21 Mayıs 2023 Pazar

KELİMELER - NAÇİZANE TAVSİYELER

 

Not: Yakın zamanda yazdığım Kelimeler yazısının içindeki "Naçizane tavsiyeler" bölümünü oradan kesip biraz da ilaveyle alttaki yazıya dönüştürdüm. Aşırı uzun olmuştu o yazı, ilaveler yaptıkça da uzuyordu, şimdi bu yazı uzar eklerle.


Daha havalı gözükmek için “sıcaklık” yerine “ısı” kelimesini kullanmayın. İkisi farklı şeylerdir, birimleri de farklıdır. “Hangisini kullansam” diye düşünürseniz “sıcaklık”ı kullanın çünkü çok yüksek ihtimal size lazım olan kelime odur. “Isı” gündelik hayatta o kadar da lazım bir kelime değil, ısı yalıtımı, ısı yayılımı gibi birkaç yerde lazım sadece.

“İvme” kelimesini hiç kullanmayın eğer fizik dersinde değilseniz! Çok dangalakça yanlış kullanıyorlar bu kelimeyi, ifrit oluyorum. Bu kelimenin mecazi izdüşümünü gündelik hayatta doğru şekilde yakalayıp kullanmak çok zor, ne olduğunu gayet iyi biliyorum ve bana hiç lazım olmuyor, kullanmıyorum.

Şarjör’e şarzör demiyorsanız şarj’a şarz demeyin.

Şekil'e şegil demiyorsanız eşkal'e de eşgal demeyin! 


“Konsolide etmek” demeyin. Ne idüğü belirsiz bir acayip kelimedir, etmeyin, eylemeyin.


Mefhum: Kavram
Mevhum: Gerçekte var olmayıp var sanılan.

Mevt: Ölüm
Mevta: Ölü
Mefta: Böyle bir şey yok.

Şevkat: Böyle bir şey yok.
Şefkat: Şefkat

İnkılap: Devrim
İnkilap: Böyle bir şey yok.

Delalet: İz, işaret
Dalalet: Sapkınlık

Muvazi: Yere paralel
Mütevazi: Birbirine paralel
Mütevazı: Alçak gönüllü

Sefahat: Eğlenceye düşkünlük
Safahat: Safhalar, evreler

Mahsur: Kuşatılmış, çevrelenmiş, sıkışmış
Mahzur: Sakınca

Mütehassıs: İhtisas sahibi, uzman
Mütehassis: Hislenmiş

Tezkere: Bir işe izin verildiğini belirten resmi evrak
Teskere: Sedye

Bu arada evrak kelimesi aslında "varaklar" demek ama Türkçeye tekil olarak geçmiş, aslında varak olan "yazılı kağıt" için biz evrak diyoruz, bu hesapla "evraklar" ifadesi aslında yanlıştır ama kullanılabilir.

Evlat da velet'in çoğuludur ama evrak'la aynı durum, evlatlar diyebiliriz.
Eşya da şey'in çoğuludur. Gönüüül rahatlığıyla "eşyalar" diyebiliriz çünkü biz eşya diye çoook başka bir şeye diyoruz.

Tanzimler: Tanzimat
Mahlukat: Mahluklar
Küffar: Kafirler
Cühela: Cahiller
Tekil geçme işi bu kelimeler için geçerli değil, küffarlar,   mahlukatlar, küffarlar, cühelalar diyemeyiz, saçma olur çünkü,   tekil olan tekil, çoğul olan da çoğul olarak geçmiş dilimize, tek   bir mahluk için "mahlukat" diyen çok oluyor, bunu   yapmayın.
Ona bakarsan tanzimat ile tazminat'ı karıştıran da var, yuh artık yani bu asla olmamalı!
Ya bok atmak için "cahil cühela" denmesi? Ya bu salakça ithamdaki ironi? Ne diyeyim bilmiyorum bunlara ben, ona buna şuna ok atacağınıza bırakın elinizden o telefonu da açın iki satır kitap, yazı, bir şey okuyun. Ve daha az, çok daha az konuşun ne olur!

 

Maydonoz değil maydanoz,

Sarmısak değil sarımsak,

Zerafet değil zarafet,

Provakasyon değil provokasyon,

Kareografi değil koreografi,

Panoroma değil, panaroma değil… panorama.

Lavobo değil lavabo,

Zaiyat değil zayiat. (Ben bunun böyle olduğunu ileri yaşımda öğrendim! Bilmemek ayıp değil)


Tekabül: Karşılık gelme

Tekamül: Gelişim

 

Tesviye: Düzleştirme

Tasfiye: uzaklaştırma, arındırma

 




Umarsız kelimesini umursamaz anlamında kullananlar vazgeçsin artık lütfen bundan, umarsız-çaresiz demek, umursamaz anlamına gelene umursuz deniyor ki öyle bir kullanım da yok, umursamaz diyeceksiniz uzun uzun, üzgünüm.


Toplam 10 tane rakam var, 0, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10. Bu 10 rakam aynı zamanda da sayıdır, bunların dışında kalan sonsuz adet sayı ise sadece sayıdır rakam değildir. Rakam olmayan sayılara rakam deyip durmayın!


Alman: Alman ırkından olan,
İngiliz: İngiliz 
ırkından olan,
Yunan: Yunan 
ırkından olan,
Hint: Hint 
ırkından olan,
Almanlı: böyle bir şey yok,
İngilizli: b
öyle bir şey yok,
Yunanlı: b
öyle bir şey yok,
Hintli: b
öyle bir şey yok.



Fon: arka plan,
Arka fon: böyle bir şey yok.




Dilşad; gönlü şen, sevinçli anlamına geliyor.

Dilhun da üzgün, yüreği kan ağlayan demek, birbirinin zıttı yani bu iki kelime.

Keşke kullanılsa gene bu kelimeler, ne güzeller…

 




İnkisar: Bir anlamı kırılma-gücenme, diğer anlamı da beddua.

