27 Aralık 2010 Pazartesi

Bİ SİTTİR GİT

Sana diyorum 2010 ! Ne lüzumsuz bir yıldın sen, düş artık yakamdan, cehennem ol!

Biliyorum ki geçen sadece zamandır bazen ..Giden zamanın, yanında bazı şeyleri de götürmesi, belirginleri belirsiz kılması çok anlatılan bir şeydir, burdan başlayıp bi dünya laf eder durur insanlar. Ama bazen geçen sadece zaman oluyor işte, geçiyor ama geçirmiyor. Akan suyun derinlerdeki kumları yerinden oynatamaması gibi.

Başıma gelenleri yaşıyor, başıma gelecekleri bekliyorum. Çekiştirmekten, çekiştirmenin faydasızlığını gördükçe daha da çok yoruluyor insan, kendi haline bırakasım oluyor ama o da olamıyor..Kendi haline bıraksam, kendimi bıraksam, kendimi kendi halime bıraksam, kendimi rahat bıraksam...Güzel olur herhalde ne bileyim...

2010 orta yerinden bıçaklanmış ihtimallerle dolu bir yıldı. İhmal edilmiş ihtimaller çöpe, ihmal edilmemiş ihtimallerse bıçaklanmak suretiyle mezara gitti. Gitme sırası şimdi 2010'da.

Geçenleri gelecek olanlardan "yıl" adlı etiketle ayırmak züğürt tesellisinden başka bir şey değil biliyorum. Biliyorum ki uzun bir ipi eşit ve hayali noktalarla parçalara bölmek o ipin öz niteliğinde herhangi bir değişiklik yaratmaz, biliyorum ki aslolan o ipin sürekliliğidir, biliyorum ki o ipi parçalara bölen gerçek noktalar hayal kırıklıklarıdır, asıl ayırıcı noktalar camdan hayallerin tuz buz olmak  üzere yere düştükleri noktalardır ve hayatımız hayal kırıklıkları arasındaki yaşanmışlıklardan ibarettir. Bilmediklerimse çok daha fazla elbette ama  ağlamasını biliyorum çok şükür.

Yılın numarası değişiyor ey hayat, başka emrin var mı?

Bu arada fikir değiştirdim ben, dil-i mecruh çıkmasın çıkan peykan olsun...lütfen.

24 Aralık 2010 Cuma

Don't Worry, I'm Fine






Bu gün seyrettim bu filmi. Breaking the waves ile birlikte son zamanlarda seyrettiğim beni en çok etkileyen film…
Film “bana hakikati değil muradını ver,çünkü her yalan bir yaratış” sözünü muhteşem anlatıyor. Varsın öyle olmayıversin, ama biz öyle bilelim, ne ki…”Bir de benden nefret etsin ama üzülmesin” var. Zor işler…
Anlatılanın yukarıda yazdığım söz  olduğunu finalde anlıyoruz. Zerafet iliklerine kadar işlemiş filmin, yüzünü ıslatmadan ağlayabilenlerin filmi, son derece asil bir hüznü var, asla ağlak değil  ve sebebi belirsiz bi ağlama isteğiyle birlikte izliyorsunuz filmi.
Bu da şarkısı. Hem filmle çok uyumlu hem de çok güzel. Sözleri ayrı bir bahis konusu, ayrı güzel. “Seni melek yapanın kanatlar olmadığını anlarsın.”
Ve filme asıl katkıyı yapan faktör başroldeki kız, lili. Melanie Lurent oynuyor. Çok özel bi kız. Nemliymiş gibi görünen her an ağlamaya hazır gözleriyle anlattıkları inanılmaz. O olmasaydı olmazdı sanırım…
“Neden merak ederiz?” sorusunu bu filmi seyrettikten sonra tekrar düşünmek lazım. Doğrunun peşindeyiz de neden öyleyiz? Öğrendikçe çoğalacak mıyız yoksa azalacak mıyız? Peki hangisi bizi daha mutlı kılar hangisi bizi daha güzel bi insan yapar? Neyi neden merak ediyoruz?

12 Aralık 2010 Pazar

BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?

Sigarada 5.325.967 çeşit zehir olduğunu ve  dünya üzerinde bu kadar çeşit zehir  olmadığını,

Ahmet Kaya’nın asıl soyadının “Şeker” olduğunu ve bağlamayı sert çalışından dolayı sonradan “Kaya” soyadını aldığını,

İlk Temel fıkrasının Hollywood’da üretildiğini,

Deniz atlarının çift cinsiyetli olduğunu ve zorda kalınca kendisini dölleyebildiğini,

İsmail Amca’nın gençliğinin bir döneminde hayatını ipne olarak yaşadığını ve bu alışkanlığından karısının şiddetli ısrarlarıyla vazgeçtiğini,

Yarasaların memelerinin asla sarkmadığını,

İstanbul’un altında gizli bir metro hattı olduğunu,

İlk uzay üssünün eski Mısır’da kurulu olduğunu, atmosfer dışına çıkacak roket tasarladıklarını fakat petrol henüz icat edilmediği için başarılı olamadıklarını,

Bozuk para kullanmanın 17. Yüzyılda İngiltere’de yasak olduğunu,

İsmail Amca’nın kim olduğunu?

