28 Haziran 2012 Perşembe

ne vakit bir yaşamak düşünsem


“…….
ne vakit bir yaşamak düşünsem
bu kurtlar sofrasında belki zor
ayıpsız   fakat ellerimizi kirletmeden
ne vakit bir yaşamak düşünsem
sus deyip adınla başlıyorum
içim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
hayır başka türlü olmayacak
ben sana mecburum bilemezsin”

Attila İlhan, “Ben sana mecburum” şiirinin son parçası.
Şiirin en etkili, en gerilimli, en zarif kısmıdır bence burası, buraya kadar olan kısımlar buradaki tempoya sahip değil ve…bildiğim en siyah ümidin ifadesidir bu parça!

Ayıpsız, yani kimsenin ayıplamayacağı bir türden, “başkaları” tarafından da makul-makbul karşılanacak kadar “normal” bir yaşamak düşünüyor şair…
Ama yetmiyor,  böyle sıradan bir “yaşamak”ı bir de kirlenmeden yaşamayı hayal ediyor. Yani “büyük yalan”a hiç yaslanmadan, hiçbir ciğeri beş para etmezin önünde eğilmeden, hiçbir sahteliğe tenezzül göstermeyip, tertemiz eller ve kirlenmemiş vicdanlarla yaşamayı düşünüyor bu “yaşamak”ı…hal böyle olunca o gayet sıradan “yaşamak” fikri ütopik bir hayale dönüşüyor.
Melali anlamayan nesle aşina olmadığı da nasıl da kesin...ahh!

Sonra o sus deyip adıyla başlamalar, içi sıra kımıldayan gizli denizler…simsiyah karanlıkta bir ümidin ifadesi değiller mi ki? Ümitsizlikten duyulan ümidin tarifinden başka hiçbir şey bu… tarif diye verdiğiniz, ümit saydığınız o şey sizin içinizin güzelliğinden başka hiçbir şey!

Arada da bir iyimserlik boncuğu…”bu kurtlar sofrasında belki zor”
Ne zoru yahu imkansız, ne “belki”si, imkansızlığı kesin…


Bu ütopik “O belde”ye kıçı kırık bir “O”ya duyulan aşk mı götürecek yani bizi? (Özür dilerim…ama o “kıç” gerçekten kırık olmayaydı demezdim böyle)
Bu aşk kayığının okyanuslar ötesi beldelere ulaşması şöyle dursun, biraz büyükçe bir gölde bile kolaylıkla alabora olup dibi boylayacağını bilmez misiniz sanki? Bilirsiniz elbette…öyle ya, “aldanma ki şair sözü elbet yalandır!”

Not:
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir

21 Haziran 2012 Perşembe

FAŞİZM

Kahrolsun faşizm,
Faşizm Allah belanı versin,
Kurşunlara gelesin faşizm!

Yahu beter olsun, gebersin anladık da…nedir bu faşizm? Bir Allah’ın kulu da kalkıp anlatsa di mi…faşizm nedir, faşist kimdir?
Yıllar boyunca bunca bağırıldı da kahrolmuş bir faşist görmedik, kimse kendisini “ben faşistim” diye tarif etmedi…yani faşizm düşmanları karşılarında muhatap bulamadı yıllarca ama bunu hiç dert etmeden  bağırmaya devam ettiler….ve en mühimi de bu faşizm düşmanlarının faşizmin ne olduğunu bildiklerini pek sanmıyorum!  Tıpkı “ben ülkücüyüm” diyenlerin çok büyük çoğunluğunun “ülkü”nün ne olduğunu bilmedikleri gibi…
Önemli olan faşizmin ortadan kalkması için çaba sarf etmek miydi yoksa bir şeylere düşman olmak mıydı, kendisini “bir şeylerin düşmanı ve bir başka şeylerin tarafı” olarak tarif etmek miydi acaba? Acep asıl dert uzay boşluğunda kaplanan hacmin beyhude yere kaplanmadığını ispat mıydı? Bu başka bir konu, şimdi konumuz faşizm.

Faşizm Mussolini’nin icadı olarak geçmiş kayıtlara. Fikir babası bir yazar var, kesin başka yazarlar-yazılar-kitaplar falan da vardır da…detayı lüzumsuz, neticede 1920’lerin başında İtalya’da ortaya çıkmış bir doktrin faşizm, burası mühim.
Nazizm (Almanya) ve falanjizm  de (İspanya) faşizmin kardeşleri, ülke değiştikçe isim değişiyor işte, marka gibi şeyler bunlar. Bu üç doktrin de 1920’den sonra ortaya çıkmaya başlamış, 1945’te de vefat etmişler.

Olan şey şu…halkın ve devletin refahını-kurtuluşunu baskıcı bir rejimle, yüksek disiplinle temin etmeye çalışıyorsunuz faşist rejimde…muhalefete yer yok, demokrasi hak getire, öyle her aklına gelen her şeyi yazamıyor, özgürlükler gayet kısıtlı…ve bu faşist yöneticiler halk tarafından çok yüksek oranda destekleniyor. Tuhaf değil mi desteklenmeleri? Bunun nedenini anlamak lazım.

1920 Almanya’sını anlamak lazım önce. Büyük savaştan fena halde mağlup çıkmış, harap halde bir ülke…halkının birbirinden başka yiyeceği bir şey kalmamış. Dahası Fransa, Almanya’nın bu yerle bir olmuşluğunu onun tekrar ayağa kalkabilmesini imkansız kılacak şekilde perçinlemek istiyor, Versailles Anlaşması’nın Fransa için anlamı budur… yüksek savaş tazminatları (çok azını ödedi gerçi Almanya), bir sürü yaptırım vs. Böyle bir ülkenin yöneticisi olmak kolay olmasa gerek ki yönetimler kısa ömürlü olmuş hep, ardından bindiren  1929 buhranı da tüy dikmiş rezilliğe.
Aynı Almanya 1939’da o galip devletlerin karşısına hepsinden daha güçlü olarak gene dikilebilmiş, büyük hezimetten sadece 21 yıl sonra yani…tuhaf değil mi? bunun nasıl mümkün olduğunu da anlamak lazım!