İntizar: Bir anlamı yol gözleme, diğer anlamı da beddua.

İnhisar: Tekel.

Ben çok karıştırırım bu üç kelimeyi ki bunları yazarken Tdk’dan yardım aldım… ama yani karıştırılmayacak gibi de değil, şu inkisar’la intizar ne acayipmiş ki öyle!

 




Kolektif, entelektüel, alerji… bu kelimelerin hepsi tek L ile yazılıyor ki çift L ile yazılması yaygın hatadır.
Bi de afilli değil afili, afil diye bir şey yok, afi var.

 




İcaz: Az sözle çok şey anlatma,

Sehl-i mümteni: İmkansız bir şeyi kolayca ifade etmek. “Hem kolay, hem güç" manasına bir tabirdir. Yazılışı veya söylenişi kolay göründüğü halde taklidine kalkışınca, taklidi imkansız eser demektir.  (Bu tarifi sözlükten kopyala-yapıştır yaptım)

Yahu bu iki kelimeye hakkını veren işler ne kadar da muhteşem işlerdir, ağır şekilde özendiğim işlerdir!

Özellikle sehl-i mümteni ifadesini günlük kullanıma sokmak ve anlamını güzelce öğrenmek lazımdır bence. Sehl-i mümteni arz eden metinler, filmler vs. beni çok etkiler, hem sadedir hem de zekasına hayranlık uyandırır. Aklıma direkt Shtisel adlı diziyi getiriyor, anlatılması çok zor şeyleri inanılmaz bir basitlikle anlatan aşırı zeka içeren bir senaryoya sahip muazzam bir dizidir, hem çok gerçekçi hem de ziyadesiyle sade ve zariftir, keşke 4. sezonu çıksa da izlesek…

 

Not : Sehl-i mümteni'yi bana öğretene de teşekkür çok.


18 Nisan 2023 Salı

BOYALI TIRNAK

Tırnağını kesmezsen pençeye dönüşür ve hem başkalarına hem de dolaylı olarak kendine zarar verirsin, isteyerek ya da istemeyerek.
Fazla dibinden kesersen de alt tarafta kestiğin tırnak değil etin olur, canın yanar, kanın gider.
Pençeye dönmüş tırnak kibrinse, tırnak diye kestiğin etin de özsaygındır. Tırnağı kesmen gereken doğru bir yer vardır, öyle bir yer ki ne silaha dönmüş bir tırnağın olacak ne de izzet-i nefsine halel gelecek, parmağına dikkatli bakarsan görürsün o yeri.
Fazlasını kesip attığın tırnağın kökü sendedir çünkü insan şerefli olarak yaratılmış bir mahluktur, doğduğunda şerefliydi en azından.

“Aşk, sende olmayan bir şeyi, onu senden istemeyen birine vermeye çalışmaktır” demiş Lacan Efendi, öyledir, amenna.
Suretinde aradığın manayı nihayet bulduğunu zannederek sevgiliye zorla kolye gibi takmaya çalışmak…gibi bişi. Kabul de görebilir o kolye, değer de görebilir ta ki bulunduğu zannedilen mananın gerçek olmadığı anlaşılana dek. Aşklar ölür, hep ölür.
Aşka düşmüş kişinin gözü “ol mehlika”dan gayrısını görmediği için parmağını da görmez,  hiç bakmadan tırnak diye etini metini her şeyini büyük bir gönül rahatlığıyla keser. Lüzumsuzca kanlıdır bu yüzden aşk filmleri.

Aşk insanın kendini parçalaması için harika bir fırsattır.

İtme miratı şikeste, seni yüz surete kor. (Sahibi belirsiz bir söz, ya da ben bilmiyorum)
Yani; aynayı kırma, seni yüz surete koyar.
Ayna hakikattir, hakikati düşman beller de ona zarar verirsen artık bütün olamazsın. Parçalayarak yok etmeye çalıştığın hakikat, ruhunu parçaları birbirine hasret suretlere dönüştürür. Kazandığında kaybedersin, sakın kazanma çünkü hakikate karşı gerçek bir zafer elde edilemez.

Burada sözünü ettiğim aşk dünyevi aşk elbette ve bu aşkı insan sadece karşı cinse hissetmiyor, güç aşkı diye bir şey var, para, mevki, kimlikler, aidiyetler vs. ve tüm bu aşkların hepsinde insanın “kendinde olmayanı” verme çabası var. Kendisinde olsaydı aşk ölebilen bir şey olmazdı zaten. İnsanın şu dünyadaki macerası bir yalanı layıkıyla yaşama telaşından başka nedir ki zaten?

Kibrin kaynağının özdeğersizlik hissi olması işleri karıştırır, yani insan kendini değersiz hissettikçe çok değerliymiş gibi tavırları-havaları artar. Bir bok olmayan insanlara bir bokmuş gibi davrandığınızda ilk iş olarak sizi küçümsemeleri tam da bundandır. Körün gözü açıldığında ilk işi bastonunu kırmak olurmuş.

Eee, tırnak metaforu yattı o zaman? Yok yatmadı, tırnak da layıkıyla yaşanmaya çalışılan bir yalandan başka bir şey değil çünkü. Boyasına sıçtığım:p

1 Nisan 2023 Cumartesi

KELİMELER

Şu İngilizce “no” kelimesi “nööö” şeklinde yapıştı ağzıma, kendime yakıştırmıyorum ama kullanmadan da duramıyorum, oturdum düşündüm bu kelimeye bu alaka nerden? (Dizilerden tabi nerden olacak da başka sebep de olmalıydı)

Türkçede önemli kelimeler hep tek hece iken (at, et, it, ot, ok vs.) evet ve hayır’ın iki hece olması tuhaftır.

“Evet”in aslı “emet”miş ve bu kelime Türkçe kökenli. Tuhaf ama gerçek, Türkler olumlu cevap kelimesine iki heceli bir kelime tayin etmiş.

