaya devam)

Sahneyi, diziyi izlememiş olanlar için biraz açıklayasım var. İçeri sonradan giren siyah deri montlu kişinin adı Sefer’dir. Çok pis aşıktır. Aşık olduğu için de aşık olduğu kızı kendisi için istemektedir…ama kız oralı bile değildir. Sol eli yaralıdır-sarılıdır. Bu aşk ve isteme hali, bir yanlış anlamayla ve aşkın verdiği aptallıkla birleşince sevdiği kız tarafından bir çatal sokulmuştur çünkü eline boylu boyunca. Asıl yara ise tahmin edileceği üzere kalbindedir. Bu sebepten fena halde bünyesini alkole boğası vardır gün ortasında.
Gün ortasında alkole ihtiyaç duymak konusunda yalnız değildir. İçeride oturan siyah kazaklı, ağzının üstü yaralı kişinin adı da Sultan’dır. O da aşıktır. Asiye…hem aşık olduğudur hem de karısı, adam karısına aşık, süper! E kavuşmuş işte, derdi neymiş? O hayatının anlamı kişi, aşkı, karısı Asiye, bir konuda Sultan’a güvensizlik göstermiştir. Meselenin aslını Sultan’a açık açık sormuş, “bir kere soracağım ve ne söylersen inanacağım.” diye de eklemiştir. Ama Sultan cevap vermemiş, sadece “böyle güvenmemek var mıydı?” diyerek kırgınlığını beyan etmiştir. Onu gün ortası rakıya muhtaç bırakan sebep de bu kırgınlıktır.
Sultan, Sefer’in yüzüne bakıp, Sefer’deki yoğun aşk salaklığına hafifçe gülümsedikten sonra şu muhteşem repliği patlatır suratının orta yerine:
-      Denize bak oğlum, martıları seyret. Yırtıkla sökükle yorma kafanı.
Bir duble rakıyı kafasına diktikten sonra da işin içine kendini de katarak devam eder:
-      Kendi üstümüze titremekten yorgunuz biz. Kaybolsak ne olacak ki? Güneş doğmaktan vaz mı geçecek?
Sonra Necati Abi alır sazı eline…pek çok güzel bir şeyler de o söyler ama…oralar ayrı bir fasıl, asıl konumuzun dışında.

Şimdi izleyin: 

Bu yazının ana fikri o ki…yani diyeceğim şu ki…kendi üstümüze titremekten yorgunuz biz.

Bizim şu vicdanlar üstü bencilliğimiz, merhametler gömen bencilliğimiz, sürekli bir şeyler isteyen hallerimiz, o şeyleri hep kendimiz için istemelerimiz varken başka cellada gerek var mı?

Susamışız ve su istiyoruz. Sudan başka muradımız yok, sudan başka düşüncemiz yok. Ama kuyu o tarafta değil.

Not:
İste peykanın gönül hicrinde şevkum sakin et.
Susuzam, bir kez bu sahrada menüm çün are su.
Fuzuli

6 Aralık 2015 Pazar

LA BOUM

Her şeyde çok sinir bozucu bir olması gerektiği gibilik var.
Eşyaların dağınık olanlarının dağınıklığı, düzenli olanlarının düzeni sinirimi bozuyor. Neyi nereye bıraksam orada duruyor. Sartre'ın dediği gibi, alayı iğrenç birer varoluş bunların. Her şey yerli yerinde, içim içimde, dışım birazdan dışarı çıkacak. Öyle netameli falan değil, süfli bir sakinlik her yere yaygın.

Bir yerlerde bir saatli bomba olacaktı, kurayım da patlasın bari.

CAN

Bir fotoğrafın Photoshop'uyla uğraştım uğraştım. Olmadı baştan aldım gene uğraştım. Ne yaptıysam olmadı. Öyle zor bir fotoğraf da değildi halbuki.
Sonunda neden olmadığını anladım.
Çünkü canım Photoshop yapmak istemiyordu.
Sildim gitti.

2 Aralık 2015 Çarşamba

OLMAK YA DA...OLMUŞ GİBİ GÖRÜNMEK - 2

Ön not: Bu yazıyı bir öncekinin yazının devamıymış gibi yayınlayacağım fakat ilk yazdığım yazı budur aslında, hayli zaman önce yazmış ama yayınlamamışım. Bazı paragrafları önceki yazıda zaten bahsetmiş olduğum şeylerden bahsettikleri  için çıkardım. İlk yazının devamından ziyade yaması gibi düşünülmeli bu yazı:

 Komplo teorisi falan değil, anlaşılması gayet kolay bir gerçeklik şu içinde yaşadığımız. Ama derya içinde olup da deryayı bilmeyen balık gibi hiç bir şeyin farkında olmadan yaşamak mümkün.

1945 sonrası kurulan yeni dünya düzeninin çalışma prensibi tüketim üzerine kuruludur. İnsanların toplu halde yönetilebilmek için tüketmek zorunda oluşları her şeyin temelini oluşturur. "Sorgulama, alternatif arama, ne yapacağına karar vermek için ne düşüneceğine karar vermek için başkalarına bak...onay beklentisi içinde ol.  Neyin iyi neyin kötü olduğunu seçmen için onayımıza ihtiyacın var."

Bütün mesele bu, anlaşılması hiç de zor değil.

Özgürlük diyorlar. Koca bir yalan. Demokrasi de öyle, yalan.Çocuğunun okul standartlarını komşu çocuğununkine benzetmek zorunda olan insan özgür olamaz. Neyin ihtiyaç neyin değil olduğunu biz belirlemiyoruz.

1945 sonrası soyut sanatın pompalanması, güya spontane gelişmiş bir akım olan çiçek çocuklar üzerinden seksin pompalanması, sübliminal mesajların genelde sekse dair olması, "inanırsan yaparsın" ana fikirli Hollywood filmleri, feminizmin kendisi, moda, kişisel gelişim adı altındaki herkesin her şeye layık olduğu ana fikirli kandırmaca, her türden medya, zengin hayata ayna kabilinden diziler, afrika'daki hayvanları korumayı aşırı önemseyen iyilik sever batılılarla dolu belgeseller, pazar  ekleri...ve daha pek çok şey hep dönmeye devam etmek zorunda olan tüketim çarkının dönmesi için alınmış tedbirlerdir. Neyin nasıl bu çarka destek verdiğini anlatması uzun, tarihçe konuşmak istemiyorum, derdim bu gün ne halde olduğumuz.

Bütün sistem gösterme ve rol model olarak özendirme üzerinden işliyor.

Yetenek yarışmalarında kamera 10 saniye sahnede yeteneğini sergileyen kişiyi gösterirse 10 saniye de jüriyi gösterir. Sergilenen yetenek hakkında ne düşünmesi gerektiğine jürinin yüz ifadesine bakarak karar verir izleyici  farkında olmadan. Neyi beğenip neyi beğenmeyeceğimize kerameti kendinden menkul 3-5 kıtipyos karar verir yani. Neden bu kadar ünlü olduğunu, ne vasfı ne yeteneği olduğunu bilmediğimiz biri gözümüzün gördüğü hakkında ne düşünmemiz gerektiğini bize söyler.

Daha pek çok tv yayınının izleyicinin değer yargılarını nasıl belirlediğini, nasıl onay beklentisi yarattığını anlatırsam yazı çok uzar.

Yaptıklarınızın, alışkanlıklarınızın uygun olması yetmez, başkaları tarafından da yapılıyor olması ve kabul görmesi gerekir. Size ait sandığınız pek çok fikir de size ait falan değildir.