Faşizm işler kötüye gittiğinde ortaya çıkan bir şeydir . Her şeyin başlangıcı bu cümledir.

1920 Almanya’sını tarif ettim ama galip devletler tarafında olmasına rağmen barış görüşmelerinde masaya çağrılma tenezzülü bile gösterilmeyen “itilmiş İtalya”nın 1920’deki durumu da Almanya’dan farklı değildi. Sadece 60 yıllık bir devletti ve kriz yönetimini sağduyuyla uygulayabilecek  katmanlı bir devlet kültüründen nasipsizdi. (Bu kültür için bkz. özellikle İngiltere) Bu şartlar Mussolini gibi bir despotun % 62 oy alması için lazım olan ve nasıl o kadar oy aldığını açıklayan şartlardır. Ha ona onca oy veren o halk 21 yıl sonra cesedini meydanda baş aşağı sallandırmıştır, o ayrı…

Faşizm her şeyden önce bir ortak amaç belirler. Bu milli amaç ülkenin kurtuluşu için üzerinde tartışılması yasaklanmış bir amaçtır ve halk topyekun olarak devletinin iyiliği için organize olarak çalışır. Herkesin ne yapacağı organizasyonun tepesindeki lider tarafından (duçe, führer, milli lider, milli şef…farklı isimlerle anmak mümkün) belirlenmiştir ve uygulamalar da aynı liderin önderliğinde ifa edilir ve denetlenir. Yani kuvvetler ayrılığı falan yoktur, yasama da yürütme de yargı da her şey de liderin bizzat kendisidir. Sorgulama, fikir üretme, muhalefet vs. doğrudan vatan hainliğidir, bunlar ülkeyi milli amaçlarından geri düşürecek şeylerdir. Bir ülkenin topyekun bir askeri kıta halini alması gibi bir şeydir yani faşizm.
Sistem oturunca ortadan önce kaos kalkar ki halkın istediği de tam budur. Bir halkın gönüllü olarak askeri bir kıta halini almasındaki temel faktördür bu, halk kaos istemez. Faşist liderler bu sebepten yüksek oy oranları ie iktidara gelir. Sonra milli başarı kaçınılmazdır, disiplin olunca işler tıkır tıkır yürür. Sorun burada neye “başarı” dediğinizdir.

Kaostan kaçarken baskıya tutulan insanların kaosun bitmesi için çaba göstermesi, baskının bitmesi için çaba göstermesi kadar normaldir, beklenendir, anlaşılırdır, insanidir. Yani % 62 ile başa getirdiğiniz insanı daha da yüksek bir oranla gönderebilirsiniz…Burada anahtar kelime “usanma”dır, her gün bal yeseniz baldan bile usanırsınız di mi? Hele de bal diye yediğiniz aslında bal falan değilse!

Peki o en başta tarif edilen milli amaç sakat çıkarsa? İşte o zaman zamanında seçtiğiniz yönetimi göndermekle kalmaz, liderinin cesedini meydanda baş aşağı sallandırırsınız! Kalabalıklar  düşünmez, kendisine o anda lazım olanı elde etmek için en kestirme gördüğü yola sapar hep. (bkz. 1982 referandumu, % 92 “evet” oyu)

Mevzuya bu gözle bakınca daha 1920’de icat edilmiş bir kelimeye (faşizm) bütün kötülüklerin anasıdır diye küfür etmek bana saçma görünür. Böyle bir kelimenin icat edilmesi bile saçma görünüyor bana çünkü kalabalıkları bir amaç altında toplayıp onları baskıyla ve toplu halde o amaca yönlendirme işinin tarihi, insanlık tarihiyle yaşıttır. Yani faşizm hep vardı ama ya adı yoktu ya da başka bir şeydi… o zamanlar neyin kahrolması için tezahürat yapıyordu acaba insanlar?
Kriz dönemlerinde, olağanüstü dönemlerde disiplinin artması eşyanın tabiatı gereği olduğu için bin yıllardır uygulanagelmiş bir şeydir faşizm, adı konmuş olmasa bile... 6 ay sonra ÖSS sınavına girecek öğrencinin kendisini alıştığı bir çok zevkten mahrum etmesi, anasının-babasının kendisine “ders çalış” diye baskı yapması da aynı şey değil mi ki? Zor zamanlarda ortaya çıkan geçici bir baskıcı rejim işte bu da, sınav bittikten sonra da kendiliğinden kalkar ortadan.

İnsanı görmezden gelen, devletin ortak-yüksek  amaçları için insanı araç gibi gören, sayısal olarak değerlendiren bu baskı rejimini yüceltecek, savunacak halim elbette ki yok, insanlık onuruna aykırı bir şeydir tabi ki faşizm, “keşke hiç olmayası”dır…madem “kahrolsun faşizm” fikrinde bir çok kişiyle böyle hemfikirim, bunca yazıyı neden yazdım peki? Beni rahatsız eden neydi ki bunları yazma gereği hissettim?