İlk tramvayların atlar tarafından çekildiğini,

Aslında öyle olmadığını,

Hayriye Teyze’nin dişlerini bir sevişme esnasında kaybettiğini ve genç yaşında takma dişlere mahkum olduğunu,

"Genç yaş" tabirinin yanlış olduğunu (tıpkı "ucuz fiyat" gibi, "eninde sonunda" gibi) ve doğrusunun "gençlik zamanları" olabileceğini, (ötekilerin doğrusu da "düşük fiyat" ya da "ucuz mal" ve "önünde sonunda"),

Süleyman Abi'nin içinde hiç kötülük olmadığını,

Türkçe hatalarını düzeltmenin ukalalık olmadığını,

Avrupalılar ayak basana kadar Amerika kıtasında lama ve kobay faresi dışında evcil hayvan bulunmadığını,

Tüm bunları uykum kaçtığı için yazdığımı, içimde kötülük olmadığını,

Hayriye Teyze’nin İsmail Amca’nın karısı olduğunu.

10 Aralık 2010 Cuma

Yelkovan neşeli belki ama akrep hüzne dönük.

Bir şey lazım biliyorum ya da bir yerlerde olmak lazım, bunun şarkısı da vardır eminim ama unutmuşumdur şimdi kesin.

Ya da bilmemek lazım belki de bilemiyorum.

Hem sonra  yanılmalarım var benim çok fena, yanılmalarımdan şüphesizliğim ve şüphelerimde yanılmamalarım da var.

Üstüme alınmalarım var, sadece alınmalarım, ciddiye alınmalarım…

Nedenlerim olduğu gibi “neden?” diye sormalarım da var ki bir çoğunun cevabı “neden olmasın?”da gizli.

İnceliklerim de var sonra ama inceliklerimin boğazına yapışmış incinmişliklerim de var. Sonra “inceldiği yerden kopsun”larım , kopmamış incelmişliklerim…

Pürüzsüz beyaz niteliklerim ve onlardan daha da beyaz boşvermişliklerim, bilmişliklerim, en çok da bilememişliklerim...

Meşum ve eksiksiz bir yoklama gibi her şey…Ve arada bir de olsa yok yazın beni ne olur. Bir de çalmayan kapılar çalıyormuş gibi yapmasın. Çok uykum var.

Maria

Eleni

9 Aralık 2010 Perşembe

İYİ Kİ BEN ÖYLE DEĞİLİM

Bir hocamız “insan kendisini övmezse çatlarmış.”  derdi hep… ve arkasından kendini överdi. Bu cümle kendini övme seansını müteakiben de kurulabiliyordu.

İnsanın kendisini övmesi doğrudan ve dolaylı olabiliyor, “ben şu konuda iyiyim” türünden övünmelere doğrudan dersek “ben kötü değilim” türüne de dolaylı diyebiliriz.

“Ben kötü değilim” tek başına kuru kuruya söylenmez, muhakkak kötüye örnek verilir.

Dedikodunun çalışma mantığı budur . Mahalle kadınları az önce yanlarındayken birlikte bi başka kadını çekiştirdikleri hanım yanlarından kalkınca anında onu çekiştirmeye başlarlar. “Ayy evi çok pis onun.” cümlesinde gizli bir “benim evim tertemizdir.” iddiası vardır ki asıl amaç budur. “Onların oğlu ibne olmuş.” cümlesinde  “iyi ki benimki heteroseksüel” cümlesi gizliyken“ kızlarını her gece başka başka birileri eve bırakıyor .” cümlesinde “benim kızım namusludur.” cümlesi gizlidir. Örnekler çoğaltılabilir elbette.

“İyi ki ben öyle değilim” ya da “iyi ki benimkiler öyle değil” cümlelerini güçlü kılmak için pazarlık da yapılır çok zaman. “Tamam benim kız da geç geliyor bazen ama okuldan arkadaşlarıyla sohbet ediyorlar kafede, hepsi de terbiyeli düzgün çocuklar, onların kızının nerelerden geldiği belli değil allah korsun” cümlesindeki gibi. Bu cümleler içinde “ama” olan cümlelerdir ki bir cümlenin içinde “ama” varsa “ama”dan önceki kısım önemsizdir.

Kendimizi iyi addedebilmemiz, iyi hissedebilmemiz için başkalarının kötü olmasına ihtiyacımız var.

Müslüman olup da “gereğinden fazla dindar”larla sorunu olan insanların da benzer aktiviteleri vardır. “Benim annem de başörtü takardı ama..” diye başlayan cümleler nasıl da tanıdıktır:) Burada ayrıca gizli bir “beraber yanalım lütfen” temennisi de var ki ödevini yapmamış ilkokul çocuğunun mümkünse sınıftaki hiç kimsenin ödevini yapmamış olmasını dilemesinden farksızdır bu temenni. Kendimden biliyorum, yapmazdım ödev, sevmezdim çünkü ve kabusum ödevini yapmamış tek öğrenci olarak ortada kalakalmaktı. Ama hiç kimse yapmayınca rahatlıyordum:) Ama konumuz bu rahatlama değil, karıştırmayalım, o başka bir şey…Bizim konumuz “annem de takardı başörtüsü ama…” cümlesindeki  gizli “bu gereğinden fazla dindarlık beni rahatsız ediyor ama ben de müslümanım.” önermesidir. “Bu dindar görünenler aslında dindar  falan değildir, olaylar siyasidir, öyle değil böyledir vs. vs.” bitmeyen cümleleri vardır.  Bu arada o dindar görünenlerin bir çoğu gerçekten ciddi günahkardır, samimiyetleri şüphelidir o da ayrı tabi:)

Bi de birine “salak” demenin içindeki gizli “ben salak değilim” vardır ki çok karakteristik bir kendini övmedir. Hakaret etmek bazen kendini övmektir, evet… Her zaman değil ama! hakaret bazen sadece hakarettir:) bazen de acı gerçeklerdir, sadece gerçeği söylersin hakaret olur, fena tabi:)

Reality showların yüksek rating almasındaki temel sebep de budur. Başkalarının felaketinde “iyi ki ben öyle değilim”i arar insan rahatlamak için. Dedikodunun tv versiyonundan başka bir şey değil bu programlar yoksa kimse içinin cızlamasından ya da tiksinmekten zevk almaz. Konu hep “ben”dir, “o öyle ben değilim, onun başına şöyle bir şey gelmiş benim gelmemiş vs.” diye hep kendisiyle mukayese eder insan, kendisini olayların dışına çıkartarak düşünemez.