Medyanın topluma etkisi tek taraflıdır, bir yayın var ve o yayına maruz kalan toplum var. Son 10 yıldır ise etkileşimin çift taraflı olduğu, kişinin kendisinin de etkide bulunabildiği sosyal medya var hayatımızda. Toplumu şekillendirmek adına şu an asıl yük de bu sosyal medyanın sırtında.

Yıldız olmak isteyen ama yıldız olmak için geçerli gerekçelere sahip olmak gerektiğini düşünmeyen insanların hüzünlü çabalarıdır bunlar. "Hülya Avşar bu kadar meşhur, muteber ve zenginse ben neden olamayayım?" Hülya Avşar'ın ve benzerlerinin misyonu budur, topluma verdikleri alt mesaj budur. İnsanlarda medyada olamasa bile sosyal medyada "kendi çapında efsane" olma isteği yaratan şey, fenomen olma isteği yaratan şey iste bu absürdlüklerdir.

Değişen şeyi aslında çok basittir. Eskiden "öyle olmak" mühimken bu gün "öyleymiş gibi görünmek" yeterli hale gelmiştir. Liyakat tecavüze uğramıştır.

Aristokrasi sadece  kağıt üzerinde kalktı dünyadan. Gerçek asil efendilerin gerçek efendiler olarak kalmaya devam etmesi için asil olmayan gönüllü  tüketici kalabalıklarına ihtiyaçları var. Örtülü bir savaş icra edildi ve o savaş çoktan kaybedildi.

Son bir şey:
Bunların farkında olmak sistemin dışına çıkmak için yeterli değil asla. Bir efendinin olduğunu fark etmek seni o efendiye itaat etmekten alıkoyamaz. Şu yazıda yazdıklarımın hiç birinin istisnası değilim. Özgür falan olmadığımın, köle olduğumun farkındayım sadece o kadar.

Son not: Oldukça uzun arayla yazılmış iki yazı arasında anlatım bakımından yüksek bir ton farkı var. Beni de rahatsız etti bu sakillik ama...bu da böyle olsun napalım?

OLMAK YA DA...OLMUŞ GİBİ GÖRÜNMEK

Şöyle bir fıkra var. Türlü sebeplerle kendini bana hatırlatır durur bu fıkra.

Minibüslerin, kamyonların arkasında yazılar vardı eskiden. Şu tarz şeyler:
-      Gülü bir gün, seni her gün seveceğim.
-      Bir sana, bir sabah uykusuna doyamadım.

Aslında içinde, kafasında hiç böyle şeyler olmadığını bildiğiniz koca koca adamlar böyle tumturaklı şeylerle süslerlerdi arabalarını. Daha “şey” gözükmek için. Daha ney? Bilmem ki valla…ama olduğu gibi gözükmekten yahut göründüğünden ibaret sanılmaktan rahatsız abilerdi sanırım. Iceberg hesabı, güya görünmeyen bir derinliği var falan…yedik biz de :p

Bir psikolog söylemişti bunu bana. Demişti ki: 20 yaşında kız, elifi görse mertek sanır, bana terapiye gelmiş diyor ki “bana beni anlat.” Yahu sana ne anlatayım, sıradan piyasa işi sümüklü bi kızsın işte, anlatılacak neyin var ki?

İnternet ortamına “sanal” deniyor ama bilinç altına ayna tutma özelliğinden dolayı bir bakıma reel hayattan daha reel bir şey aslında bu ortam…satır aralarına dikkat eden için. Mirc zamanlarında herkesin kendine böyle şaşaalı, iddialı nickler bulmasından belliydi insanların kendilerinden ne kadar rahatsız olduğu.

“Hayaller Paris, gerçekler Eminönü” ifadesinden herkesin anladığı hayaller ile gerçekler arasında uçurum olduğu ve gerçekte uçurumun dibinde bulunulduğudur. Peki Eminönü’nden rahatsız olmak neden? Paris kadar güzel olmadığı için mi? Paris güzel mi?
Paris sendromu diye bir şey var. Literatüre geçmiş, bilinen bir hastalık. Japonlar’da görülüyor. Paris’e ilk kez gelen Japonlar’dan bazıları Paris’in hiç de anlatıldığı gibi olmadığını, aşk ihtiva etmediğini, romantizm uyandırmadığını, Louvre’un yeterince muhteşem olmadığını görünce panik atak gibi bir şeyler geçiriyormuş, nefes darlığı, çarpıntı vs. Atmıyorum, var böyle bir sendrom gerçekten, Paris’teki Japon büyükelçiliğinde bu hastalık için özel destek hattı bile varmış. 
Paaaris Paaaris, ey aşkın yüce şehri vırt zırt diye yıllarca dinledikleri şarkılar, ve başka bişiler zavallı Japoncukları artık nasıl bir beklentiye sokuyorsa gerçekle yüzleşmeleri nefes darlığı falan yapıyormuş adamlarda, yazıktır yahu. Roma var bi de, o da aşk şehri. Hatta Roma Konsolosluğu’nda nikahlanmak pek makbul bir şeydir falan.  Ben gördüm kendisini, aşk falan yok valla Roma’da, aşk lazımsa yanınızda götürmeniz gerekiyor. Nitekim o zamanlar ayağımın tozu ile yazdığım şu yazıda da öyle aşk falan bulamazsınız:

“Ölüler zannedermiş ki diriler her gün helva yiyor.” Çok severim bu atasözünü. “Körlerin fili tarifi” deyimi var sonra. Pazarlama sanatı, pazarlama bilimi, reklam endüstrisi, algı yönetimi, imaj çalışması, lanse etme vs. başka pek çok şey var. Birileri gözümüzün önündeki tekir kediyi öyle değişik anlatıyor ki zavallı kediyi benekli kaplan sanıyoruz. Bize de yazık.

Her türden potansiyel farkı gerilim yaratır. Fizik kanunudur bu. Olmak istenen ile olunan arasındaki farkın yarattığı gerilimin muzdaribiyiz biz. Herkes Paris’in muhteşemliğini anlatmaya-dinlemeye pek bir teşnedir fakat “Eminönü’nün nesi var ki yahu?” sorusu gündeme bile gelmez.
“Sualler tanzim edilir yaşamaya dair, sorulmaz.”

Her yer bi şeymiş gibi görünümlü başka bi şeylerle dolu.

Adam bir hüzünlü bir hüzünlü, ordan burdan öyle tumturaklı laflarla, öyle bir ballandırarak anlatıyor ki hüznünü…resmen hüznünü pazarlıyor, sanırsın satacak! Kendime bakıyorum, ben üzgünüm sadece, öyle mal gibi sadece üzgünüm.
Bu sözüm ona ince ruhlu, hüzünbaz insanlar aynı zamanda anlaşılamamış ve haksızlığa uğramış dürüst kişilerdir kesin. İnternet aleminde üzen görmedim ben hiç, paso üzülen dolu her yer. Ulan iyi de bu üzülenleri üzenler kim, Ay’dan gelip üzdükten sonra geri kaçan yaratıklar mı var? Varlıklarından sürekli şikayet edilen bunca yavşak nerede yaşar? Hatun Instagram’daki fotoğrafının altına (gayet de hoş bir hanım) “öğrendim ki en güzel şey yalnızlıkmış.” yazmış. Başka fotolarına baktım, değişik değişik pozlar verip paylaşmış bir sürü, güzel de zaten, hayli dm alıyordur kesin. Yahu madem bu yalnızlığın böyle güzel bir şey olduğunu öğrendin, yalnızlıktan kurtulmak için bu telaş neden? Tahmin edileceği üzere pek çok fotonun altında da nasıl da haksızlığa uğradığını falan anlatmakta.