“Hayır”ın durumu daha da tuhaf çünkü bu kelime Arapça kökenli. Ne yani Türklerin olumsuz cevap kelimesi yok muymuş? “Yok”u kullanmışızdır bunun için ki hala kullanıyoruz ama asıl olumsuz cevap kelimemiz “hayır”dır. Daha da tuhafı iki farklı anlamı varmış gibi algıladığımız bu kelimenin aslında tek bir anlamı var: iyilik.

-          Çay ister misiniz?

-          Hayır.

“Çay içmememde hayır vardır” anlamında imiş bu “hayır”. Öyle minnoş bir milletiz ki “NOOO” diye patlayan bir olumsuz kelimemiz yok, “içmesem daha iyi” gibisinden savuşturuyoruz, net bir reddetme söz konusu değil.

İşte bu minnoşluğu kabul etmeyen bünyem patlayan bir olumsuz cevabın eksikliğini “nööö” diye patlayarak gideriyormuş. Çinko eksiği olan çocukların toprak yemesi gibi bir şey işte bu da, yapıyorsun ama sebebini bilmiyorsun. Bilmiyordum yani, öğrendim.


Birbiriyle çok ilgisiz gibi görünen dört farklı alfabenin ilk üç harfi bu şekilde. Görüldüğü üzere Arap Alfabesi’nin üçüncü harfi hariç bütün harfler uyumlu. Yani Alfa, Elif, Alef hep aynı, hepsi de A harfi.

Elif kız ismi, alfa baskın olan…aynı onlar, evet.

“Alfabe” kelimesi de Yunan Alfa-Beta’nın kısaltılmışı zaten, Türkiyede bu kelimenin yerine “Abece”yi yerleştirmeye çalıştılar ama tutmadı, yani Yunancayı şutlayıp Latinceyi getirmeye çalıştılar, olmadı. “Elifba” denince de yazın gidilen Kuran kursları geliyor akla ama o da “alfabe” ile aynı aslında.

Bu nasıl oluyor, ikisi Batı ikisi Doğu, alakasız coğrafyaların alfabeleri nasıl da benziyorlar böyle birbirine?

Öyle değil o iş, bu alfabelerin hepsi Batı’dır. Batı-Doğu sınırı gözümüze Kapıkule gibi görünür ama çok daha doğudadır aslında. Avrupa-Arap Yarımadası Batı’dır, Hindistan-Çin ise Doğu.

Dünyada hep iki dünya var olmuştur, Mezopotamya ve Çin, nitekim Batı’nın özü Mezopotamya, Doğu’nun ise Çin’dir.

Alfabelerin benzemesinin sebebi hepsinin Fenike Alfabesi’nden esinlenmiş olmasıdır.

 

Fenike de aha burası, Kıbrıs’ın doğusu, sene m.ö. 1500 filan, buradan yayılmış işte oraya buraya. Arada Nebatiler filan var, Araplarla İbraniler (Araplarla Yahudiler amca çocuklarıdır) onlardan almışlarmış, tarihçesi-hikayesi uzun, meraklısı araştırsın, lüzumsuz ayrıntı lüzumsuzdur bu yazı için.

Bu arada Doğu-Batı sınırını Hindistan-Arap yarımadası arasından çizdik ama buralar da sanıldığı kadar uzak değil birbirine, aralarında ince bir deniz var (1000 km), öteki tarafa geçmek çok zor değil, vaktin çoksa yukarıdan da yürüyebilirsin.

Biz “Batılılar” Hinduizm’i çok tanrılı bir din olarak biliriz ama Hindular tek tanrıları olduğunu, diğer bütün tanrıların o asıl tek tanrının farklı yansımalarından-sıfatlarından ibaret olduğunu söylüyor. (Esma-ül Hüsna gibi) O tek tanrılarının adı da Brahma. Brahma’nın Hz İbrahim olduğuna dair iddialar mevcut. “Hadi len” demek üzereyken eşlerinin adını öğrenince bi duralıyor insan. (Evet Hinduların tanrısının eşi var) Brahma’nın eşinin adı Sarasvati, Hz. İbrahim’in eşinin adı Sare.
Asıl şüphe uyandıransa hem Arapçada hem de Sanskritçede sesli harf bulunmayışı ve İbrahim ve Brahma isimlerinin aynı sessiz harfleri aynı sırada bulunduruyor olması...
Karışık işler, ben bilmem, meraklısı araştırsın.

(İbrani: İbrahim’den gelen, Yahudi: Yehuda’dan gelen (Yehuda: Hz. Yakup’un oğlu), Musevi: Musa’dan gelen)

Şu meraklısı hazır el atmışken Tasavvuf’un kökenindeki Hindistan ve Yunan etkisini de araştırsın hatta Hristiyan-Yahudi mistisizmlerine Hindu etkisine de bi bakınsın.

Niyetim bilgi bombardımanı yaparak artislik etmek değildir (Soner Yalçın çok yapar bunu, çok antipatik bir tavırdır) ki doğru dürüst bilgi de vermiyorum zaten, mevzuları ucu açık bir şekilde bırakıyorum ancak aydınlık bir dimağ şu ilk üç harfin benzerliğinden huylanır, niyetim de tam olarak budur, huylandırmak.

Uzak sandığımız yerler yakındır, ilgisiz sandığımız pek çok şey gayet ilgilidir, Mısır’dan hiç bahsetmedim, Endülüs bile demedim, hem bilgim çok değil hem de yazının çok uzamasını istemiyorum, söylemeye çalıştığım şey  şudur: hangi meselenin köküne inerseniz coğrafyalar ötesi bir benzerlik hatta aynılık görüyorsunuz. Araplar, Avrupalıların göç etmemiş olanları sanki, Yahudiler her yere dağılmış ama akılları gene Kudüs’te. Kültürler arasında şu an uçurumlar olması yanıltmasın, insanları anlamak istiyorsak hepsini birden anlamak zorundayız yoksa bütün anlamalarımız güdük kalır.