Yazdım çünkü insanların ne olduğunu bilmedikleri bir şeye “kahrolsun” diye bağrınarak kendilerini yalandan rahatlatması beni rahatsız ediyor. İnsanların ne dediklerini bilmeden bağırması beni rahatsız ediyor. Faşizmin bir mecburiyetle ortaya çıktığını, etüd edilmesi gerekenin “şartlar” olduğunu bilmeden bağırması beni rahatsız ediyor. Şartları bırakın etüd etmeyi, o şartları öğrenme zahmetini bile göstermemeleri rahatsız ediyor. Kolayca vicdanlarını rahatlatmaları, “görevini yapmış insan” hazzını yalandan yaşamaları beni rahatsız ediyor. Beni asıl bu “kolaycılık”ları rahatsız ediyor.
Aslında asıl konu “kolaycılık”tır, yazmak istediğim de odur. Ortak ve bireysel “yalan”larımızın doğum sebebidir, “büyük yalan”ın doğum sebebidir şu “bizim büyük kolayclılığımız.”
Öyle bir yazı da olacak ama şimdi değil.

18 Haziran 2012 Pazartesi

YARASANIN LİSANI

Bir Amerika’lı profesörün Türklerle ilgili şöyle bir tespiti var, diyor ki:
Türkler bir sorunu halletmek istemedikleri zaman o sorun hakkında konuşmaya başlar!
Fena halde katılıyor hatta hızımı alamayıp ilave ediyorum:
Bir şeyi mahvetmek istediklerinde de o şeyi korumaktan bahsetmeye başlıyorlar!

Düşünülürse “korumak lazım, korumalı tabi” diye diye ne çok şeyi mahvettiğimize dair örnekler bulunabilir.
Konumuz da Türkçe…

Lisan korunulması lazım gelen müzelik bir tarihi eser değildir…bilakis kullanılan, çok kullanılan, en çok kullanılan bir şeydir. Bir badana ustasının fırçasından, bir motor ustasının anahtar takımından daha fazla kullandığı bir aracı var ise o da lisanıdır…bu yüzden en mühim araçtır lisan.
Yani “ata yadigarıdır” diyerek müzeye kaldırıp cam fanuslar arkasında saklayamayız çünkü bize her gün lazım, her an lazımdır. Dilini hiç bilmediğiniz bir ülkede cebinizde paranız olsa bile “bana bir ekmek ver” diyemez de açlıktan ölürsünüz! (Abartıyorum evet)

Hal böyle iken Türkçe hakkında konuşurken korumaktan değil de düzgün kullanmaktan bahsedebiliriz ancak.
Kullanılan şey canlı sayılır, dış etkilere açıktır, değişimler geçirmesi normaldir...ve milliyetçi tutumlar devamlılığına darbe vurur!

Bir kelimenin canlılığı yaygınlığındadır. O kelime yüksek oranda biliniyorsa yüksek oranda kullanılıyordur… ve yüksek oranda da canlıdır. Kelimelere can vermek ve canlarını almak insanoğlunun elindedir ancak bu bu can verme-alma işi zaman alan bir süreçtir…ve lisan için en önemli unsur devamlılıktır zira aktarma görevi vardır, seneler sonrasına aktarma….

Yakın bir tarihte, kullandığımız öz lisanımızı faşizan yaklaşımlarla ameliyatlara uğrattık. “Bu kelime Türkçe değil de Arapçadır, Farsçadır.” şeklinde “sorun”lar tanımlayarak o kelimelerin yerine “öztürkçe” olduğunu iddia ettiğimiz kelimeler koyduk. Bir çok yaygın kelimenin canını aldık, henüz uydurulmuş bir çok kelimeye de can vermeye çabaladık. Bir çok can verme çabası olumsuzlukla sonuçlandı ama bir çoğu da gerçekten canlandı…ve sonra…
Sonra da İngilizce, Fransızca kelimelerle şişirdik “güzel Türkçemiz”i!
Nasıl bir perhiz nasıl lahana turşusudur bu! Sorun meğer dilde yabancı kaynaklı kelimelerin olması değil de o yabancı kaynakların batı kaynakları olmamasıymış! Bu tiyatronun sebebi bizim şu büyük aşağılık kompleksimizmiş meğer!..

Sonuç 1 : Su an kullandığımız Türkçe’de de  bir çok kelime ve ek hala Arapça ve Farsçadır, dilimize derinden işlemiş bu kelimeleri çıkartmaya kalksak derdimizi anlatacak kadar bile konuşamayız,
Sonuç 2 : Öztürkçe diyerek dile sokuşturduğumuz kelimelerin ve eklerin büyük kısmı batı dillerinden apartmadır,
Sonuç 3 : Tuhaf, kontrolsüz ve saçma bir şekilde batı kaynaklı kelime akını devam etmektedir. (Radyoda salağın biri “çok emoşınıl bir durum.” derken ben o radyoyu dinliyordum!)

Neticede artık “iptidai” derseniz Türkçe konuşmaya davet edilirsiniz, “ilkel” derseniz ses çıkmaz, “primitif” derseniz entel görülüp hürmet görürsünüz…öyle prematüre bir ruh işte şu sıralar taşıdığımız “ortak milli ruh”

Madem kelimelerin kökeniyle çok da meşgul değilim, madem bu konuda milliyetçilik yapılmasını uygunsuz buluyorum…o halde dile hala girmekte olan batılı kelimelere gıcıklığım neden? Yoksa ben bir riyakar mıyım? Ya da Osmanlıcı bir gerici?