Sonra şu “dostlar”la yapılmış kahvaltıların içerdiği yüksek dozlu keyif…yine bende bir mallık olmalı ki hiç aklıma gelmedi keyfimi öyle pazarlamak, ifşa etmek. Çok keyifliysem zaten o keyfi bölüp oraya buraya paylaşım yapmam ki, hiç yapmadım. Yaşarım ben o keyfi, sadece yaşarım, kesintisiz yaşarım, başkaları “aman da ne güzel eğleniyorsun sen, aman da ne mutlusun.” demese de olur yani. Sonra akşam olur eve giderim, bu kadar.

Kitap-kahve konsepti var bir de. Benim bildiğim kitap dediğin okunur, bu iş bu kadardır. Kitap fotoğrafı paylaşmaktaki onay beklentisinin, kabul görme isteğinin, olduğundan farklı görünme arzusunun, kültürlüymüş gibi gözükme arzusunun farkında mısınız? Konuyla ilgili bir istatistik bu arada, bir Japon yılda ortalama 25 kitap okuyormuş, bir Türk ise 6 yılda 1 kitap okuyormuş ortalama…aradaki fark 150 kat! Aha bu da karikatürü:


Okumak var, okumak var bir de. Okuduğu bir dünya kitaptan Siddharta’daki kayıkçının nehirden öğrendiklerinin yüzde birini dahi öğrenemeyen bir insan cinsi var. “Aptalın zekası hafızasıdır.” sözünü doğrularcasına sadece okuyorlar. Üniversitede biri vardı, ortamlarda filmler hakkında yorum yapabilmek için film dergilerini takip ettiğini söylemişti, itiraf etmişti daha doğrusu…şaşırarak baktığımı hatırlıyorum. Hasılı bunca okuduğunun neticesini bir türlü konuşmalarında göremediğim bir insan cinsinden bahsediyorum, pek çoğunu şahsen tanıdım. Bununla beraber ışıltılı muhayyilesini ve kıvrak zekasını kullanarak bildiği pek çok ilgisiz şeyi sofistike bir şekilde birleştirip beni büyüleyen insanlar görmüşlüğüm de var, kendi cümleleri ile konuşuyorlardı ve çok değerliydi cümleleri.

“Orantısız zeka” kullanıcıları var bir de. Zekalarının yüksekliğine dair tespit yine kendilerine ait, körlerle sağırlar birbirini ağırlar durumu. Bir insanın (hem de topluluk olarak) zekası ile ilgili böyle laflar etmesi zekasından şüphe duyduğundan başka bir şeyi göstermez. Zekasından şüphe duyuyor olmasa zekasının yüksekliğinden bahsetme ihtiyacında olmaz zaten. Bunlar her mevzuyu bir alay etme formatında ele alırlar ki sürekli alay etme modunda bulunmak depresyonun alametiymiş, ben demiyom bunu uzmanlar diyo, bilimsel gerçek yani, bana bakmayın!

Neyin depresyonu bu? Neyin yoksunluğunu çekiyoruz ki böyle bağırma ihtiyacındayız? Neyin acısındayız?

Yukarıda yazmıştım bunun cevabını, olmak istenen ile olunan arasındaki farkın bizde yarattığı gerilimin sonucu tüm bunlar. Bu gerilim doğrudan bir yetersizlik hissine, kendi olmama isteğine, özendiği başkaları gibi olma isteğine sebep oluyor, bu gerilim depresyonun ta kendisi.

Elinde tomar tomar paralarla, altın kaplama mercedes’leriyle poz verdiği için güldüğümüz şu zengin Araplar var ya…çok da farkımız yok aslında onlardan. Ne yazık ki yok.

Kültürlüymüş gibi görünmeyi yeterli görüp gerçek manada bir irfana kayıtsız kalmak, markalı hüzünler ve/veya markalı mutluluklar ifşa etmek, zekasını pazarlamak, sürekli olarak içinde bulunulan bu müşteki ruh hali…bu kendi olmaktan duyulan rahatsızlık, gerçeklerin verdiği bu acı…nedendir ki? 100 yıl önce de böyle miydi?

Değildi. Moda tabirle “kendisiyle barışık” insan oranı bu kadar düşük değildi. (Bu oran kentlerde kırsala göre çok daha düşüktür bu arada.) Her şey insan topluluklarının toplu halde yönetilebilir kıvamda bulunması gerekliliği ile alakalı. Dünyayı yöneten mühim abilerin marifeti tüm bunlar… diziler, reklamlar, sosyal medya, ünlü kişiler, romantik filmler…tüketim …pop kültür falan. Bir çalışma mekanizması var bunun. O da başka bir yazının konusu olsun.

Şu karışık yazıda asıl önemli konu başlıklarını listeleyesim var:
-      kendisi olmaktan rahatsız olma,
-      özenme, daha doğrusu maruz kalma,
-      öyle görünme ile öyle olma arasındaki farkı önemsememe, gerçek ile yalan arasındaki farkı önemsememe halinin yaygınlaşması (ruhun çatlaması hatta ikiye ayrılması demek bu),
-      yaygın yanlışın normal diye kabul görmesi,
-      sistemin farkında olmanın dışına çıkabilmek için yeterli olmaması.


Son söz: Ben de kendimce bir takım bir şeyler yaşıyorum ama…sizin kadar güzel anlatamıyorum.

27 Kasım 2015 Cuma

EMPATİNİN YİTİMİ


Şöyle bir kitaptır. Beni fena halde sarsan-sallayan kitaplardandır, tekrar okunasıdır.

Kitabın anlattığı tek bir şey vardır: insan bir zamanlar kurban olduğu gerçeği ile yüzleşmemek için kendine yeni kurbanlar arar.
Türlü farklı örneklerle pek çok şey anlatıyor Arno Gruen ama aslında anlattığı hep bu cümledir, koca kitabı tek bir cümleyle özetlemek mümkün.

İnsan olmanın ölçüsü empatidir, başkalarının acısını hissedebildiğimiz ölçüde insanızdır. Başkalarının acısına biganeleşen, sadece kendi acısına konsantre insanda bazı kısa devreler, irtibatsızlıklar söz konudur ve bu arızalar doğuştan değildir, travmatik sebepleri vardır.