                   


-     Boş boş konuşmaya programlı bazı ağızlar gayet güzel “Fransız, Alman edebiyatı, İngiliz kültürü vs.” diyebiliyorken iş Türklere gelince “Türkiyeli, Türkiye edebiyatı” pespayeliğine girişiyor. Kökü dışarıda bir propagandanın gayet düşük zeka bir tezahürüdür bu, bu minnak zekalı ağızlara söz kar etmez, kürek lazımdır düzeltmek için. Tamam şiddete karşıyız da kürek de insan ırkının önünü gayet güzel açabilir bence. Küreği yabana atmayalım, bi düşünelim. Canım kürek.                                                                

     Bu arada Fransız, İngiliz, Alman kelimelerinin iki anlamı olduğu gibi Türk kelimesinin de iki anlamı var: Türk ırkından olana Türk denir, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olana da Türk denir. Irk meselesi farazidir, saf Türk ırkına mensup birini bulabilir miyiz bilmiyorum, saf Alman, saf İngiliz de bulamayız (İngilizler İngiltere’ye göç etmiş Almanlardır zaten, Almanlar gelmeden Keltler vardı o adada, İrlandalıların ataları), bir meseleyi ırk üzerinden anlamaya çalışırsak yolumuz kesin yanlışa çıkar. Aslolan mensubiyettir, Ermeni kökenli Fransız, Hint kökenli İngiliz, Rum kökenli Türk, Kürt kökenli Türk vb. Doğru kullanım budur, işin aslı budur. Siyasi ayrımcılık yapabilmek adına en temel hakikatlerin gözü çıkartılıyor ve hakikat derdini anlatamıyor…çünkü duymak istemeyen kulağa ne kadar bağırsan boş!

 


      

    

     Şu “bayan değil kadın” duyarlılığı nereden çıkmıştır, nedir?

Avrupalıların bekaret merakından pırtlamıştır bu mesele. Şöyle:

Avrupalılar, önce hitap kelimesini sonra soy ismi söyleyerek hitap ediyorlar insanlara.

Bizde öyle değil, önce ilk isim sonra hitap kelimesi söyleniyor.

Türkler bana Hüseyin Bey derken İngilizler Mr. Bayram diyor… gibi.

Sorun Avrupalıların erkeklere tek bir hitap kelimesi kullanırken hanımlara bekaret ayrımına göre iki adet hitap kelimesi kullanması. Buradaki ayrım net olarak bekarete yönelik çünkü evlenmiş hanımla dul hanıma kullandıkları kelime aynı, sadece hiç evlenmemişlere farklı kelime kullanıyorlar. 



Görüldüğü üzre Türkçe bir Avrupa dili değil, biz farklıyız, bakir-bakire ayırmadan cinsiyetlere yönelik tek bir hitap kelimemiz var.

Avrupa’da yüzyıllaaardır devam eden bu henüz hitap esnasında hanımın bekaretine vurgu yapılmasına Avrupalı hanımlar sonunda isyan etti, son derece haklı bir isyandı bu, öyle ya, sana ne lan benim bekaretimden di mi? Bu isyan neticesinde evlenmemiş hanımlara yönelik “ms, mademoiselle” gibi hitap kelimelerini kullanımdan kaldırarak bütün hanımlar için tek tip “mrs, madame” gibi hitapları kullanmaya zorladılar insanları. İyi de ettiler, çok haklıydılar.

Hal böyle olunca Türk hanımların boynu büküldü çünkü onların çözecek böyle bir sorunu yoktu! Avrupalılara benzeyebilme yolunda sorunsuzluk da sorundur! Birtakım aklı evveller de buna çözüm buldu: bayan değil kadın. Çüş!

“Bizde de kız-kadın ayrımı var bekarete yönelik” gibisinden bir itiraz gelebilir bu noktada. Evet kadın’ın öyle bir anlamı da var ancak pratik kullanımda kadın “yetişkin hanım” olarak kullanılıyor. Gençlere de “kız” diyoruz. Kaba bir hesapla 30 yaşına kadar kız, 30-40 arası hem kız hem kadın, 40 sonrası da kadın, evli olup olmamayı pek önemsemiyoruz kız-kadın seçimi yaparken. Kaldı ki bu iki kelime de hitap kelimesi değildir, bizim hitap kelimemiz “hanım”dır, yani Türkçede hitap ederken bekarete vurgu yapan bir kelime yoktur, hem de hiç yoktur.

Ayrı bir dangalaklık da “kız” kelimesini kullanmaya imtina edenler tarafından icra edilmektedir. “Üniversite öğrencisi kadın” diye haber okumuşluğum var! Oha be, 18-20 yaşındaki kız çocuğuna “kadın” demek nasıl bir garabettir, velev ki bakire değil! Kızdır o yahu, genç kızdır, o kadar. Bunun sınırı nedir, 3-5 yaşındaki çocuklara ne diyeceksiniz? Diyecek söz bulamıyorum bu beyin fukaralarına ben!

Bu “bayan” kelimesi ne peki? O da apayrı bir saçmalık. 1930’lu yıllarda Avrupalılara benzeyecez diye “mr-mrs” benzeri “bay-bayan” kelimeleri uydurulmuş, bana Hüseyin Bey değil de Bay Bayram denecekmiş güya…Tutmamış tabi bu iş, bay kelimesine Didem Madak şiirleri dışında rastlanmamış (o da ironiyle kullanmış) ama bayan kelimesi bir şekilde yer bulmuş kendine günlük kullanımda. Alışkın olunmayan bir kelime olduğu için resmiyet arz ediyor bu kelime ve erkekler tanımadıkları hanımlara mesafeli bir hitap kelimesi olarak kullanıyor, “bayan saatiniz kaç acaba” gibi. (Dile oturmamış, alışık olunmayan kelimeler resmiyet-mesafe arz eder, bkz. cinsel organların bilindik isimlerinin söylenmesi gayet ayıp iken “vajina, penis” gibi kelimelerin kullanımının ayıp sayılmaması) Bence mis gibi “hanım” kelimemiz varken bu “bayan” kelimesi keşke hiç icat edilmesiydi ama bir şekilde gelmiş kendine bir kullanım alanı bulmuş bu kelime, çok da üstüne gitmemek lazım.