Üst satırları okuyan bir çok kişinin bana bu etiketi kolaylıkla yapıştıracağını biliyorum…ama kazın ayağı öyle değil! Kelimelerin milliyeti gerçekten çok önemli değil (“önemsiz” demedim, “çok önemli değil” dedim) asıl önemli olan devamlılıktır, aktarımdır.
Asıl yazı şimdi başlıyor…


Konuşurken “muayyen, fail” kelimelerini kullanırsanız size derler ki “Türkçe konuş ne dediğini anlamıyorum!” Aynı kişiye “muayyen gün, faili meçhul” derseniz itirazı olmaz ama… kendisi bile kullanır hatta bu tamlamaları. Derdi ne o zaman? Neden rahatsız oluyor?
Cevap sorunun içinde saklı…o kişi zaten rahatsızdır, siz sadece rahatsızlığını gündeme getirmişsinizdir o kadar.

Bu “eski” kelimelerin anlamlarını bilmeden tv seyretmek, orada burada konuşmak mümkündür ama 30 sene önce yazılmış bir kitabı anlamaktan acizdir bu” Türkçe konuş” diyen kişi!

Konunun Osmanlıcı, cumhuriyetçi, laik, anti laik, dinci, liberal olmakla hiç ilgisi yok, 30 sene önce 50 sene önce yazılmış o kitapları yazanlar çok çeşitli dünya görüşlerine sahiptiler. Birisi de Atatürk mesela… “Gençliğe hitabe” her yerde asılıdır da…okuyup anlayan kaç kişidir? “Nutuk”u da anlayamaz bu eski kelimelere “müzelik, artık işe yaramaz” muamelesi yapan kişi…en Atatürk’çü sensin, en cumhuriyetçi sensin, Atatürk’ü en çok sen sever Atatürke en yüksek sesle sen tezahürat yaparsın… sen cumhuriyeti Atatürk’ten emanet almış o genç nesilsin….ama Atatürk’ün ne dediğini anlamaktan acizsin:) Hadi leyn!
Tabi ki sadece Atatürk değil, bir çok fikir adamı, kitap yazarı yaşadı geçti şu yaşadığımız topraklar üzerinden, kitaplar bıraktılar bize…okumayalım diye:(

Türkçe konuş anlamıyorum” cümlesinin asıl karşılığı şudur, “Dokunma cehaletime, ışık yakma rahatsız oluyorum…çünkü ben bir yarasayım!”


Suyla işi olmayan birine yüzme bilmek saçma gelir…kendi yüzmediği gibi yüzen birine rastlarsa “la oğlum ördek misin sen, çık gel de adam gibi yürüyelim” der mesela.
Halbuki yüzmek de yüzmeyi bilmek de iyidir. Sırasında hayat kurtarır yüzmek, en kötü ihtimalle spor yapmış olursunuz.  Hem sizin suyla işiniz yok diye suyun da sizle işi olmayacak değil ya, bakarsınız olur bir gün di mi? (Bkz. gemi kazası, boğaz’a arabayla uçma, ayağı kayıp suya düşme vs.)

Ha bir de bu eski kelimeleri kullanınca otomatik olarak Osmanlıcı, muhafazakar, dindar vırt zırt sayılındığı bilindiği için özellikle bu eski kelimeleri kullanmaya gayret eden plastik ruhlar da var tabi de…onları doğrudan geçiyoruz, kendilerine karşı oralı bile değiliz!

Fikir hayatı şartlı reflekslerden ibaret kişilerden bahsediyoruz, skalanın bir tarafında duranla öteki tarafında duranın ne farkı olur ki birbirinden…cehaletin ipiyle birbirine bağlanmış, aynılıkları cehaletlerinde saklı kişilerden bahsediyoruz.

Bu “eski” kelimeleri bilmemekte uzlaşmış yığınların bu bilmemekten hiç rahatsız olmaması da doğaldır…çünkü o “eski” kitapları hiç kimse okumaz! Kimse okumadığı için birinin bilmiyor oluşu sorun yaratmaz. “Annem senin anneni kerhanede görmüş.” demez hiç kimse çünkü kendi anasının orada ne aradığını sorarlar adama…
Bilmiyor olmanın nemli-sıcak kollarında uyuşmuş, uyuya kalmış bir yığından bahsediyoruz… Sorgulamayan, fikir üretmeyen, etiketlerde yaşayan ama itham eden, bildiğinden emin, bağıran, kınayan bir yığın. Cemil Meriç’in “Kitlelerin düşünen bir beyinleri yoktur ama sizi alıp en dibe indiren ya da en tepeye çıkartan binlerce kolu vardır” dediği de tam budur…. ki asla o yığının dışında değilim! Bazen çok temel bir şeyi öğrenip de “bunca zaman bunu nasıl öğrenmemişim” diye utandığım oluyor kendi kendime… ama bu utanma dışarıya karşı olmuyor hiç çünkü yetersiz halim başkalarının yetersizliğinden daha fazla olmadığı için hep “yeterli” muamelesi görüyorum…bu “yeterli sayılma” da benim nemli-sıcak döşeğimdir.