Burada anlaşılması gereken, insanın bir zamanlar kurban olduğu gerçeğini değiştirmeye değil, bu gerçekle yüzleşmemeye çabaladığıdır. Çok eski tarihlerde açılmış ve aralıksız acı veren bir yaranın acısını hissetmemek için sürekli morfin aramak gibi bişi bu, yarayı iyileştirmeye yönelik bir çaba yoktur, bütün çaba-arayış ağrı kesiciye yöneliktir…ki teorik olarak iyileşebilen bir şey değildir o yara.
İntikamın deniz suyu içmek gibi olduğu gerçeğine de göz kırpan gerçekler bunlar. Bkz. Memento filmi.  http://www.imdb.com/title/tt0209144/?ref_=nv_sr_1

Yaranın iyileşebilmesine yönelik faaliyetler affetmekte yoğunlaşır, çok önemlidir affedebilme yeteneği bu sebepten... ama burada dikkat edilmesi gereken insanın içinde var olan affetme yeteneği ölçüsünde affetmesi gereğidir. Affedemeyeceği bir şeyi affetmeye zorlamamalı insan kendini, bu içeride karşılığı olmayan affetme muhakkak bir yerden patlak verir. Rahmeti sonsuz olan sadece Allah'tır, O'nu taklide kalkışmamak gerek. Bkz. Dogville filmi.  http://www.imdb.com/title/tt0276919/?ref_=nv_sr_1

Vakt-i zamanında zarar görmüş insan o zararın acısını hissetmemek için zarar verir durur yani…ama kendine o yarayı açanlara değil, bulabildiği masumlara verir. Babasının kendine verdiği zararı aynen çocuğuna veren ebeveyn gibi. Ama bu sadece bir örnek, kuşaklarca aktarılan bu tarz travmalar yaygın olmakla birlikte başka pek çok travma çeşidi ve baş etme yöntemi var. Aşk acısı mesela ya da bir kişi tarafından kırılan bir güvenin bir daha asla hiç kimseye karşı oluşamaması, zamanında kurban olan kişinin hayatına giren yeni kişilere hep potansiyel kurban gözüyle bakması, zamanında değer verdiği kişinin gözünde değerinin olmadığını öğrenen insanın artık kimseye gerçekten değer verememesi, kullanıldığı düşüncesini travma olarak yaşayanın herkesi kullanmaya çalışması, tekrar kandırılmamak için sürekli kandıran halinde olma isteği vs. Bir zamanlar acı çeken olduğu için sürekli acı veren olma gayreti içinde olma hali…Dönüp dönüp olan şey aynı yani, bir zamanlar kurban olduğu gerçeği ile yüzleşmeme isteği.

Meşum bir zincirdir bu ve uzar da uzar...zaliminiz bir zamanlar mazlumdur ve siz de bir başka mazlumun zalimi olursunuz...ve tüm bunlar acıyı yok etmek için değil, acıyı hissetmemek içindir.


Uzun uzun daha pek çok yazmak mümkün ama kısa keseyim, reklam gibi olsun bu yazı. Benzeri pek çok ticari, abuk subuk kitap var piyasada, okurun hoşuna gidecek türden pek çok yalan yanlışı ardı ardına sıralarlar. Bu öyle değil, gerçek bir liyakatin ürünü samimi bir kitap. Kitabın okuyanda bir farkındalık oluşturabilmesi için, kitaptan layıkıyla istifade edebilmek için biraz potansiyel  gerekiyor yalnız, biraz akademiktir. Lay lay lom okunacak bir kitap da değil, lay lay lom bir kafanın yararlanabileceği bir kitap da değil yani. Ama herkes okumalı bence, çok faideli bir eser.

20 Kasım 2015 Cuma

NAZİRE - 2

Tarih: Şimdisizlik
Yer: Herhangi bir hiç bir yer
Konu: Sonsuzluğu kaybetmek
Konuk: Süleyman


Ayrıntıları getir.
Kazandıklarımız şurda dursun, kaybettiklerimizi hesaba ekle.
Bütün ukdeler aynı kavanozda durmasın, yorgundurlar.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman hayalini kışlıkların yanına kaldıralım. “Kışlıklarımız yok” deme, varlar! İtliklerimiz de var, onları da getir.
Biraz sonbahar, biraz mahcubiyet hissi, azıcık da keder…tam şurada dursunlar…lütfen kalbime yakın durmasınlar.
Duracaksa aklım dursun, biraz da kalbim dursun.
Saatler durmasın ama…Her şey dursun ve lütfen herkes uyusun.
Öteki ayrıntıları da getir hadi, onlar da hiç bir yerde dursun.
Bir hayal kurdum, fotoğrafını çekmeli henüz kırılmamışken, gelirken makineyi de getir.
Bir de taksi çağır benim için, gideceğim. Hayır sual sorup durma sadece gideceğim. Giderken de hatırlat, alayına söveceğim.
Koca bir yorgan büyüklüğünde bir uyku saklamıştım, onu da götüreceğim.
Telaşlı bir yağmur hazırlığındayım, öyle mehtabın yaldızladığı bir deniz kenarı falan olmayacak, sicim gibi bir yağmur alt tarafı.
Bir de sonsuz bir deniz tasarlamıştım ama koyduğum yeri unuttum.
Sustu mu onlar? Tamam sussunlar.
Neydi o hani revolverli, çocuklu, yürekli şey, nehir de vardı? Siktiret boş ver.
Işıkları da boş ver şimdilik tamam mı, mahzundur şimdi onlar, uyusunlar.
Ben de uyuyayım biraz, biraz da her şey uyusun. Kimse de duymasın bunları…ya da duysun.
Giderken kendini götürmemek fikri de süpermiş bak, lütfen g.tüne sok!

Bütün her şeyi bir sandığa sığdırmak mümkün biliyor musun Süleyman? Yeter ki kapağı olsun. Bir de kilit gerek.


Meraklısına not: http://siir.sitesi.web.tr/attila-ilhan/suleyman.html

11 Kasım 2015 Çarşamba

BEKA

Yol filminde Tarık Akan'la Halil Ergün arasında muhteşem bir konuşma geçer. Aynı hapishaneden izinli çıkmıştır ikisi de, trende karşılaşırlar. Hal hatırdan sonra:
T.A. : Gardaş sen okumuş adamsın, bilirsin, sana bir sualim olacak.
H. E. : Buyur gardaş.
T. A. : Bir insanın aklı kendine düşman olabilir mi?
H. E. : Nasıl yani, anlamadım.
T. A. : Benim aklım bana düşman.

İzmir'de sinemada izlemiştim bu filmi ilk. Tarık Akan'ın "nasıl yani?"ye karşılık verdiği cevap  bünyemdeki cümle sinir uçlarını teyakkuza geçirmişti, koltuğa yapışmıştım. Çok gerçek bir çaresizliğin ifadesiydi söyleme şekli, bir belagat harikası.
"Nasıl yani?" ye karşılık kavramsal bir açıklama yapmıyor ki  aklı  bu çeşit açıklamalara uygun soyut düşünme yeteneğinden yoksundur, o sadece kendini  bilebilir, sadece somut düşünebilir, örnek olmadan anlatamaz...ve örnek diye kocaman bir çaresizlikten ibaret olan kendini  koyuveriyor orta yere. Derdini de söylemiyor...söylenebilecek gibi de değildir zaten derdi, filmin sonunda öğreniriz. Fenadır!

Aklı kendine düşmandır çünkü bünyesi inkar yeteneğinden yeterince nasipli değildir. Ona yetecek miktarda  inkar aklında mevcut değildir.  İnkar, hayatta kalmak için bize lazım olan, çok mühim, aşırı mühim bir araçtır, bizi çıldırmaktan korur. Lazım olduğunda elde yeteri kadar olamadığında da Tarık Akan gibi duvar diplerine çöker cigaralar içersiniz. (Filmin başındaki o cigara içişine hasta olmuştum.)

Araba için benzin ne ise  insan  için inkar odur. Sarf malzemesidir yani inkar, kullandıkça tükenen bir şeydir.