Ama bayan değil de kadın desek ne olacak ki, Avrupalı hanımlar gibi sorunlarını çözmüş olamayacak bizim hanımlar…çünkü sorunları hiç var olmadı, yoktu!

“En zoru da karanlık odada siyah kediyi bulmaktır, özellikle de kedi odada yoksa” diyen Konfüçyüs nasıl da haklı değil mi bayanlar?

  


Eninde sonunda mı önünde sonunda mı?
Doğrusu "önünde"li gibi geliyor ama değil. Öyle olsaydı "başında ya da sonunda böyle olacak" gibisinden bir anlamı olurdu, halbuki "sonunda-bitiminde böyle olacak" anlamı var.
"En son"un uzatılmış hali işte, o eninde "en"den geliyor, yani sonlara doğru filan değil iyice sonunda, en sonunda vurgusu var. 
Bittiği sanıldığında bile aslında bitmemiş olacak ve gerçekten bittiğinde dediğim gibi olacak...demek tam olarak eninde sonunda.


Okumak: okumak
Okuma yapmak: bir atölyede okuma diye bir şey imal ediyorlar herhalde, hiç fikrim yok bu nedir, ne saçma bir ifadedir!



Zang: Farsça kökenli, siyah demek

Zenc: Arapça kökenli, siyah demek,

Siyah: Farsça kökenli, siyah demek,

Kara: Türkçe kökenli, siyah demek.

Araplar “zenc” kelimesini Farsçadan almış, bize Arapçadan geçmiş.

“Zenc”i kullanmıyor olabiliriz ama sonuna eklenen Arapça “i” eki ile kullanıyoruz: zenci.

Turuncu: turunç rengi (turunci)

 Haki: hak rengi (hak, toprak demek)

Erguvani: erguvan rengi

Lüzumsuz bilgi: Tanzanya’daki Zanzibar bölgesinin adı da Farsça “zang”dan geliyor, “zencilerin sahili” demekmiş Zanzibar.

Afrikalı kardeşlerimizi tanımlamak için Batılılar da çok yaratıcı davranmamış ve direkt “siyah” anlamına gelen kelimeler kullanmış. Bugün kullanımı sonnn derece sakıncalı olan “negro” kelimesi İspanyolca kökenli ve diğer dillere de geçmiş. (Eti Negro diye bisküvi var, kakaolu, Türkiye dışında başka isimlerle satılıyor çünkü büyük çıngar çıkar Avrupa’da Amerika’da “negro” diye siyah bisküvi satarsan!)

Siyahsa siyah işte, ne ki bu insanların “negro” kelimesiyle derdi, bu kelimeyi kullanmak doğrudan nefret suçu sayılıyor, neden? Çünkü Batılıların Afrikalı siyah derili insanlara etmediği eziyet kalmamış, gemilerle taşıyıp taşıyıp köle yapmışlar Avrupa-Amerika topraklarında, “negro” kelimesi o insanlık dışı kölelik dönemlerini anımsattığı için kullanımı zinhar yasak! Şimdilerde o meşum kelimenin yerine Afro American, African, black, noir gibi kelimeler kullanılıyor.

Bizde de “zenci” yerine “siyahi” kelimesini kullanma duyarlılığı moda oldu, özü Farsça olan bir kelime yerine başka bir Farsça kelime kullanma duyarlılığı, ama her iki kelimenin sonundaki “i” eki yine Arapça! Yahu neden? Bizim zencilerle kötü anılarımız yok ki! Yok çünkü Sanayi Devrimi’ni yaşamadık. Afrika’nın kara derili insanları bugün bütün Batı’dan nefret ediyor ama bizden etmiyor.

Şu “bayan değil kadın” duyarlılığına benzer bir durum bu da, Batılılara benzeyebilmek adına onların sorunlarını ithal ediyoruz. Zencilerin bizim “zenci” kelimemizle asla sorunları yok ama Batılıların “negro” kelimesiyle çok pis sorunları var. (Azıcık dizi kültürü olanlar bilir, Amerikalı zenciler birbirlerine “nigıı” diye hitap ediyor ama bir beyazın böyle söylemesine izin vermezler, sadece kendileri kendilerine diyebilirmiş, onlar da bi tuhaf😊)

Velhasılı “zenci” kelimesini kullanmaktan kaçınmak son derece anlamsız-yersiz bir duyarlılık şovudur, saçmadır.

Peki bizde kötü anıları çağrıştırdığı için anlamında sorun olmayan ama kullanımı mahzurlu kelime var mı? Var, “Kızılbaş” kelimesi.

İlk olarak Şeyh Haydar’ın (Şah İsmail’in babası) askerleri-müridleri kızıl başlıklar takmış ve Şii Safevi Devleti’nin Türkmenlerine “Kızılbaş” denir olmuş böylece. Kelimenin anlamında bir hakaret kastı yok ancak sonraki yüzyıllarda yaşanan pek çok acılı hadiseden dolayı Aleviler kendilerine “Kızılbaş” denmesinden hoşlanmıyorlar, Sünniler bir hakaret kelimesi olarak kullanmış zira. Ben bu kelimeyi hiç kullanmam, kullanılmasına da karşı çıkarım çünkü Aleviler istemiyor, kullanmamak için başka sebebe gerek yok. Bu kelimeyi kullanmaktan uzak durmak duyarlılık şov filan değildir, gayet lüzumlu olması gereken bir duyarlılıktır.

Acı gerçekse duyarlılık gerçek oluyor, gerçek bir acı yoksa olan şey aptal bir duyarlılık şov oluyor.

 




Selamın aleyküm: selam üzerine olsun

Aleyküm selam: selam senin de üzerine olsun.