Aklıma nerden geldiyse notu 1 : Yaşadığım bir olayı aktarayım:
“Sıkı eski solcu” bir arkadaşımla şiirsel şiirsel sohbet ediyorduk. (eski zamanlar tabi, şimdi ne şiir kaldı ne solcu, ne de sıkı) Tahmin edileceği üzere divan edebiyatına malum giydirmeleri yaparken, bu şiirin lüzumsuzluğunu anlatırken… Nazım’dan “doğru şiir”e dair örnekler sunuyordu, sordum:
-       Nazım “Akrep gibisin kardeşim”  şiirinde “hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf” derken nereye gönderme yapıyor farkında mısın?
-       Yoo, bir gönderme mi var orada?
-       Evet, Hayali’nin “cihan ara cihan içredir arayı bilmezler,
ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” beytine gönderme var orada, cümlenin “hani şu” diye başlaması boşuna değil, Hayali’nin bahsettiği balıktan bahsediyor Nazım.
Sonrası şok…şok olduğunu saklamayacak kadar dürüst birisi olduğu için şokun şiddetini olduğu gibi hissettim, gerçekten hiç beklemediği bir şeymiş meğer Nazım’ın oturup gazel okuması…ve bana hak verdi, referans Nazım olunca işler değişti elbette, tabi ki okumak-öğrenmek lazım geldiğine dair bir şeyler söyledi, divan edebiyatı da o kadar “boş” olmayabilirmiş vs.
Şaka gibi! Asıl Nazım’ın divan edebiyatından bihaber olması şok edici olurdu bence, düşüncesi bile tuhaf!
Olan şey şuydu: solcu olduğu için Nazım’ı seviyordu, Nazım sevdiği için şiir seviyordu…ve hepsi yalandı aslında:)
ve bu yalanlar silsilesi en başta Nazım’a haksızlıktı çünkü O şiiri gerçekten severdi…ya da şiir onu severdi, bilinmez ki!

Aklıma nerden geldiyse notu 2 : Bir başka “solcu” şairden anekdot:
Attila İlhan kendisine “üstad iyisin hoşsun da neden bu eski kelimeleri kullanıyorsun, anlamıyoruz seni…neden bize gelmiyorsun?” diye soran gençlere “neden ben size geliyormuşum siz bana gelin, oturun öğrenin keratalar”  demiş…geçmiş bir zamanda….gecikmiş bir zamanda ya da…bilinmez ki!

4 Haziran 2012 Pazartesi

YARASANIN GÖZ SAĞLIĞI - 2

Yazacaklarım http://efervesanbalik.blogspot.com/2012/06/yarasanin-goz-sagligi.html linkindeki yazının devamı niteliğindedir, bölme sebebim diyeceklerimin bitmemiş oluşudur, tatmin olmadım.

Baştan alırsak şöyle bir mantık silsilesi kurmak mümkün:

-          İnsanın iki temel eğilimi var, hayatta kalmak ve üremek,
-          Korku ve şiddet hayatta kalmak için bize lazımdır. İnsan bu yüzden özünde antisosyal bir varlıktır. (“asosyal” değil “antisosyal”, aralarındaki farkı bilmeyenler bu cümleyi yanlış anlar.) Buradan hareketle insanın özünün kötücül olduğunu  düşünebilir miyiz? Bu soru dursun burada şimdilik.
-          Hayatta kalmak için başka şeyler de lazım, yiyecek, giyecek, mağara, ev vs.
-          Belirsizlikleri hayatımızın devamı için tehdit olarak algılıyoruz ve bu yüzden bilmediklerimize yaklaşımımız temkinli bir merak şeklindedir. Bildiklerimizden emin olmak isterken bilmediklerimizi kısmen de olsa aydınlatmaya çalışırız.
-          Yeni bir bilgi eski bildiklerimizin önemli bir kısmını geçersizleştiriyorsa o yeni bilginin doğruluğunu şüpheyle araştırmak yerine doğrudan yanlış olduğunu iddia etmek (inkar) hayatta kalmak için  yaptığımız şeylerdendir… Mesela 1980 öncesinde kelle koltukta “vatanı milleti için” sağcılık ya da solculuk yapanlar Türkiye’deki solculuğun İngiltere, sağcılığın da ABD tarafından organize edilen ve asıl amacı bir şekilde Türkiye’yi kontrol altında tutmak olan faaliyetler olduğu bilgisi ile karşılaşırsa doğrudan bu bilginin yanlış-yalan olduğunu iddia ve kabul eder…bu bilginin doğru olma garantisi yoktur elbette ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta bu yalan ve yanlış olduğunu iddia etme hiçbir araştırmaya gerek duyulmadan gerçekleşir. İnsan bütün önemli bildiklerinin bir anda önemsiz ve yanlış olduğunu öğrenmekten hoşlanmaz, hayatta kalma itkisi derhal devreye girer ve sorgulamasız bir yalanlamaya sevk eder insanı. Bu kişiler hoşlarına gitmeyecek ama yalanlayamacakları bir gerçekle karşılaştıklarında ise o bilgiyi gizlemeyi tercih ederler, devreye inkar girer, inkarın kaynağı da hayatta kalmaktır.
Aslında düşünsel mevzularda “hayatta kalmak” yerine “bütünlüğünü korumak” tabirini kullanmak daha yerindedir. İnsan bir bütün olarak hayat kalmak ister, önce bütünleşmek sonra bu bütünlüğü korumak ister.
İnsan bütün olmanın nasıl bir şey olduğunu bilir, çocukken bütündür çünkü….parçalanma sonradan olur, çocuklukta başlar, öğrenme parçalanmayı besler… en travmatik parçalanmalar da çocukken olanlardır genelde.
Merak ettikçe öğrenir, öğrendikçe parçalanırsınız. Tekrar bütün olabilmek için yeni meraklar edinirsiniz ancak bu yeni öğrenmeler yeni parçalanmalara sebep olabilir…olmayabilir de, öğrenmek bütünleşmenize yardımcı da olabilir. Sartre’ın “Duvar” adlı hikayesini ve Necip Fazıl’ın “Çile” şiirini bu gözle okumak lazım…bence.

Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi” diye şey var, insan ihtiyaçlarını şöyle tarif ediyor Maslow:
Maslow, gereksinimleri şu şekilde kategorize etmektedir.
1.   Fizyolojik gereksinimler (nefes, besin, su, cinsellik, uyku, denge, boşaltım)
2.   Güvenlik gereksinimi (vücut, iş, kaynak, etik, aile, sağlık, mülkiyet güvenliği)
3.   Ait olma, sevgi, sevecenlik gereksinimi (arkadaşlık, aile, cinsel yakınlık)
4.   Saygınlık gereksinimi (kendine saygı, güven, başarı, diğerlerinin saygısı, başkalarına saygı)
5.   Kendini gerçekleştirme gereksinimi (erdem, yaratıcılık, doğallık, problem çözme, önyargısız olma, gerçeklerin kabulü)

Bu 5 maddede “bütün olma” arzusunu aramak boşuna bir faaliyet olmayacaktır.

Bir de romantizm var…bütün olmadığı halde kendini bütün saymaya yarar…yani inkar yoluyla bütünlüğü gerçekleştirmektir romantizm! Yalandan bir bütünlük elbette…
Aşık birisinin aşık olduğu kişinin yanında olmak istemesi, ne istediğinden emin olması, amacından şüphesizliği…ne güzel bir bütünlüktür:) ama hayatın anlamı sevilenin yanında olmak olamaz çünkü aşk denen şey ömrü olan bir şeydir, ölür bir gün…o sebepten sevilenin yanında olma isteği ancak “geçici bir bütünlük hissi” olabilir ama o bütünlük hissedilirken geçici olmadığı, ebedi olduğu varsayılır…bu bir inkardır, yani romantizmdir.
Fuzuli’nin aşkı bitmesin diye sevgiliye kavuşmayı reddetmesi de (imkansızlıklar aşkı besler, vuslat öldürür) böyle bakınca anlamsız gelmiyor, adam bütünlüğünün devamını garanti etmenin peşinde, kavuşursa aşkının geçici olduğu anlaşılır, parçalanma yaşanır.

Romantizm sadece aşkta olmaz… “halkını kurtarmak” fikri de romantizmden beslenir.

“Halkı kurtarmak” ile “insanlar için güzel şeyler yapmak” arasında fark var… insanlar için güzel şeyler yapmaya üşenen insanların topyekun bir halkı kurtarmaya soyunması hiç de az rastlanan bir şey değildir. Burada samimiyetsizlik ya da isteklerde şuursuzluk aramak boşuna olmaz. Kendisine ya da yakın çevresine (çoluk çocuk, aile vs.) faydası olmayan insanları bir milleti kurtarmaya soyunmuş görmek bizi şaşırtması gereken bir şeydir ama o kadar çok görürüz ki bu hali…normal kabul ederiz…
Absürd olan yaygınlaşınca normal kabul ediliyor…

Milleti için, tanımadığı insanlar için kendi rahatlarından hatta canlarından vazgeçebilen insanlara saygı duymamak, samimiyetlerinden şüphe etmek ahlaksızlık, nankörlük olur…ölen, işkence gören, çile çeken, başkalarının acısını kendi acısı gibi yaşayan insanlara hürmetim büyük, sağ-sol ayırt etmeden büyük…ama konumuz iyi niyet ya da fedakarlık değil.

Memleketi kurtarmak için harekete geçmeden önce şunların olması gerekir:
1-    Memleketin kurtarılması gereken bir halde olduğunu ve kurtarılması gerektiği kabul edersiniz,
2-    Bu kurtarma işinde aktif rol almanız gerektiğini düşünürsünüz, (durumdan vazife çıkartmak)
3-    Nasıl kurtarılacağını bildiğinizi düşünürsünüz, …yetmez, reçetenizden emin olursunuz,
4-    Kurtarma reçetesi sizinki gibi olmayan insanlar doğru kurtarma reçetesine ikna edilmeli, ikna edilemeyenler ortadan kaldırılmalıdır. Reçetenize karşı çıkan herkes düşmandır, vatan-millet hainidir.

Böyle alt alta yazınca gülümseyerek okuyor insan ama…oldu ki bunlar, hala oluyor.

AKP karşıtlarına göre AKP’ye oy verenler koyun ve uyuyorlar, kendileri ise uyanık. AKP asla iyi şeyler yapmaz.
AKP yanlılarına göre de AKP düşmanları yanılmış kişiler…AKP asla kötü şey yapmaz.
Atatürk aşıkları ve düşmanları şeklinde iki romantik kitlenin varlığı da gözden kaçacak gibi değil. Osmanlı aşıkları ve Osmanlı düşmanları kitleleri de var elbette. Duyguyla ilgisi olmaması gereken, akıl-bilgi ile üzerine gidilmesi gereken bu konularda “sevmek” kelimesinin bu kadar çok geçmesi aklın kabul etmemesi gereken bir şeydir.
Mensup oldukları dinle ilgili tebliğler yapanların “dinsever” romantizmleri de dikkate şayan…dine karşı olanların din karşıtı propagandasında da aynı romantizmi görmek gayet  kolay. (Din karşıtı propaganda yapanlar daha çok ateist değil de dine mensup ama dindar olmayanlardır nedense!...bir açıklaması var elbette bunun da, konumuz değil)
Tüm bu romantik taraftar insanların ortak özelliği bir cümleyi kendi yandaşları söylerse alkışlarken, karşı kampın mensubu söylerse yuhalarlar, ne söylendiği değil kimin söylediği önemlidir hep.
Burada FB’li romantiklerle GS’li romantikleri anmadan geçmek de olmaz elbette…

Sözün özü insanlar;
Kendilerini ifade etmek istiyorlarsa,
Siyah ve beyaz dışındaki tüm renkleri (17milyon renk var tabiatta ve bunların içinde siyah ve beyaz yok, çünkü siyah ve beyaz renk değildir) yok sayarak kendilerini bu iki renkten biri ile ifade ediyorlarsa…
kendilerini böyle ifade edebilmek için inkara ihtiyaçları varsa…
romantik olmaları kaçınılmazdır. (Bkz. Maslow’un 3, 4 ve 5. maddeleri…bu arada “insanın kendini gerçekleştirmesi” çok güzel bir tarif)

insanlar bütün bunları bütün olmak için yapıyor.
İnsanlar şüpheyi sevmiyor, inkarcı bir romantizm içinde kendilerini bütün saymak gerçekten bütün olmaya gayret etmekten daha kolay.
Ve romantizmleri bencilliklerinden besleniyor çünkü kendilerini bütün hissetmek için kendi reçetelerini kurtarılacak vatana-millete dayatıyorlar hatta…kurtarılmaya muhtaç bir vatan yoksa yaratıyorlar!