Film seyrederken kamera hangi tarafı gösteriyorsa o tarafı tutmamız bu “ben” meselesini anlamak için güzel bir örnektir. Kamera hırsızı gösteriyorsa hırsızın yakalanmamasını, polisi gösteriyorsa hırsızın yakalanmasını isteriz. Kamera kimi gösteriyorsa ona empati kurarız, anlayış gösteririz, sahipleniriz hatta özdeşleşiriz. Olan şeyleri kendi başımıza geliyormuşçasına takip ederiz, taraf oluruz.

Tüm bunlar böyle iken açık açık kendisi hakkında iyi şeyler söyleyenleri de sevmeyiz, yapıştırılmaya hazır “ukala” etiketimiz her daim cebimizde hazırdır. Birileri ukalaysa da biz ukala değilizdir:)

Örnekler çoğaltılabilir, farklı türde kendini övmeler de vardır ama mevzunun özü bundan ibaret uzatmak gereksiz. Aslında her şey en başından en sonuna “ben”i tarif etmekten başka bir şey değil. Doğduğumuz andan itibaren “ben”i tarif etmeye çalışıyoruz, bu tarifi yapabilmek için önce çevreyi-dünyayı-evreni tarif edebilmemiz gerekiyordur, işe oradan başlarız. Dünya tarifini “dünyadaki diğer kişiler”i tarif izler ve sonunda kendimize ait tarif cümleleri kurarız. Tüm bunlar hakkındaki fikirlerimiz-bilgilerimiz sürekli değiştiği için, ondan da önemlisi bunların öznitelikleri sürekli değiştiği için de tarif etmeler hiç bitmez, hayatımızı kendimizi tarif ederek geçiririz. Ve tarif ederken de adil olmak mecburiyetimiz yoktur, neden olduğumuzdan daha yetenekli, daha zeki, daha dürüst zannedilmeyelim ki?

29 Kasım 2010 Pazartesi

MELANKOMİK NOTLAR 9

bir hafta koştur koştur otobüslü arap ellerinden sonra hafta sonu da edirne'de koştur koştur...önümüzdeki hafta sonunun da dinlenmeli olmayacağı şimdiden biliniyor ve 4-5 gündür kafamı kaldıramıyorum hastalıktan! akşam da ifsak'ta olacağım. hangi akla hizmetim ben?

insan sever mi, ister mi, istenmeyi mi ister, istenmeyi mi sever? hepsini de yapar mı yoksa? peki hepsini aynı anda yapabilir mi?

halep'te aklım kaldı.

dal rüzgarı affetse kaç yazar anasını satiim, kırılmış.

mest-i hab-i naz ol cem et dil-i sad paremi
kim anın her paresi bir nevk-i müjganındadır.
yani; naz uykusundan sarhoş ol da bin parça olmuş gönlümü bir araya topla... ki onun her parçası bir kirpiğinin ucundadır. (gözler kapanacak da gönül bir araya gelecek, ümide bak)

kafamı hissetmiyorum sanki şu sıralar. hastalıktan değil, düşüncelerim uyuşmuş sanki. değişik ve güzel. öfkesiz ve aynı zamanda tutkusuz günler...aynı kaynaktan besleniyorlar neticede!

"miş gibi" yaşayanlara tahammülsüzlüğüm değişemiyor ne yazık ki! bayağılıklara da alışamadım:(
güzel böyle güzel, camın arkasından seyredermiş gibi her şeyi....devam.

10 Kasım 2010 Çarşamba

KELİMELER

“Kavga insanla kader arasında değil insanlar kelime arasında”
Cemil Meriç

Sağcılık -solculuk sanılanın aksine siyasi değil ekonomik bir ayrımdır. Dünya görüşü içermezler. Biri halkın hür teşebbüsünü desteklerken diğeri ekonominin kontrol merkezinin devlet olması gerektiğini savunur. 1700’lerde bir toplantıda bir fikri savunanların sağ tarafa diğer fikri savunanların sol tarafa oturması sonucunda ortaya çıkmış ve giderek beynelmilelleşmiş bir ayrım.
Bazıları islamın sağ tarafı yüceltmesi kaynaklı bir ayrım olduğunu düşünebilir, öyle değil Bu sadece basit bir hijyen tedbiridir. Yemeği sağ elle yiyip pis işleri sol elle yapma alışkanlığı geliştirirseniz (taharet gibi) ağzınızdan içeri daha az mikrop girer, olay bu, yoksa İslam sağcı falan değildir, sağ-sol kavramlarının ne İslam’la ne de başka bir dinle ilgisi vardır, konu ekonomiktir, Avrupa’da icat edilmiş ve ömrü 300 yıldan daha az olan kavramlardır.

Konu böyle algılanmıyor ama… Sağ-sol başlıkları altında bir çok kavram toplanmış, kamplaşmış, bir kavramın altındaki tercih diğer kavramın altında tam tersi tercihin durması zorunluluğunu getirmiş. Bir çeşit şartlı refleks. Örnek verecek olursak; solun kendisini tam olarak gösterdiği yer komünizm zira bu rejimde her türlü ekonomik aracın devletin kontrolü altında olması savunulur. Beri yandan komünizmin bir diğer özelliği de materyalist oluşu, dinleri toptan reddediyor oluşudur. Hal böyle olduğunda solcu olan biri ekonomik araçların tamamen devletin kontrolünde olması gerektiğini savunmakla kalmayıp aynı zamanda dini reddetmek (en azından dindar olmamak) durumunda kalıyor. Sol dini reddedince de sağ kucaklıyor. Önceden belirlenmiş rolleri kabul etmek gibi bir durum söz konusu.