Selam: Sağ olma, sağlamda olma, barışta olma, güvende olma.

 

“Salim, selamet, sağlam” gibi kelimeler “selam” kelimesiyle aynı kökten.

“Selam” kelimesinin kökeni çok eski, Sümer filan diyorlar, Akat diyorlar, o kadarını bilemem de Yahudilerin “şalom” dedikleri de bizzat “selam”dır. Hatta “şalom alehem” diyorlar. (Bkz. İsrail dizileri, Shtisel’e bakın hatta, çoook muhteşemdir, hayvan gibi güzeldir, aşırı zekicedir, başyapıt)

Selam kelimesini tek bir kelimeye indirgemek zor çünkü her şey var içinde ama “belasızlık” diyebiliriz sanırım. Karşıdan biri geliyor, sen ona “beladan uzak olasın, sağlıklı, barış içinde mis gibi olasın” diyorsun, o da sana “sen de öyle olasın” diyor. Ne güzel… ne güzel temennilerin özetiymiş bu “selam” kelimesi.

Muhafazakar tayfadan bazıları bu selam verme-işini öyle bir vurgulu yapıyor ki “selaaamın aleyküm” derken Cennet’in kapısının giriş şifresini söylüyor sanki, “açın kapıları ben geldim, ahan da parola, Cennet’e en önden biletim var” gibisine… O vurgunun özünde “ben selamın aleyküm-aleyküm selam diyenlerdenim” mesajı var, kendisini başka kesimlerden ayırmaya çalışan birinin son derece şekilci vurgusudur o vurgu…

Yalnız kendisini ayırmaya çalıştığı kesimin durumu da daha az feci değil! Adama “selamın aleyküm” diyorsun, “merhaba” diye karşılıyor! Niye yani ne alaka? “Neden aleyküm selam demiyorsun” diye sorduğunda “ben Arap değilim” diye aptalca bir cevap veriyor. Yahu “merhaba” hangi kökten sanıyorsun Türkçe mi? Hayır tabi ki o da Arapçadan geliyor, bu ne bilimsizliktir!..neyse.

Merhaba: ferahlıkla.

Merhaba ve Selamın Aleyküm gayet farklı anlamlardadırlar ve anlamlarına uygun olarak farklı şekillerde kullanılırlar.

Meclise giren kişi meclistekilere: Selamın Aleyküm

Meclistekiler: Aleyküm selam

Tokalaşılır, öpüşülür filan, herkes yerine oturur, oturduktan sonra;

Meclisteki a kişisi, yeni gelen x kişisine: merhaba x efendi

Yeni gelen x kişisi, a kişisine: merhaba a efendi

Meclisteki b kişisi, yeni gelen x kişisine: merhaba x bey

Yeni gelen x kişisi, b kişisine: merhaba b bey….

Diye devam eder. Meclise giren “selamın aleyküm”ü daha girerken ayaktayken söyler ama herkes oturmadan “merhaba” denmez. Hala yoğun olarak uygulanan kurallar-adetler bunlar, tarih kitabından okuyup yazmıyorum şuraya pek çok kez şahit olduğumu yazıyorum. 
Merhaba'nın oturduktan sonra söylenmesindeki kasıt "umarım meclisimizde rahatsındır, ferahsındır" anlamıdır, sonradan gelen de merhaba diyerek "umarım sen de ferahsındır, rahatsındır, ben geldim diye meclisinizin rahatı kaçmamıştır" demeye getirir. Yani merhaba da harika bir temennidir.

“Kavga insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında. Rüyaları o bayraklaştırıyor, yığınlar onun için yaşıyor, onun için dövüşüyor, onun için ölüyorlar. Mukaddeslerin rengine bürünen bir bukalemun kelime, semavi kitapların şeytanı.”

Cemil Meriç

Günaydın, iyi akşamlar, geçmiş olsun, sıhhatler olsun, güle güle, hoşça kal vs. pek çok güzel temenni kalıbımız var, her birinin kullanım yeri ayrıdır, her birini ötekileştirmeden, berikileştirmeden, ayırmadan adam gibi kullanmak lazım. Selamın aleyküm demek için Müslüman olmaya da gerek yok (Yahudiler kullanıyor zaten) bu toprakların Ermenileri, Rumları, Yahudileri yüzyıllarca kullanmış birbirine… ki peygamberimizin doğumundan çok daha eskidir selamın aleyküm, binlerce yıllıktır, mis gibidir.

“Ne benden sana rüku, ne senden bana kıyam,

Bundan sonra selamın aleyküm, aleyküm selam”

Diyen Fuzuli’ye de selam olsun.

28 Temmuz 2022 Perşembe

MELANKOMİK NOTLAR - 42

Kendine yaşayacak bir şey bulmuş olanlar bir kenarda yaşarken ufak ufak bulduklarını, bulamamış olanlar öteki kenarda yaşıyor. Herkes yaşıyor işte ölüler hariç.

Bununla birlikte her şeyi yıkıcı bir kendinde olma halinde yaşayan bir tayfa var ki onların durumu tartışmalıdır çünkü onlar lüzumundan fazla bu dünyadadır.


Empati yoksunluğu bilgi değildir. Anlamamaktan bilgi doğmaz, bi bok doğmaz.


Sevilme ihtiyacı başkadır, sevmek başka. Karıştırmayın!


Öteki tekini bulmuş çorap gibi mutlu… gibisinden bir laftı.

Ağır saçmalık bu çünkü bir çorabın aradığı, öteki teki olamaz, bir ayak olur ancak. Eş olmanın şartı benzerlik değildir ki.

Bu hesapla Barış Manço’nun Kol Düğmeleri şarkısı da saçmadır, düğmeler gece iyiymiş de gündüz görev esnasında birbirlerine uzak düşüp mutsuzlanıyorlamış filan. (Çüş)

Bilakis sabah görev başladığında kol manşetine kavuşur da tamamlanmış olur her bir kol düğmesi, gece ayrılık. Böyledir.