"Ne benden sana rüku, ne senden bana kıyam,
Bundan sonra selamunaleyküm, aleykümselam."
Bu beyti yazan Fuzuli olduğu için manasına biraz ekstra kafa yormak gerekiyor. Sıradan biri yazmış olsaydı "birine kızmış" der çıkardık işin içinden fakat  Fuzuli sevgilisine cevri az eylemek suretiyle cevri aşırılaştırdığını ve bu aşırılıktan ötürü ölebileceğinden korktuğunu söyleyen, "incinmek olmaz cefalardan" şeklinde bir temel hayat görüşüne sahip sofistike bir deli...olduğu için...ilave bir merak hasıl oluyor "bu adama bunu söyletecek ne olmuş olabilir?" diye.

Ne olduğunu bilmiyorum, olayı bilmiyorum yani ama olan şey inkarının tükenmesidir.  Fuzuli gibi bir dehanın  inkar potansiyeli korkunç yüksek olmalı, işi bu, kendisi zaten yürüyen  bir tecahül-i arif. Böyle iken  O'nun bile tükenebiliyormuş demek ki inkar deposu. Ölçülü kullanmak lazım demek...ama böyle gereklilik kipli cümleleri uygulamak, kurmak kadar kolay olmuyor malum.

Canlıların iki temel itkisi var: beka ve üreme. Üremeyi mecazi olarak bekanın türevi sayarsak tek temel itkimizin beka olduğunu düşünebiliriz.

Hayatta kalmak için inkar mekanizmasını dibine kadar çalıştırmış Fuzuli depodaki inkar bitince ne yapıyor, ölüyor ya da çıldırıyor mu? Hayır, bir diğer hayatta kalma mekanizmasını kullanmaya başlıyor: kaçmak.

Kaçmak, vazgeçmek, feragat etmek...bizi gerektiğinde hayatta tutan çok mühim mekanizmalardır. Bunları kullanmaya başladığınız anda da inkar deposu yeniden dolmuş olur çünkü inkar dediğin şey konu seçer. Limitli olan, bir konu hakkında sarf edilebilecek inkar miktarıdır, toplam inkarda limit yoktur. İnkarda limit aşımına uğrayan konu gündemden kaldırılır, toplam inkar stoğunda ise azalma bile olmaz. Dikkat edilirse burada öfke yok, ( ki öfke kişiliğimizin bekçisidir, öfke de hayatta kalmak için bize lazım mekanizmalardan biridir) olan şey bir yeniden konumlandırmadır. Kıyam-rüku işi bitiyor ama selam aynen devam. İki devletin ilişkilerini maslahatgüzar seviyesine indirmesi gibi. Karşı tarafı daha fazla rencide edecek türden pasif agresif bir tavır söz konusu. Ha bu tavrın beyti de var :)
"Ağyar elemin çekme gönül nafile gamdır,
Hasmın sitemin anlamamak hasma sitemdir."
Bu da yazdıklarından ötürü asılan sivri dilli Nefi'nindi.
Nazım Hikmet öfkesini karıştırmamak ya da saklamak konusunda bu kadar  mahir değil ama:
"Ne ben sana kızarım
Ne de zatın zahmet edip bana küssün..
Artık seninle biz,
Düşman bile değiliz"
O "bile" kelimesini de dişlerinin arasından söylediğinden şüpheniz olmasın :)

Öyle ya da böyle, öfkeli ya da sakin, pasif agresif ya da doğrudan antisosyal bir tavırla...insan her an hayatta kalmaya programlıdır, hayatta kalmayı düşünmeden düşünür. Yıkılan her savunma hattına karşılık yeni bir savunma hattı kurar. Bir gün de gerçekten ölür, bunlara gerek kalmaz :)

Not: Yazı bittikten sonra fark ettim,  2 önceki yazıda da hem Nazım Hikmet'ten hem de Fuzuli'den bahsetmiştim. Bu ikisini bir arada zikretmeyi 2 kez başarmış olmak bilmiyorum başarı mı yoksa tam tersi mi? :)

Not 2 : 127 Hours filmindeki adamın kendi kolunu kesmesini de örnek diye verecektim, aklımdaydı, unuttum. Sokuşturamam da şimdi bir yere. Ama vazgeçmenin nasıl güçlü bir beka tedbiri olduğuna çok yerinde bir örnektir o film. Gerçektir bu arada filmde olanlar, biri gerçekten yaşamış bu muazzam çaresizliği!


Not 3: Bu şimdi aklıma geldi, unutma falan yok, ama o kadar mühim ki eklemesem olmaz! Yahu en süper örnek Genç Werther'in Izdırapları'dır. (Spoiler içerir) Goethe'nin 22 yaşındayken yaşadığı bir imkansız platonik aşkı (kız evlidir) bir kaç yıl sonra yazmasıyla ortaya çıkmış bir  romandır bu. Çok meşhurdur. Ben kitap hakkında hiç bir ön bilgim olmadan hazırlıksız okuyup kafayı yemiştim. (Gençtim) Romanın sonunda Goethe intihar ediyor. Kitap piyasaya çıktıktan sonra Goethe ciddi bir üne kavuşuyor fakat kitap pek çok ülkede yasaklanıyor. Çünkü bu kitabı okuyan pek çok kişi romandaki kahramanın intihar sahnesini bire bir taklit edip gerçekten intihar ediyor. Öyle dehşetli bir romandır gerçekten, 2 kez okuduğum nadir kitaplardandır.
Fakat gerçekte...Goethe 82 yaşına kadar yaşamıştır :) Romandaki pek çok şey gerçektir evet ama romana layık gördüğü finali kendine layık görmemiş...kaçıp kurtulmuştur Goethe! Kaçmak dediğim, o şehirden ayrılmıştır. İyi ki de öyle yapmıştır yoksa Faust'u yazamazdı. Ve daha pek çok şaheseri.


Not 4: İsraf haramdır.