Sağ-sol üst başlığının hemen altına yapışmış önemli iki kavram devrimcilik ve muhafazakarlık.. Sol devrimci iken sağ muhafazakardır.  Bu ayrımlar zamana ve duruma bağımlıdır. Komünist devrimin gerçekleşmediği bir ülkede eski rejimin muhafazasını isteyenlerin muhafazakar, komünist devrimin yapılmasını isteyenlerin de devrimci olarak anılması gayet normaldir ancak komünist rejimle yönetilen bir ülkede durum tam tersidir. Komünistler muhafazakar, komünizmin yıkılmasını isteyenler devrimci olur. Devrimci  devrim gerçekleştikten sonra devrimciliğini devam ettirmek için yaptığını yıkmak zorundadır ki bu eşyanın tabiatına aykırıdır!

Devrimin hiç bitmeyeceğini, devrim yapıldıktan sonra da daha iyiyi bulmak adına yeni devrimlerin yapılması gerektiğini, bu fikre inananlara devrimci dendiğini savunanlar vardır. Devrim devirmekten gelir, özü iyileştirme değil yıkmaktır. Devrim yapıldıktan sonra tekrar devrim yapılırsa bu rejimin ortadan kaldırılmasını gerektirir, daha iyiyi bulmak adına yapılan faaliyetlere “reform” denir.

Bu hesapla “devrim” kullanılması gayet uygun bir kelime iken “devrimcilik” eşyanın tabiatına aykırı bir kelimedir. Devrimci devirmek isteyendir, devirmek istediği devrildikten sonra devrimcinin devrimciliği kalmaz, en fazla reformculuktan bahsedebiliriz. Aynı mantıkla “muhafazakarlık” tabiri de eşyanın tabiatına aykırıdır. Aslolan muhafaza etmek değil neyi muhafaza ettiğindir. Komünizm yıkıldıktan sonra kiliselere akın eden Ruslara muhafazakar mı yoksa devrimci  mi demek gerekir? 1917’de dini savunanlar muhafazakar iken 1989’da materyalizmi savunanlar muhafazakardı.

Muhafazakar ve devrimci kelimelerinin fikirlerin, insanların üzerine zamandan bağımsız olarak yapışık kalması aslında saçma iken pratikte işler öyle yürümez, genel algıya göre her sağcı muhafazakar her solcu devrimcidir. Bu basit bir illüzyondur, yanılsamadır.

Kelimelerin anlamlarıyla değil şekilleriyle algılanması bu yanılsamaların ana besleyici kaynağıdır. Asıl olan anlam değil de şekil olunca geçerli olan fikir değil slogan oluyor.

Bilgiler düşünce ile fikre dönüşür. Düşünmek bir fonksiyondur ve bilinenlerden yeni bilinenler türetmeye yarar. Bilgi olmazsa düşünmek hiçbir işe yaramaz, düşünce olmazsa bilgiler kuru bilgi olarak kalır. (aptalın zekası hafızasıdır.) Bilgi hammaddesini düşünce makinesi  ile işleyen sağlıklı beyinlerin fikirleri vardır, düşünme yeteneği gelişmemiş kişilerin ise ancak sloganları olabilir. Düşünen insan sorgular ve inanır, düşünmeyense kolay inanır. Aralarındaki tek fark sorgulamaktır, ikisi de inanır. Bir fark da düşünen insan daima şüphede iken düşünmeyen emindir.
Ve kelimeler anlamlarıyla değil de şekilleriyle arz-ı endam ettikçe sloganlar önem kazanır, fikirler değersizleşir.

Ve insanlar içi boş sloganları için birbirlerini boğazlayabilir…”Kalabalıklar düşünmez maruz kalır” prensibi gereğince az sayıdaki düşünebilen akıllının sloganlarla yönlendirdiği kalabalıklar slogan farklılıklarından dolayı birbirlerini kolaylıkla öldürebilir. Az sayıdaki düşünebilen akıllının çıkarları, kalabalık düşünemeyenlerinse inançları  vardır!
İnsanlık tarihi ne yazık ki bu prensip üzerinden yazılmış.

Livaneli bir tv programında şöyle demişti :
“Uluslar arası ilişkiler devletler için yüksek önem taşır” derseniz solcu, “beynelmilel münasebetler devletler için yüksek ehemniyete  haizdir” derseniz sağcı olarak algılanabilirsiniz, halbuki iki cümle de tamamen aynı manaya gelir.
Hep söylediğim bir şeyi çok güzel ifade etmiş Livaneli, aynen böyle oluyor, ne dediğiniz değil hangi kelimeleri kullandığınız önemli oluyor, içeriğiniz değil görüntünüz önemli, mazruf her zaman zarfın önünde, fikirlerinizle değil sıfatlarınızla anılıyor ve algılanıyorsunuz…Ve sizi kolaylıkla tarif eden etiketler üzerinize o kadar kolay yapıştırılıyor ki!