Gözümün yaşı gibi düştü gözümden dünya. (Şem’i)

dizesiyle

Meyhaneler kapısı bahtım gibi kapansın,

Rindane bade içmek sensiz yasağ olaydı. (Harputlu Hayri Bey)

beytindeki benzetmeler aynı kandan. Birinde somut mecaza, öteki mecaz somuta benzetilmiş.

Demek ki somut-mecaz arasında benzetmeler yapmak iyi sonuçlar üretirmiş gibisinden salakça bir akıl yürütme mümkün tabi ama akılları yürütmemek lazım böyle çünkü salakça. Formül yok, zeka var, muhayyile var. Varsa var, yoksa yok.

Hangisi daha güzel peki? Valla ikisi de birbirinden güzel, ben seçemem. Bir de “bahtım saçlarımdan karadır” var aynı kandan ama o bunlar kadar güzel değil.


Kavgayı düşleyenler değil dişleyenler kazanır evet ama bazı dişler ısıra ısıra kaybetmeyi kazanır. Kazanmak diye neye dendiği de her daim müphemdir.


Nefes kesici bir şey ya çok güzeldir ya da boğazını sıkıyordur. Ya da ikisi birden.


Şu dünyada yarım kalmış tek bir işimin olmaması tamamlanmış bir işim olmamasından.


Comet filminde bizim Fiona (Emmy Rossum) diyo ki:

Gördün mü? İşte bu yüzden zamandan nefret ediyorum. Zaman yüzünden susamlı tavuğumun tadını çıkaramıyorum. (Ağzı tavuk doluyken söylüyor bunu, bir yere yetişmeleri gerek, aceleleri var) Keşke zamanı durdurabilseydim. Ya da en azından şu an gibi ihtiyacım olduğunda dondurabilseydim. Gerçekten, tamamen kurtulurdum.

Zaman bazlı sanatı biliyorsun, filmler, şarkılar filan, hepsi zaman bazlı sanat. Bir başlangıçları, ortaları ve sonları var. Ve başından sonuna görmen gerekiyor. O, zaman çizgisinde kısılıyorsun, ancak bu şekilde tecrübe edebiliyorsun.

Ama tablolar… onların başı, ortası, sonu yok. Görmek istediğini görmek istediğin zaman görüyorsun. Kısıtlama yok, sadece orada.

……………

Şiirin hep yanlış anlaşılmasının temelindeki sorunlardan biridir bu, zaman bazlı sanat zannedilir ama değildir. Açıklaması uzun bunun da lafın tamamı deliye söylenir, ben diyeceğimi dedim.

Ha bir de… insanın içine ateşler salan bazı gözler de zamansız şiir gibidir, net bir açıklamasının olamayışı bu yüzdendir. Nedir lan bu bizim zamana sıkışmışlığımız, "rüzgarsız kalmışlığımız", dehre düşmüşlüğümüz!


Yaşasın arabaların arkasından koşmayı bırakmış hevessiz köpeklerle tarla süren yarış atlarının örgütlü birlikteliği!

20 Nisan 2022 Çarşamba

PEK ÇOK MACH

 

Uzun uzun anlatmaktansa videosunu ekleyeyim de yazı kısalsın.

In Treatment dizisinden görüntü, beyaz adam psikolog, zenci de danışan. Hikayeyse süper!

Herkese, her duruma uygun tek ve net bir formül yoktur, nasihatler genelde “nasıl”a dair veri içermediği için değersizdir, kişisel gelişim zırvaları zırvadır, günde 2 litre su içersen de süper insan filan olmazsın. (Ben günde ortalama 7-8 litre civarında içiyorum, bi bok olmuyor. Bi bok olsun diye içmiyorum zaten, canımın istediği günlük miktar o kadar)

 

Ve bu durumda ölen ayı olmaz.

 

 

Tüm bunlar böyle iken asıl anlatmak istediğim değildir, bende hareket etme isteği uyandıran cümle şudur:

Ne zaman ağırlığım bir tarafa çekse öteki tarafa eğildim.


 Vücudunun bir kütle değeri vardır ve bu sebepten bir ağırlığın vardır. (Çünkü yerçekimi) Ağırlığın dostundur, rüzgarlarda savrulmana engeldir… ama 10. kattan düşerken düşmana dönüşür, ölmene sebep olan şey ağırlığındır.

 

https://efervesanbalik.blogspot.com/2015/09/ya-icindesindir-cemberin-ya-da.html

Yazının sonundaki videoda adam diyor ki:

Hayatta bir şeyi doğru yaparsan bu sana bir ağırlık kazandırır. O zaman bu dünyaya kök saldığını hissedersin. Bazen durup dururken kötü bir rüzgar esmeye başlar. Bu kanser olabilir, içki olabilir, sana ait olmayan bir kadın olabilir. (Ya da sana uygun olmayan bir kadın) Ve seni yere bağlayan bu ağırlığa rağmen hafif bir yaprakmışsın gibi seni yerinden kaldırır, istediği yere götürür. Kontrol sadece o zamana kadar elimizdedir, sonra çaresiziz.

 

Hayatta bir şeyi doğru yapmak bize ağırlık kazandırarak meşum rüzgarların önünde sürüklenmemize engel olabilir ya da… hayatta bir şeyi çok yanlış yapmak ağırlığımız tarafından öldürülmemize sebep olabilir.

Ağırlığımızı dostken düşman, koruyucuyken katile dönüştüren ortak faktör yerçekimidir ki o vardır ve her yerdedir. (Uzay boşluğunda yaşayamıyor olma sorunsalı)

 

Uçuruma gerilmiş ipte yürürken insanı bir tarafa doğru çeken ağırlığa arzu denir. Gönle hoş gelen her türden şeyde insanı öldürme potansiyeli vardır. Belirleyici olan o gönle hoş gelene doğru ne kadar eğildinizdir, fazla meylederseniz ölürsünüz. Uyuşturucu, alkol, kumar, yanlış insana kapılma, intikam isteği, lükse düşkünlük, paraya düşkünlük, sekse düşkünlük vs. Bir duyguyu bir isteği içinizde çok fazla büyütürseniz ölümünüz ondan olur. Yapılması gereken basittir: ters tarafa eğilmek, yani kısmen de olsa vazgeçmek, başka şeylere yönelmek.