9 Kasım 2015 Pazartesi

AMA ARKADAŞLAR İYİDİR

Ben mi günlük? Ben iyiyim çok şükür. Sarı kız bilmiyorum ki minik buzağıyı sütten kesti mi?  Kuzularla oğlakların cinsel yaşamına dair fikrim de yok, şehir ya zaten burası, inek minek yok hiç. Öküz var bol bol ama mecazi, trafikte falan. Ben sadece B planının adını A planı olarak değiştirdim. Yeni A planını eski A planının üstüne kaydetmiş gibi düşün, undo falan yok yani. Çöpten boşaltılmışları bırak format bile geri getirilir de üzerine kaydetmeye çare yoktur bilirsin di mi günlük? Bilir misin? Plan demişken… Eskiden planlama müdürüydüm ben, 11 sene öncesine kadar. Hem de sıkı bir planlamacıydım, aşırı titizdim, altımda çalışanlar ve hatta tedarikçiler yıpranırdı falan…ironik di mi? Cıvıma!
Eski zaman...bir kumaş alımında ciddi sıkıntı yaşamıştık termin olarak. Her gün boyahaneyi arayıp “şu hala boyanmadı mı bu hala bitmedi mi?” diye baskı yapıyordum bize bakan müşteri temsilcisine. (Gerçekte bu değil ama adı Süleyman olsun mesela) Sonradan onun müdürü anlattı bana. “Lan” dedi “geçen gün Süleyman’ın çekmecesini bi açtım, ilaç dolu. “Ne bunlar?” dedim, antidepresanmış hepsi. Süleyman senle her telefon konuşmasından sonra bi avuç yutuyormuş onlardan.”  Gülmüştük pek çok. Haklıydım ama, o siparişi yükleyene kadar anamdan emdiğim süt burnumdan gelmişti.
Haklıyımdır ben zaten hep…ama haklıyken haksız duruma düşmede de üstüme yoktur. Ama konu bu değil.
Konu yok aslında. Hatırını sorayım dedimdi sade. Sıkıldın mı günlük? “Putlaşma” diye bi yazı yazacaktım aslında ama hiç öyle büyük büyük tahliller-tespitler yapacak kıvamda değilim, tarihsel perspektif falan…cıvık tarafımdan kalktıysam demek!
Seçimler oldu işte burada, daha önceki seçilmiş  daha güçlü seçildi, ben gene oy kullanmadım, seçimden sonra aynı saçma replikler tam gaz devam, üff çok sıkıcı…üstelik konu bu da değil. Konu kalmamış kafada! Blogun tek konusu olmayan ve en cıvık yazısı yayınlanmış olacak…eğer şu yazdıklarımı yayınlarsam.
Dün Twitter’da şöyle bir aforizmaya denk geldim: Hayatının öznesini kaybedince devrik olur tüm cümlelerin.
Büyük üstad, “koskoca” Sezai Karakoç etmiş bu lafı. Lan iyi de özne olmazsa cümle olmaz ki, ayrıca herkes kendi hayatının öznesidir zaten, öznenin kaybolması bir nedir? Üstelik devrik cümle ne alaka, yüklemin sonda olmasıyla ilgili bu, özneyle işi olan bir durum değil ki. Aklı sıra devrikten devrilmeye bağlantı kurmaya çabalıyorsa daha da fena! Yani tam bir laf söyledi bal kabağı durumu ama sırf hazret  böyle bi laf yumurtladı diye bunu Twitter’da paylaşıyor bir milyonun üzerinde takipçisi olan bir hesap. İşin boktan kısmı o milyonun içinde ben de varım! E arada güzel şeyler de çıkıyor ama napiim, bakıyorum işte bazen. Bu beni kötü biri yapar mı?
Demem o ki, gayet meşhuuur bir cümle üreticisi (yazar) böyle bir saçmalığı üretip bir de piyasaya sürebiliyorsa…benim hayli saçmalama hakkım var demektir yani, kullanıyorum ben de.
Sonra işte Instagram’a her gün bir foto yüklemeye başladım. Stoktan kullanım hep. Bitince emekli olurum herhalde ama 1 yıldan fazla idare eder beni eldeki stok. (2 yıldan da fazla) Takip ediyorlar ben de onları takip ederim ümidiyle, bekliyorlar biraz, ümidi kesince takip etmekten vazgeçiyorlar. Beni tutup tutup bırakarak duygularımla oynayıp duruyolar, pazardaki seçilmeyen domates gibiyim:p  Şimdi sen “e sen de takip et o zaman” diceksin belki ama… Etmiyom yaa ne etçem! Bazen ediyom ama, canım isterse. Çok fazla fotoğraf yükleyenleri de ben çıkarıyorum takipten. (Başkasına laf edip kendi yapan insan modeli) Saçma sapan fotoğraflara like yapmaktan da yorgunum be günlük, beni anlıyor musun? Elime mi yapışır like’layayım da sevinsin garip, parayla değil ya like di mi? Bi de şu yukarıdaki aforizmaya benzer laf ebelikleriyle dolu her yer, okurdan çok yazar var memlekette anasını satiim, herkesin elinde bi mikrofon! Bu okumanın adı da değişti zaten son zamanlarda, “okuma yapmak” diyorlar. Biri g.tünden uydurdu böyle bi laf, okumuyor artık insanlar okuma yapıyorlar! Ha bi de “ne okuyosun? “ demezler mi adama? Okumanın kendisi putlaştırılmış durumda, (bunu da “putlaşma” yazısında örnek diye yazacaktım) oku da ne okursan oku! Olmaz ki ama böyle, olmamalı yani. Tamam faşist değilim ama nitelik de mühimdir yahu! Şu Tuna Kiremitçi’yle başladı herhalde bu furya, (emin değilim) böyle hüzünlü müzünlü yazılar çok para ediyor şu günler. Şu tiyatrocuların böyle buğulu buğulu okuyunca hangi şiiri okurlarsa okusunlar hüzünlü olması (zannedilmesi) gibi, her şiiri de aynı ses tonuyla okurlar, anlamadan-hissetmeden-içine girmeden okurlar, böyle fabrikasyon bi hüzün olur ya hani…onun gibi işte.  Samimi ve gerçek ile hiç de öyle olmayanın bir arada sunulması söz konusu yani şu sıralar ki büyük çoğunluk “öyle olmayan”lardan müteşekkil. Olan da o iyilere oluyor, arada kaynıyorlar çünkü. Demirle altını ayırt edemeyen dimağlar hepsini aynı tenekenin içine atıveriyor. Tüketiyoruz, tüketirken de tükeniyoruz. (Al sana aforizma, uydurduğum yerimin üzerinde oturuyorum şu an.) Şu Leyla’yla Mecnun dizisini denk gelmeler hariç düzgün izlemişliğim yok hiç ama yapılan alıntılar sayesinde izlemiş kadar oldum. Kimse kusura bakmasın, bi tane de okkalı repliğe denk gelmişliğim yok, hep şişirme. Ayılıp bayıldığınız nedir bi anlasam? Ramiz Dayı’nın aforizmalarıysa rezilliğin son perdesi, vıcık vıcık ve kof bir arabesk böyle. Daha neler neler neler be günlük...Oha çok eleştirel oldum lan! Dur güzel bişi söyliyim bari, Ramiz Dayı demişken, Tabutta Rövaşata ne süper bir filmdi! Tuncel Kurtiz çok güzel oynar onda, Ahmet Uğurlu döktürür falan, senaryo desen 10 numara, şu yukarıdaki muhteşem repliği de hediye etmiştir bize…yapsanıza böyle şeyler, nedir bu hüzünlü görünümlü salkım saçak metinler! Geçen ablamlarda bi diziye denk geldim, kadın ölüm döşeğinde, öldü ölecek, ölmeden önce de büyük gizli gerçeği açıklayacak…lafı öyle bir geveliyor ki ağzında, 10 dakika geçti “gerçeği söylicem” dedikten sonra, hala söylemedi. Be kadın söyle daa, ölecen hiçbir şey söyleyemeden, dizinin 10 dakikasını doldurmak için bu kadar da kastırılmaz ki! Sonra da reklam girdi zaten. Aman neyse bana ne, izleyeni düşünsün di mi? Ama izliyordum ben o sırada, içim şişti valla!  Muhteşem Yüzyıl'ın da Kösem Sultan'ı çıkmış. Osmanlı tarihi iki hikayeden ibaret zaten anasını satiim, bi Hürrem bi de Kösem Sultan, yıllardır anlata anlata bitiremediler. Kabızlar! Amaan bana ne, hayırlısı hayırlısı.
Neyse ben çıkayım artık günlük, bankaya gitçem daha. Görüşürüz.

7 Kasım 2015 Cumartesi

BİR RUBAİ

“Öptü beni : “Bunlar, kainat gibi gerçek dudaklardır,” dedi.
“Bu ıtır senin icadın değil, saçlarımdan uçan bahardır,” dedi.
“İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde :
körler onları görmese de, yıldızlar vardır.”  dedi.”

Bir Nazım Hikmet rubaisi. Öteden beri sevmişimdir. Geçen gün söz konusu oldu, aklıma düştü, beni düşünmeye sevk etti.