Kendisini  ülkücü olarak tarif eden çok insan tanıdım ve birçoğuna tek bir soru sordum : ülkü ne demek? Bir kez doğru yanıt aldım sadece, kendisini “ülkücü” olarak tarif edenler ülkünün ne olduğunu bilmiyor!..Neci olduğunu bilmiyor yani! Şeklin anlamın önüne ne kadar geçtiğini anlamak adına çok güzel bir örnektir bu ve solcular da ülkü kelimesinin anlamını bilmez genelde, ülkücülerle savaşırlar sadece…
“Ülkü” büyük amaç, dava anlamına geliyor ki bu hesapla solcular da ülkücüdür. Ancak bir solcuya “ülkücü” derseniz bunu muhtemelen hakaret olarak algılayacak ve o da size hakaret edecektir:)
“Kahrolsun faşizm!” sloganını o kadar çok duydum ki, o kadar çok bağırıldı ki…Ama ne bir tane kahrolmuş faşist ne de kendisini faşist olarak tarif eden birine rastladım…Hakikaten kime bağırıyorsunuz siz? Ve ne diyorsunuz? Bu sloganınızın ne kadar fikir değeri olduğuna dair bir fikriniz var mı?

Nükleer enerjinin çok temiz, doğayla çok dost bir enerji türü olduğundan habersiz çevreciler nükleer enerji karşıtı eylemler yapıyor!..Olayın aslının ne olduğuna dair fikirleri dahi yok, sadece karşılar. Benzer şekilde iktidarın her yaptığını yanlış olarak niteleyen muhalefet de işin aslıyla pek alakadar değil. İktidarsa doğru-yanlış kavramlarıyla pek alakadar değil, onlar da çıkara odaklı genelde. Bu ortamda çölde yetişen ot kadar fikir var sadece.
Karşı olmak tek başına hiçbir şey ifade etmez, alternatif çözümler üretmeniz gerekir. Ne nükleer enerjiye karşı olan çevrecilerin fizıbıl bir alternatif çözüm önerisi var ne de muhalefetin çözümler içeren bir paketi, sadece karşılar…Ve sempatizanlar, partizanlar için iş kolay, kendi liderlerinin dediği doğrudur, öteki liderinki yanlış…Ben en çok dediklerinin doğruluğundan nasıl bu kadar kolay emin olduklarına şaşırıyorum.
Tam bağımsız olmadığımız, emperyal devletlere ve güçlere bağımlı olduğumuz, başbakanın Abd’de tayin edildiği vs. bir dünya söylem var ve bir çoğuna katılıyorum, evet bence de bağımsız falan değiliz. Peki öneriniz var mı, ne yapmalıyız?

Bir Japon yılda 25 kitap okuyormuş, bir tükse 6 yılda 1 kitap…Aradaki fark 150 kat!!! Bu  istatistik bazı şeylerin nasıl olduğunu anlamak adına güzel bir veri.

Düşünmek zahmetinden azade, sıcak-nemli ortam böcekleri kadar rahat ve mayışık beyinlerin içi boş ve samimiyetsiz idealizm söylemleri mide bulantısından başka bir işe yaramıyor ne yazık ki…


9 Kasım 2010 Salı

MELANKOMİK NOTLAR 8

Türk solunun içinden romantizmi çıkarınca geriye ne kalır? Hiç bir şey…
Romantizmlerini yapay yollardan tatmin etmek için iki kolu olması gereken adamı tek kollu bıraktılar, sadece olumsuzluk püskürtmekle olmuyor işte.  Azıcık izan, azıcık insaf?

İş var eleman yoktu…Şimdi ikisi de yok!

Hangisi daha tehlikeli?
a)     a) Aç çekirge sürüsü,
b)      b) Toplu halde maça giden fanatik taraftarlar,
c)       c) Hafta sonu piknikçileri,
d)      d)  Fotoğraf avına çıkmış fotoğrafçı  kafilesi.
Doğru cevap a, çekirge sürüsü tabi ki:)

İlginç olacağı kesin…Güzel de olsun lütfen…Mümkünse de çok güzel.

şlskşsdkdfcşskdfcşşdlkaşckfgjugşk

Suistimalin her türlüsü kötü. Suistimale tahammülsüzlük de kibir kaynaklı, nefsine ağır geliyor insanın.

Işığım bol olsun:p

dün gece uykumda sıçradım
beni mi çağırdın suna su
nereye gideceğiz ha


Bizim kuşak eteğini kapalı tutması gerektiğini  öğrenmiş ama eteğinin kapalı olduğundan bir türlü emin olamayan şüpheli ve beceriksiz kız çocuğuna benziyor. Her an kullanıma hazır bir suçluluk duygusu, belirsizlik ve bunların kaçınılmaz ürünü kararsızlık en öz sermayemiz…
Bir şeylerin öncüsü olduğumuzu öğrendiğimizde geç olmuştu çok.

Türev kadın isimleri ne kötü...Adile, Sadiye, Şükriye, Aliye gibi...Kendilerine ait değilmiş gibi, emanetmiş gibi. Asiye öyle değil ama.


"Gurur" kelimesinin doğal anlamının "onur" iken ikincil olarak "kibir" manasına da gelmesine çocukken şaşırdığımı hatırlıyorum. Ne alakaları vardı ki? Hem bir anlam gayet olumlu iken diğer anlam son derece olumsuz, nedendi ki? Anladım ki tek anlamı varmış o da "kibir"miş, onur başka bir şeymiş.

Ne güzel di mi? Evet hem de çok:)

Kendimden bişi rica ettim, yapmadım. İsteyenin bir yüzü.

Geri daha geri lütfen. Başlamışken en baştan başlamak lazım.

Kağıt havlu marifetiyle bir sinek öldürdüm az önce. Bunu en son ne zaman yapmışımdır kim bilir … Hak etmişti ama, çok fena taciz ediyordu. Kulak mememde de sivilce çıkmış! N’ooluyo yaa!

Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur.
Allah'ın değirmeni yavaş döner ama ince öğütür.
İt baharı görürmüş ama yediği taşın hesabını Allah bilirmiş.
Kul plan yaparken felek gülermiş.
Ne güzel ifadeler bunlar yaa, hem ince hem isabetli.