Tatminlerin en yükseği insanlar için bir şeyler yaptığına inanmak. (Bkz. Faust) İnsanlar bu tatmini bencilce yaşamak için bencilliklerini feda ediyor.


Peki, gelelim baştaki soruya…insanın özü kötücül mü?
Tam olarak bilmiyorum:) gerçekten bilmiyorum, kafamı kurcalayan bir şey bu…
Kötücüllüğünü anlayabiliyorum ama yok sayamayacağım bir dünya samimi iyicil tavrı açıklamakta zorlanıyorum…sanki insan doğduğu andan itibaren kötüden iyiye doğru yol almakla görevlendirilmiş, iyiye vardıkça kemale yaklaşacak bir varlıkmış gibi geliyor bazen bana….Hristiyan anlayışına çok paralel gibi görünüyor bu düşünce ki onların “hayat günahlarından arınma yeridir” şeklindeki söylemlerini doğrudan sapkın bulduğumu, iler tutar tarafı olmadığını peşinen söyleyeyim, kastım asla öyle bir şey değil… ama batının “yaşamak için öldür” ile doğunun “yaşa ve yaşat” şeklindeki temel dünya görüşleri içine uygun şekilde konumlandırabilmiş değilim henüz bu iyilik-kötülük meselesini…ha bi de “iyilik-kötülük diye neye diyorsun?” sorusu var ki…düşünmesem de olur, inkar en güzel uyku ilacıdır çünkü ve o uyku bana her gün lazım!

YARASANIN GÖZ SAĞLIĞI


İnsan bilmediği, bildikleri ile açıklayamadığı, daha önce gördüklerine benzemeyen (yabancı) bir şey görürse ne yapar?
Taş atar :)
 Şaka değil, öyle yapar gerçekten, öyle ki “bu şey bana yabancıdır” manasında “camda görsem taş atarım” derim. Hatırlayanlar hatırlayacaktır,  Ege’de bir köylü  tarlada uzaylı görüp kafasına taş attığı için hayli gündemdeydi bir zamanlar.
Bir şeye sırf yabancı olduğu için şiddet uygulamaktan bahsediyoruz ama “kafasına sopayla vurmak” diyemeyiz, “illa taş atmak” olacak. Neden? Şiddetin şekli önemli mi?
Önemli evet… Taş uzaktan atılır, kafaya sopa indirmek için yakınına gitmek gerekli çünkü…yabancı bir şeye şiddet uzaktan uygulanır yani. Neden? O yabancı şeyden korkulduğu için.

Bu anlattıklarım geyik değil, bir şeyleri anlamak için bu taş atmayı iyi etüd etmek gerek.

İnsan doğasına en uygun davranan, doğasından en az kopmuş olandır yani uygarlaşmamış olandır…mesela Afrika’daki kabile yerlileri.
Bu yerliler ormanda dolaşırken daha önce gördüklerine benzemeyen bir şey görürse (mesela papyonlu-fraklı ya da kravatlı-takım elbiseli bi herif) aklına şunlar geliyor:
-          Ne olduğunu merak ediyorum, öğrenmeliyim,
-          Ben ne olduğunu öğrenmeye çalışırken bana zarar verebilir, öldürebilir hatta, o yüzden önce etkisiz hale getirmeliyim,
-          Onu öldürmeliyim ya da kaçmalıyım, iyisi mi merak etmekten vazgeçeyim ben… (durum sarpa sararsa)
Yani insan doğasına “tehlikesiz olduğundan emin değilsen önce etkisiz hale getir sonra öğren” prensibi kodlanmıştır. Bu onun hayatta kalma itkisinin en temel tezahürlerindendir.

Taşla sopanın farkı burada işte, sopayı kullanmak için yaklaşmanız gerekir ve bu yakınlık onun size zarar vermesini mümkün kılabilir…ama taş süper bir şiddet yöntemidir, bir taraftan etkisiz hale getirme faaliyetleriniz devam ederken diğer taraftan kaçmaya karar verirseniz yarışa bir taş atımı kadar önde başlarsınız…yani aynı anda hem saldırı hem de savunma yaparsınız.
İnsanlık birazcık gelişince taş mızrağa, sopa da kılıca dönüşüyor. Ama çok fazla gelişince mesafelerin çok da önemi kalmıyor ne yazık ki….(Füze falan)
O yüzden filmlerdeki bütün yerliler mızrakla dolaşıyor.
Bu dediklerim tanımlanamayan cisimler (kravatlı adam) için geçerli olduğu gibi tanımlanan ve tehlikeli olduğu bilinen (aslan) varlıklar için de geçerli elbette. (Merak hariç)

“Ne olursa olsun hayatta kal, ne yap ne et hayatta kal” prensibi insan ruhu anayasasının 1. maddesi ama tek maddesi değil! O vazgeçilmez-değiştirilemez maddelerden biri de “merak et” maddesi, illa öğreneceğiz! Ama bu iki madde aslında aynı kökten besleniyor…

İnsan korktuğu, kendisini tedirgin eden şeylerin bir listesini yapsa görülür ki korktukları hep bilmedikleridir…bilinmeyenleri bilinir hale getirmek insanda güven hissi yaratır, hayatına kast edecek bilinmeyenleri bilinir hale getirmenin motorudur merak. (Fal, rüya tabiri, astroloji benzeri şeyler bu sebepten bu kadar ilgi görüyor)
Bilinmeyenleri bilinir hale getirmek kadar önemli bir diğer faaliyet de bildiklerine sahip çıkmak, yani emin olmak!