Lalettayin yazılmış görünümlü bu dörtlükte ince işçilik var. Kelime seçimleri adeta bir dehanın ürünü.. Neticede bir şeyler anlatma ihtiyacı doğurdu bu rubai bende, diyeceklerimi bir Haşim şiiri üzerinden de diyebilirdim ama Nazım Hikmet üzerinden söylemek çok daha işlevsel. Önce müzikten sonra anlamdan bahsedeceğim.

MÜZİK:
Malumdur, “ölçü de neymiş, şiiri kalıplara sokan, özgürlükten mahrum bırakan feodal bir adettir bu.  Kafiye de öyle, ucuz feodal işler bunlar. Şiir serbest olmalıdır.”şeklindeki moda görüş hayli zamandır baskın.
Şiirin serbest olması ile gelişigüzel olması arasındaki farkı kavrayamayan bu zihniyet bu hesapla şiirle düz yazı arasındaki farklı açıklayamaz. Düz yazının da çarpıcı, etkili olması söz konusudur, mümkündür ama şiir başka bir şeydir. Neydir?

Çok basit. Şiirin müziği vardır. Vakt-i zamanında akıllı birileri boş toprak testilere vura vura ölçü diye bişi icat etmiş, bir şablon. Bu şablona uyulduğunda metin otomatik olarak ahenk kazanıyor. Bi çeşit kolaylık yani. Nitekim Attila İlhan “ölçülü şiir yazmak kolaydır çünkü önünüzde size yol gösteren bir şablon vardır. Asıl zor olan serbest yazmaktır çünkü serbest şiir yazarken her seferinde yeni bir ölçü icat etmek zorundasınızdır.” der.

Ahengin ölçü ve kafiyeden ibaret olduğunu zanneden bir kafa da vardır, yanlıştır. Başka pek çok şey vardır ahengi belirleyen-etkileyen. Müzikten bahsediyorsak eğer, şiirin ses birimi hecedir. (Anlam birimi kelime) Hecelerin ses özellikleri ve sıralanış şekillerini notaların arka arkaya dizilip senfoniyi oluşturması gibi düşünmek mümkün. Bununla beraber cümlelerin uzunluk-kısalığı ve birbirleri ardına diziliş şekilleri de ahengi çok etkiler. Çok! Redif, ses yinelemeleri vs. daha pek çok şey ahengi etkiler-belirler, oldukça karmaşık bir iştir bu bakışla ahenk. Meraklısı şu kitabı okuyarak kafasını karıştırabilir, üniversitedeyken okumuştum. Öööğ gelmişti artık detaylardan ama faydalı bir eserdir:
http://www.idefix.com/kitap/siir-dili-ve-turk-siir-dili-dogan-aksan/tanim.asp?sid=PVJHXDZNSD2DYOLG5PYT
Bu konuda Mehmet Kaplan’ın şu kitapları da çok iyidir:
http://www.idefix.com/kitap/siir-tahlilleri-2-cumhuriyet-devri-turk-siiri-mehmet-kaplan/tanim.asp?sid=IIWETH3EOI6I77BSRN8V&gclid=CLvVlMCn_sgCFePnwgodsVEFjA


Nazım Hikmet’in Türk şiirine getirdiği güzellik ritimdir. Bu kısa rubai de hem ritim hem melodi  bakımından şaheser bir örnektir. Adamın ölçü kullanmadan elde ettiği müziğin muhteşemliği fark edildiğinde sadece anlamdan ibaret metinlerin aslında şiir falan olmadığı çok kolay anlaşılır. Ama dediğim gibi…bunun için bu rubaideki üst düzey müziği  duyabiliyor olmak gerek.

Nazım Hikmet ölçü kullanmadığı için “yeni” sayılıyor. Özellikle Garip Akımı’ndan sonra “aslolan”mış gibi orta yere kurulan “çağdaş” şiirin temsilcisi sayılıyor. Değil!

Eski zamanlar... Çok solcu bi kız vardı. Şiiri de çok sevdiğini söylüyordu, Nazım Hikmet’in de baş hayranıydı falan. O bilindik cümlelerle Divan Edebiyatı’nın feodal zümrelerin köhnemiş bişileri falan olduğunu anlatıp duruyor, doğru örnek olarak da Nazım Hikmet’i ballandırıyordu. Bi gün şöyle bir konuşma geçti aramızda:
Ben: “Akrep gibisin kardeşim” şiirini bilir misin?
O : E herhalde yani, bayılırım.
Ben: Orada “hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balık” der, doğru mudur?
O : Evet.
Ben : “Neden ‘hani’ diyor orada? ‘Hani’ dediğine göre bilinen bir balıktan bahsediyor olmalı. Bir gönderme var. Neden bahsettiğini biliyor musun?”
O : Haklısın, ama bilmiyorum neden bahsettiğini.
Ben : Hayali’nin “cihan ara cihan içindedir arayı bilmezler, ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler." beytine gönderme yapıyor orada Nazım. Sen bilmiyorsun ama Nazım Divan Edebiyatı bilirdi..
O : ……
Samimi bir şekilde şok oldu, şok olduğunu da gizlemedi. Hak da verdi bana, öğrenmeye açık biri olduğu için ufku genişlemiş oldu az da olsa.
Başka örnekleri de var.
“Dost bivefa, felek birahm, devran bisükun,
Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, tali zebun.”
Bu Fuzuli’ydi.
Bu da Nazım Hikmet:
“Deeeert çok, hemdert yok.
Yüreklerin kulakları sağır.
Hava kurşun gibi ağır.”

Netice-i kelam. Nazım Hikmet özlü şairdir. Müzikten de çok iyi anlar. Onu müzikten bihaber yenilerin yanına koymak çok büyük haksızlık olur. O, müziği bilen eskilerin devamıdır. Ve kendisinin bir “devam” olduğunun çok farkındadır. Kraldan çok kralcı hayranlarının bunun ayrıtında olamayışı…önemsizdir.

Müzikle ilgili bi iki bişi daha… şiirin içindeki müziği süzebilen insan sayısı oran olarak her geçen gün azaldığı için bu işin artık ne alıcısı ne satıcısı kaldı. Okur olsa bile farkında olamayacağı için müzik aramıyor, bu müziği dizayn edebilecek kabiliyette şair de ya yok, ya perakende. Bir kültür öldü. Şiirden önce şiirin müziği öldü, şiir de müziği öldüğü için öldü zaten.
Peki bunca şiirsever, şair ne yazıyor-okuyor? Bütün çarpıcılığını anlam üzerinden kazanmaya çalışan metinler üretiliyor artık sadece. O çarpıcılık da çoğu zaman sıfat tamlamalarına boğulmuş metinlerdeki bir şartlı refleks duygulandırmadan ya da bir kelime oyunundan ibaret. O yere göğe sığdırılamayan Cemal Süreyya, Can Yücel benzeri pek çok şair de bu dediklerime dahil. Arada güzel bir iki bişi söylemişler ama müzik yok, şiir yok! Tumturaklı lafla şiirin birbirine karıştırıldığı, tumturaklı lafın şiir zannedildiği yoksulluk yıllarındayız.

ANLAM:
Rubaiyi tekrar yazasım var:
“Öptü beni : “Bunlar, kainat gibi gerçek dudaklardır,” dedi.
“Bu ıtır senin icadın değil, saçlarımdan uçan bahardır,” dedi.
“İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde :
körler onları görmese de, yıldızlar vardır.”  dedi.”