Düştüğüm minimum kilonun üzerine sadece 2 kilo alarak kilomu sabitledim sanırım, uzun zamandır aynı kilodayım, afferim bana, pek bir fitim şükür:) az yemeye devam:)
Bi de şu sigarayı bıraksam:(

"Kilon kaça lan senin?" diyesim çok çok fazla sayıda kişiye...Ya benimki?






5 Kasım 2010 Cuma

ÇEŞİTLİ YALNIZLIKLAR

Yalnızlığı yekpare ve parçalı diye ikiye ayırmışım. Hangisinden ne anlıyorum?

Yalnızlık bana göre yanında kimse olmaması değil olması istenen kişilerin olmaması ve bu hesapla “hasret” kelimesiyle neredeyse eş anlamlı.  Hatta bazen istenmeyen kalabalıklar, yanında olması istenen kişi/kişilerin yokluğunu abartır, belli eder,  tahrik eder, “bu kadar kişi var ama hiç biri o/onlar değil” cümlesi sahne alır. Çığlık formunda bir adalet talebi gibi bu cümle.

Hasretin en temel  formu parçanın bütüne hasretidir.  Parçanın en temel özniteliği de bütüne duyduğu hasrettir. Sıladan kopup gurbete düşmüş olanın hasret çekmesiyle çocukluğa duyulan özlem aynı kandan gibi geliyor bana.

Sıladan kopmuş olanın bütünden ayrı düşmüş parça olduğunu anlamak kolayken çocukluğa duyulan özlemi bu şekilde değerlendirmek ilk akla gelen olmayabilir.

Çocuğun ilk gördüğü hep asıldır, orijinaldir. O orijinallerin toplamı dünyanın bizzat kendisidir, ne eksik ne fazladır, dünya odur, o  kadardır. “Oğul” şiirinde Ahmet Erhan’ın “bir zamanlar dünya zannettiğim bahçeyi ayrık otları, dikenler bürümüş” demesi anlattığım şeyin somutlaşmış ifadesi gibi. O şiirde anlatılan şey de tamamen bu zaten bana göre.

Çocukken hafızaya aldığımız ilk izlenimlerin hepsi tek tek orijinal ve asıldır. Bir şeyin tek bir hali vardır  ve biz o hali biliyoruzdur, o şey odur o kadardır. Ancak yaş ilerledikçe, ikinci, üçüncü, bininci yeni izlenimler ortaya çıktıkça çocukken bizi saran kesinlik-belirlilik yerini belirsizliğe bırakır. Tek olduğu için direk belirleme gücüne sahip olan izlenimler yavaş yavaş azalır ve izlenimlerin ortalamasını almak zorunda bırakılırız. Her ortalama alış da bir fikir değişikliğidir, bir yanılgı kabulüdür ki insanlar fikirlerinin değişmesinden hoşlanmaz, belirsizlikten rahatsız olurlar.  Bir çok izlenim de tek olarak kalır ama, bazı şeyler değişmez.

İnsanın çocukluğunu özlemesi tıpkı memleketini özlemesi gibi her şeyin ilk haline duyduğu özlemdir. 3 yaşında iken ağaç tanımımız bahçedeki elma ağacı iken sonradan o elma ağacının bir çok ağaçtan sadece biri olduğunu kabul etmek zorunda kalmak  ya da 3 yaşındayken evimizdeki baskın olan bir kokudan dolayı kafamızda “ev kokusu” diye bir tarif oluşmuşken sonradan evlerin farklı kokabildiğini hatta daha kötüsü hiç kokmayabildiğini fark etmek acı verici deneyimlerdir. Bilirken bilmez oluruz, eminken şüpheye düşeriz ve anne kucağı kadar güvenli -bilinir dünya giderek güvensiz -bilinmez bir hal alır. Sürekli olarak dünyayı tarif eder dururuz kafamızda ve yaş ilerledikçe tarif ettiğimiz dünya giderek daha büyük, daha bilinmez ve daha güvensiz olur. Kaybolmuş gibi hissetmemek için sebebimiz yoktur, öyle hissederiz biz de.

Tariflerimiz sadece objeler, renkler, formlar, kokular için değil kendimiz için de geçerlidir. Kendimizi çocukluğumuzun o belirli ve orijinal öğelerinden biri gibi hissederken  daha büyük olduğunu acıyla fark ettiğimiz dünyanın içinde daha belirsiz daha sahte hissederiz giderek.

Bütünleşmeyi “bir olmak, tamam olmak” şeklinde değil, parçanın koptuğu bütüne kavuşması, tekrar birleşmesi olarak algılıyorum.


Bütünden kopmuş parçalar olarak yayıldığımız dünyada derinlerde bir yerde asıl bütünü ararken pratikte o bütünün yerini alabilecek türden bütünler peşinde (daha doğrusu birleştiğimizde bütün oluşturabileceğimiz başka parçalar peşinde) koşarız ancak her şeyin temelinde, kökünde hep o asıl bütüne hasret vardır.