Bir şeyi çok istiyorsan ondan uzaklaş yoksa göreceğin uçurumun dibidir.

 

Yoğun istek, gönle hoş gelme filan dedim de… o şeyin bir adı var; bağımlılık.

Tüm söylediklerimin özeti: bağımlılık öldürür.

 

Gözler araçlarında.

Bağımlıysan algıların olabilecek en kötü kılavuzdur. Kontrolün sende olmasındansa cansız göstergelere geçmesinde hayır vardır. Aşkın gözü kör etmesi bu işte, bir kör gözlerine güvenerek hareket ederse sonu hüsran olur.

Pür hayal- ruh-i maşuka iken dide-i Kays,
Neye kim kılsa nazar, suret-i Leyli görünür.

(Leyli, hem Leyla hem de karanlık manasına geliyor, çift anlamlı beyit, tevriye var)

 

Yoksa…

“2 mach hızında burun aşağı uçuyorsundur, sen kendini yeni havalanıyor sanırsın.”

Ne muhteşem şu cümle, belagat harikası!

 

Hiçbir canlı üzerine benzin döküp kibriti çakmaz.

İnsan canlısı da yapmaz bunu, üzerine benzin dökmez, kazara dökülse bile kibritten uzak durur.

Ama bazen işte insan canlısı… çoook farklı şeyler umarak üzerine benzini boca eder, şiirsel bir gafletle de çakar kibriti.

Şiirine tükürdüğümün insan canlısı bu şekilde dil-i mecruhtan da kurtulmuş olur, o da ayrı…

Çıkarmak itseler tenden çekip peykanın ol servin,

Çıkan olsun dil-i mecruh, peykan olmasın ya Rab.

 

Ramazan eki:

Ey iman edenler! Mallarınız da çocuklarınız da sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın.

Münafikun suresi, 9. ayet


7 Şubat 2022 Pazartesi

BOŞLUK

Hayır İbrahim en değerlini... dedi rüyadaki ses.
Kendisinden istenen İsmail'i kurban etmesi değil en değerlisini gözden çıkarmasıydı ama o henüz bunu bilmiyordu.
En değerlini gözden çıkarırsan ona sahip olmadığını anlarsın, çıkarmazsan sahip olduğunu zannederek yaşamaya bir müddet daha devam edersin... eğer kaybetme eğitimine maruz kalmazsan.
Sahip olduğunu zannettiğin her şey (henüz) alınmamış bir eğitimden fazlası değil, her kayıp bir eğitim.

En değerlini gözden çıkarırsan ya da kaybedersen en değerli ikinci şeyin en değerline dönüşür, aynı döngü onun için çalışmaya başlar.

Hasılı kendisine ait zannettiğinin kendisine ait olmadığını anlamalarla geçer eğitimden nasipli bir kulun ömrü.
Fikrim odur ki evrensel yanılgımızın kaynağı bir şeyleri değerli bulmaktır... ve gözden çıkarmaktaki ilim hiçbir şeyde yok.

Sana ait bir şey olmadığı gibi sen de bir yerlere ait değilsin, bu da "anlaşılacaklar listesi"nin öteki yarısı.

Sahipsizlik:
Anne, baba, kardeş, eş, çocuk, akraba, arkadaş vs. hiçbirinden değilsin, şüphesiz pürüzsüz bir yalnızlık içindesin. Kimlik diye taşıdığın da gösterişsiz bir yalan sadece. (Velev ki gösterişli)

Her anlama bir tekamül adımı ve adımların sonunda mutlak kemalat yok, ölüm var. Anlamalar ancak ölümden sonra tamamlanabilir, böyle tasarlanmış. (Hikmet)
İnce buzun üstünde yürümek gibi, herkesin suya düşmeden önce attığı adım farklı ama karşı kıyıya ulaşabilen yok.
Öğreniyor olmanın alamet-i farikası da hüzün, eğitim varsa hüzün kesin vardır.

Kainatın % 99,99 bilmem kaç 99'u boşluktan ibaret çünkü en dıştaki elektronun çekirdeğe uzaklığı çekirdeğin çapına göre aşırı çok büyük... tıpkı ruh yaşının dünyasal kimlik yaşından kat kat kat büyük olduğu gibi.

İnsanın en öz fikirsel kördüğümü sonsuzluğu anlayamaması gibi sonluluğu da anlayamaması, Einstein bile bunları anlayamadan öldü. Evren'in sonsuzluğu saçma geliyor kulağa evet ama bir sonu olması daha da saçma, sondan sonra ne var? Sorun aklın mekan algısında, mekan kavramını yeniden tarif etmemiz gerek ama nasıl? Akıldan başka şeyler gerekli bunun için, sahip olmadığımız şeyler.
O akıl üstü anlama enstrümanlarına sahip olmadığımız için... sonsuzu anlayacak donanıma sahip olmadığımız için... bizim için hakikatin en temel özelliği flu oluşudur.

Ey insanoğlu; lafa gelince beyninin entel dantel tarafıyla anlamış gibi "amenna" benzeri sesler çıkartırsın ama gerçekte anlayan tek bir tarafın bile yok çünkü sonsuzluğu anlamamış birinin hiçbir anlaması gerçek olamaz.
O yüzden bence siktir git.

8 Eylül 2021 Çarşamba

PAPATYAYLA GÜLÜN HİKAYESİ

Hikaye filan yok, papatya kırda yetişmiş, gül dükkanda satılmış. Gülün dikeni varmış öteki yumuşacıkmış. İkisi de ölmüş sonra.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...