Bilmek yetmez emin olmak lazım…ve emin olmak teorik bir şeydir, pratiğe uygulamak için yanlışa hürmet etmek gerekir. Bilme sandıklarımız hep  inançtır aslında ve biz belirsizliğin elinde inlemektense inanmayı tercih ederiz, bütün emin olmalarımız körü körüne olmaya mahkumdur. Bütün yargılar birer önyargıdır ve ön yargılarımız hayatta kalmamızı sağlar.


İşte tam bu yüzden “kavga insanla kader arasında değil de insanla kelime arasında”dır. Kelimeler aracılığıyla bölünüp kamplaşırız…kampımızda bizden başka birilerinin bulunması bildiklerimizden emin olma hissini arttırırken karşı kamptakilerin nasıl da feci şekilde yanıldıklarını defalarca defalarca (hep aynı cümlelerle) kendimize ve başkalarına izah ederek imanımızı arttırırız, tazeleriz.

İmanımızı zedeleyecek türden açıklamalar hatta ispatlar düşmanımızdır ve yalandır! Bizim gibi düşünmeyen de aptaldır ki bizim aptal olmamamızın ispatı başkalarının aptal oluşudur, yani aptal olmamak için aptallara ihtiyacımız hep vardır. (Ya da “aptal” diyeceğimiz birilerine)

Rencide olur dide-i huffaş ziyadan. (Rencide olur dide-i huffaş Ziya’dan)
(Tevriye yani çift anlam var, ilk anlam “yarasanın gözü ışıktan rahatsız olur” iken öteki anlam “benim açığa vurduğum bir takım gerçekler, benim aklımın aydınlığı birilerini rahatsız ediyor” şeklindedir, şairin adının Ziya olması ve “ziya”nın “ışık” anlamına geliyor olması bu anlam çiftliğini sağlıyor, Ziya derken Ziya Paşa yani…tabi ki Ziya Paşa’nın yarasa olarak nitelediği kişilerin de Ziya Paşa’yı karanlık olmakla hatta vatan haini olmakla suçladığına şüpheniz olmasın.)

Kimin yarasa olduğunu tartışmak lüzumsuz ama yarasanın gözlerinin sağlığının önemi tartışılmaz!

Hepimiz yarasayız ve gözlerimizi rahat ettirmek için ceplerimiz taş dolu! Şiddet en öz sermayelerimizden birisi ve her an kullanmaya hazırız, kullanıyoruz da…şiddet dediğim salt birinin kafasına bir şey indirmek değil elbette bunun psikolojik şiddeti var, duygusal şiddeti var, demagojisi var, yalanı var, ajitasyonu var, inkar var, ortadan kaldırma var, var da var…


(Bu inkar meselesini de kendimizden sakladıklarımız ve başkalarından sakladıklarımız olarak ikiye ayırıp bi güzel deşelemek lazım, inkar çok mühim bir şey…ki inkarın kaynağı da tıpkı korku gibi, şiddet gibi hayatta kalmaktır.)

Ve bu şiddeti hem savunma hem de saldırma amaçlı kullanıyoruz, hayatta kalmak için kullanıyoruz.
Ormandaki bilinmeyen herifin yerini hesaba katmadığımız faktörler almıştır, yanlış bildiklerimizi düzeltecek gerçeklikler almıştır…karanlığımızı aydınlatacak ışık almıştır…ve insan doğasının gerçeğe karşı ilk tepkisi onu taşlamaktır…eğer doğru bildiklerimiz ile çelişiyorsa.

Gözümü acıtan o ışık derhal  sönsün, yoksa taş geliyor!


Not: Burada yazılanlar “gerçek bilim insanları” için geçersizdir çünkü onlar merak etmeyi hayatta kalmanın bile önüne geçirmişlerdir…onlar gözlerini ışığa dikerek acılar içinde görebilmeyi bekleyenlerdir…bu kişiler şüphe ile sevişmeye hüküm giymiş arsız merak edicilerdir, gerçek ne olursa olsun muhakkak öğrenmelidirler. Prof. doç. vs. ünvanlar  umurları değildir, sadece öğrenmek isterler, merak duyguları doz aşımına uğradığı için bir türlü de tatmin olmazlar. İnsan doğaları tahrif olmuş bu gerçek insanlık ışıkları merak içinde ölür hep…

Not 2 :Madam Curie radyum elementini keşfedebilmek için başına gelecekleri bildiği halde, bile isteye radyasyona maruz kaldı ve bu yüzden öldü. Kendisine “bilim şehidi” denir kendisini insanlık için feda ettiği için…bu yanlıştır, o merakını gidermek için maruz kaldı radyasyona, kafasında saplantı halinde bir merak duygusu ile son derece bencil bir tavırla radyasyona maruz kaldı. Gerçek bilim insanları böyledir, merakları canlarından bile kıymetlidir…

Not 3 : Bu “bencillik” dediğim şey bir çok şeyin motoru aslında, buraya sıkıştırmak olmaz, sadece bununla ilgili bir yazı yazmak lazım.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...