Yekpare yalnızlıktan kastım kavuşulması imkansız o asıl bütünü özlemektir. Kavuşulması imkansızdır çünkü çocukluğunuzun kokusunu, ağacını, evini bulsanız bile öğrendikleriniz onları 3 yaşındayken algıladığınız gibi algılamanıza engel olur. O algılar çocukluğunuzla beraber sizi terk etmiştir. Bütün olmanın ne demek olduğunu bilirsiniz ama yapabileceğiniz tek şey o bütünlüğü, o asıllığı özlemektir. “Yalnızlık ömür boyu” diye bir şarkının olması tesadüf değil belki de. Bütün olmak adına yapabileceğiniz en işe yarar faaliyet çocukluğunuzdaki gibi hissetmeye, hatırlamaya çalışmaktır.  Çocukluğumuzla bağlantıya geçtiğimizde (geçebilirsek, öğrendiklerimiz buna mani olmazsa…ki tam olarak connect olmak elbette sözkonusu bile değil) hissettiğimiz şey tam olarak kendinizdir. Kendimizi bozulmamış, kopmamış, eksilmemiş, tastamam, orijinal olarak algılarız. Bu hissi tam olarak yakalama isteğimize, özlemimize yekpare yalnızlık diyorum. Kendimize olan hasretimizden başka bir şey değil yekpare yalnızlık.

Parçalı yalnızlık ise kaybettiğimiz bütünün yerine koymak istediğimiz bütünlere olan hasret. Ayrı düşülen sevgilinin yanında olma isteği gibi. Yanımızda olmasını istediğimiz kişi/kişiler yeni bir bütünlüğün parçası gibi hissetmemize yarıyor sadece.

Yekpare yalnızlıkta kişi kendisiyle olmaya, kendi olmaya, varlığını hissetmeye çabalar ve yanında hiç kimseyi istemez… Parçalı yalnızlıkta ise istediği kişilerin yanında olmasını ister. Bu şekilde bakarak ikisini çok kolay ayırt edebiliriz.

3 Kasım 2010 Çarşamba

BOZUK NOT-2

Her şey ne kadar "gibi" ve spekülatif. "Gibilik"ten bihaber mutlu böcekler kadar mutlu ya da maskeleriyle özdeşleşmiş yüzler kadar pişkin olabilmenin bedeli ağır ama o bedeli ödememenin bedeli daha da ağır.
Mastürbatif bir egoya sahip olamamanın bir suç olup olmadığı tartışılabilir ama suçsa da değilse de buna karşılık bir cezanın varlığı şüphesiz. Kifayetsiz muhterislerin belirlediği kurallar içinde mastürbasyon öğesi olarak kullanılmak zilleti ortak kader midir? Öyle sanırım.
Gerçeklik ve samimiyet beklentisi enflasyonu atalete yol açıyor. Ataletten kurtulmak için inanmaya (aptallığa) ihtiyaç var ve inancın sarsılması (aptallıkla yüzleşme) ataleti kesifleştiriyor. Meşum bir fasit daire bu...Peyniri bulabilmek için labirentte hiç durmadan (ve çok az düşünerek) yürüyen fareler gibiyiz, peynir de çürümüş üstelik ve aralıksız düşüyoruz.
Tamam mükemmellik şeytani ama sahtelik de ilahi değil ki! Ne boktan bir paradoks bu! Bana hep "neden bu kadar karamsarsın?" diye soruyorlar... Siz neden değilsiniz?

2 Kasım 2010 Salı

BOZUK NOT

İfratla tefrit kardeşmiş...Ayarsız zamanlar ayarsız bünyelerin baş müsebbibi hatta yaratıcısı...
"Yut kulum" konulu okuma parçası (canına okuma) göründüğünden ve sanıldığından çok daha girift. Ne boğazından daha geniş şeyleri yutabilirsin ne de hazmının imkansız olduğunu bildiğin şeyleri. Gönül elbette böyle olsun istemezdi ama kapasiten kadarsın işte.

31 Ekim 2010 Pazar

UÇMAK ÖZGÜRLÜK AMA ÖLMEK DE ZARURET

Az önce konuyla ilgisiz bir fotoğrafın peşindeyken 2007 haziranında çektiğim bir kuşun fotoğraflarına rastladım ve her nedense geçemedim, tek tek baktım.

Serçeden biraz daha küçük, renkli, ekstra sevimli bir kuş. Cinsini bilemiyorum ama güzel bir kuştu.

Yazlığın verandasında bulmuştuk, yaralıydı, bir yerlere çarpmıştı sanırım sersemdi. Gazete kağıdının üzerinde tarafımızdan onarılmaya çalışılmıştı. Görünen bir yarası yoktu hatta görüntüde pek bir şeyi yoktu, uçsa uçardı sanki ama uçmuyordu, öyle duruyordu gazetenin üzerinde. Yem yemiyordu, su içmiyordu. Kedilerden koruduk, incitmeden sevdik, yemese de yem verdik, su verdik. Elimizden gelen başka bir şey de yoktu ama acilen bir şeyler yapmak gerekliliği de yoktu bize göre. Ertesi gün şoku atlatınca (her ne ise şoku) kendi kendine uçar giderdi nasıl olsa.

Avucuma alıp diğer elimdeki makinemle (d200 yok henüz, compact samsung’umla) acemi fotoğraflar çekmişim. Öyle şaşkın bakıyor sadece.

Ertesi sabah kuşun ölüsünü gazete kağıdının üzerinde bulduk! Böyle olacağını sanmıyordum,uçacaktı, anlaşmıştık sanki ama uçmadı işte…Hala hatırlayabiliyorum gazete kağıdının üzerindeki görüntüsünü.

Ölen hayvanlara ya da bitkilere ortalamanın üzerinde üzülmek gibi bir durumum yok, hatta katı sayılabilirim bir çoğuna göre, öyle hassas falan değilim ama o son görüntü çok koymuştu.

Kötü günlerdeydim, 24 saat aynı konuyu düşünüyordum, gelecek ayların daha kötü olacağından habersiz bela çorabını ince ince başıma ördüğüm günlerdi, hafta sonu için yazlıktaydım ama sadece bedenim oradaydı.