Seçilen kelimelere dikkat edilirse var olma halinden bahsediliyor ısrarla. Soyuttan somuta doğru bir anlatım, soyutu adeta somut gibi algılatmayı başaran bir ifade.
Necip Fazıl da çok iyi becerir bu soyutu somut gibi algılatma işini, canlı-orijinal benzetmeleriyle benzersiz bir şairdir. Örnek:
“Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence. “
Fikir çilesi gibi soyut bir şeyi anlatırken seçtiği kelimelere dikkat isterim…Muhteşem!

Çok tanrılı zamanların paganist bakışında “gökyüzünde ne varsa yerde onun karşılığı vardır.” inancı vardır. Kainatı gözleye gözleye bu sonuca varmışlar. Astroloji vs. o sebepten bu kadar eski ve her yerde kendini gösteren bir şeydir. İnsanın doğayı en temel algılayışıdır bu.
Tuhaf bir şekilde bilimsel karşılığı da var bunun. Uzaydaki sistemlerle atomun sistemi bire bir aynı. Birbiri etrafında dönen kütleler, kendi aralarında büyük boşluklar, yörüngeler, dönmek, spiral vs. Makro sistemle mikro sistem aynı kafada. Nasa’nın uzayda aradığı ile Cern’in atomda aradığı aynı şeydir belki de…
Tasavvufta da bu motifler yoğun olarak mevcuttur.

Varlık, var olma, hayat, doğum, cinsel birleşme. Bin yıllardır birbiri içinde algılanan kavramlardır bunlar... Pagan kültüründe de, İslam’da da tasavvufta da yüceltilen kavramlardır. Fakat pagan kafası bu kavramları doğrudan tanrı olarak nitelemiş iken İslam “Allah’tan gelenler” şeklinde doğru yerine oturtmuştur bu kavramları. Pagan için amaç ike İslam doğru şekilde sadece araç olduklarını ifade etmiştir. Denizin içindeki denizi bilmeyen balıktır pagan, İslam denizi bilir. İslam’ın putu sevmeyişi, ruhbanlığa karşı oluşu doğrudan eski yanılgılara bir reddiyedir.

“Kainat gibi gerçek dudaklar” ifadesini böyle okumak gerek. Rubaide örtülü bir erotizm var. “Öptü beni” diye başlıyor zaten. Bu erotizm, doğum, hayat, var olma kavramlarının başlangıç noktasıdır.

Koku soyutla somut arasında muhteşem bir köprüdür ve ayrıca çok etkili bir şeydir hem maddi hem ruhsal olarak. İkinci dize tamamen kokuya ayrılmış. Itırın kokusu için “senin icadın değil” derken “sen bunu kafanda yaratmadın yani soyut bir algıdan-fikirden ibaret bir şey değil bu koku… saçlarımdan geliyor ve saçlarım kadar somut-gerçek bir şey bu koku” diyor.
Henüz ana rahmine düşmemiş bir çocuğu “soyut” yahut “yok” diye tarif edersek o soyutun-yokun somut bir bebeğe dönüşmesi sürecinin, var olma sürecinin erotizmle ilgisi kendini çok belli eder.
“Dehr” diye bir kelime var. Tasavvufi  bir kelime.. Anlaşılması zor bir kelimedir. Farklı farklı manalarda kullanılıyormuş gibi görünür ama aslında hep aynı anlamdadır.  Günlük Türkçe’de karşılığı yoktur. “Olan bütün zamanların tümü” demek aslında. Bu haliyle sadece Tasavvufi değil aynı zamanda kuantum fiziğini de doğrudan ilgilendiren bir kelime. “Dünya” manasında da kullanılır ama kasıt farklıdır aslında. “Doğmak, dünyaya gelmek” demezler de mesela “dehre gelmek” derler. Orada dehre gelmekten kastedilen içinde bulunduğumuz insani zaman boyutuna gelmektir. Pek çok zamanın içindeki bir zamana düşmek, dünyaya düşmek. Ruh olarak yaratılmış olmaktır asıl kastedilen.  Ruhların biz doğmadan yaratıldığı ve ölümden sonra bir hayat olduğu göz önüne alınırsa daha iyi anlaşılır. Örnek, Ziya paşa’nın şu muhteşem beyti:
“Azade-ser olurdum asib-i derd ü gamdan
Ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı”

Hah işte, bu dehre gelme halini, yaratılma hali, doğup bu dünyaya gelme hali, yoktan var olma hali, yahut varlığın farklı bir şekilde tecelli etmesi şeklinde algıladığımız anda mesele anlaşılmıştır. Koku gibi var mı yok mu belli değil (bellidir aslında, somut partiküller söz konusu ama göz göremiyor. “Göz göremiyorsa yoktur” kafası vardır insanda. Koku var mı yok mu kafası karışır insanın) bir şeyden bahsetmese olmazdı…. Koku yokluktan varlığa bir köprü gibi, önce yok sonra var bir şey ve kaynağı ıtır falan değil saçlar…erotik işler. Itır gibi güzel koktuğuna göre de güzel bir şey olmalı bu “var olma”.

“İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde, körler onları görmese de yıldızlar vardır” dizesi için artık bir şey söylemeye gerek bile yok. Gökyüzünde ne varsa yerde karşılığı vardır, türküdeki “kainatın aynasıyım madem ki ben bir insanım” sözü de gelişigüzel söylenmiş bir söz değil. İnsan tüm “var”ın içinde var olan bir “var”dır, müstakil değildir, bağlıdır. Bu müstakil ile bütün, parça ile bütün arasındaki ilişkiyi anlatmaya başlarsam aşkı anlatmış olurum…ama konumuz aşk değil.

Rubaide tek bir tane bile sıfat tamlaması olmayışına da dikkat etmek gerek.
Eskiden de vardı artık iyice boku çıktı bu sıfat tamlaması işinin. Adam “gece” yazamıyor mesela tek başına, illa “uzun gece”, “uzun karanlık gece” diye betimleyecek. Hastalık gibi bir şey bu! Efil efil esen rüzgarlar, soğuk yalnızlıklar, hüzünlü bakışlar vs. cirit atıyor tüm metinlerde. Bu yoğun sıfat kullanımından elde edilmeye çalışılan şey şartlı refleks bir duygulanmadır. Adam sanıyor ki gecenin uzunluğunu belirtirse duygulanacam birden gece uzun diye! “Gece”yi tek başına kullanmaya g.tü yemiyor…Sonuna kadar okumak niyetiyle başladığım pek çok metni bu sıfat tamlamalarından ötürü yarıda hatta başta bırakıyorum, midem kaldırmıyor! Tek sebep bu değil tabi, minnacık fikir için sayfalarca yazılan keçiboynuzu türünden metinleri okumak…zaman kaybı!
Toksindir sıfat. Çok fazla kullanılırsa metni zehirler, okunmaz hale getirir. Her yeri eşya dolu aşırı süslü bir ev gibi düşünün. Pavyon gibi rengarenk ışıklandırılmış falan. Oturması sıkıntı verir insana o ev. Sadelik, yalınlık, zarafet…güzel şeylerdir bunlar. Özlüdürler, yorucu değildirler bilakis ferahlatıcıdırlar. Japonlar’a sormak lazım özellikle bunu, en iyi onlar biliyor bunu. (Gerçi onlar da bozuldu artık nispeten.)

Netice itibariyle Nazım Hikmet hiç sıfat tamlaması kullanmadan, pırıl pırıl, muhteşem kelime seçimleri ile soyutu somutlaştırmayı başarmış muhteşem bir rubai hediye etmiş bize. Kendi adıma müteşekkirim.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...