O küçücük kuşun ölümünden neden o kadar etkilendiğimi bilmiyorum, evde birden fazla yıl beslediğimiz muhabbet kuşlarının ya da köpeklerimizin ölümünden pek etkilenmezken teşrik-i mesaim 24 saati bulmayan bir kuş neden bu kadar üzmüştü beni?


Olayın canımın çok sıkkın olduğu, bir şeylerin içimde (canlı canlı toprağa gömülerek, havasızlıktan boğularak) yavaş yavaş ölmeye başladığı günlerde olmuş olması olabilir sebep. Belki o yaralı kuşu içimdeki ölmesini istemediğim ama ölmesine mani olamadığım şeylerle özdeşleştirmiş olabilirim. İkisinin canı birbirine bağlıymış gibi…

Beni etkileyen şey mağlubiyet hissi de olabilir. Profesyonelce olmasa da ölmesin diye bir şeyler yapmıştık ama yaptıklarımız ya yanlış ya da yetersizdi ki işe yaramadı. Olmadı yani, öyle olmasını istememiştik ama öyle olmuştu. Kadere mağlup olmuştuk, kaçınılmaz mukadder iş başındaydı, biz boşunaydık.

Belki de çabaların boşa gitmişliği fikridir beni etkileyen. Ziyan olma hissi ya da boşunalık, akıp gideni yakalayamama, zamana karşı gelememe…Bilemiyorum.

Bir ihtimal de evcil kuşlarımız, köpeklerimiz için gerekli şeyleri yeterince yapmış olmamıza rağmen o kuş için bir şey yapamamış olmamızdır üzüntümün kaynağı. Evcil olanlar mutluydu çünkü ölmüyorlardı hemen! Hem cam açık olduğu halde uçup gitmeyen muhabbet kuşu da kaçma imkanına sahip köpekler de evden ayrılmıyorlardı, seviyorlardı evi ve/veya bizi...Memnundular, mutluydular, eksik hissetmiyorlardı, her hallerinden belliydi bu, bizi görünce seviniyorlardı, oynamak istiyorlardı, kötü değildik...Evet öldüler ama eksik yaşamadılar, şikayetçi gitmediler...Bu zavallıcığa neyi eksik verdik de ölmeyi tercih etti? Çok güzel iyi niyetlerimiz vardı halbuki kendisi için, sahiplenmek fikrinde de değildik, uçabildiği anda uçacaktı. İyi niyetlerimizin farkına bile varamadı bence.



İhtimalleri arttırmak mümkün ama nokta tespiti yapmak imkansız…Ölmemesi için ikna etmeye çalıştık, mantıksal girişimlerde bulunduk, kuşu besleyemedik ama uçacağı ümitlerini besledik…Olmadı işte, ölesi vardı, öldü. Aptal kuş.

BİR ÇARŞAMBA GÜNÜ
Hasta hayvanları sevmiyorum,
Uyumaz ve yem yemez.
Onların kırmızı manzarasıyla karışır,
Eski hastalarına herkes.

Uzaklaşır bütün şehir, bütün aydınlık,
Unutulmuş havaları çalar bir saz.
Hasta hayvanları sevmiyorum.
Salıyı, çarşambayı anlamaz.

Fazıl Hüsnü DAĞLARCA

27 Ekim 2010 Çarşamba

ve

Müstakbel kendime:
Sorun neden olmadığı değil, neden olmadığıdır. Ademliğiyle eza veren mevcudiyet umumi olarak mütalaa edilmesi iktiza eden bir mevcudiyet iken muayyen bir suret üzerinden tezahür ediyor, müşahhaslaşıyor. Ve malum olduğu üzere müşahhasın ezası mücerretinkinden fazladır.Ayrıca gereksiz şeyler adı üstünde zaten gereksizdir.

19 Ekim 2010 Salı

Anlatamıyorum

“-Bu gün çok ruhsalım.

-Nasıl yani?

- Ruhsalım işte, yavaşım bu gün.

-…………”

Dört yıl önce geçmiş bir konuşma bu. Ruhsal ve yavaş olan ben değildim, anlamayan bendim. Anlamaya çalışmıştım ama… Trans haliyle alakalı eski Türkçe bir şiirden bahsetmiştim ben de, türk olmamasına rağmen bir çok türkten daha iyi kavramıştı söylediklerimi! En son da denizin kenarındayken gözleri kapalı bir şekilde denize değmeden suyun hemen üzerinde nasıl uçtuğunu çok canlı tasvirlerle anlatmıştı. Anlatırken gözleri kapalıydı, kolundan tutmasam düşecek gibiydi. Bir şey içmiş falan değildi azıcık şarap dışında. Aklımı—algımı peşine takmıştım , takipteydim, anlamak istiyordum. O gece anlamadım ama daha sonra kendiliğinden anladım ne demek istediğini.

O akşam hissettiği gibi hissediyorum birkaç gündür. Tam manasıyla yavaşım. Yahya Kemal’in çok tatlı bulduğu nekahet hissi gibi bir his. Sanırım necip fazıl’ın “40 derece” ve dağlarca’nın “ağır hasta” şiirindeki genel ruhsal atmosferleri de aynı hissin etkisiyle oluşmuş…Ben bu hali “sesleri suyun altında duymak gibi” diye tarif etmiştim hep.

“Ruhsalım bu gün” ifadesindeki “bu gün”den bu ruh halinin günlük olarak değişebildiğini çıkartabiliriz ki gerçekten de o ruh hali günlük olarak uğruyordu o cümlenin sahibine. Benim periyotlarımsa dönemlik. Dönem dediğim en az birkaç günden oluşan periyotlar. Dış etkilerle birkaç saatlik kesintilere uğrayabiliyor fakat kendimle kalınca tekrar bu ruh haline dönüyorum. Bir “leyl-i tarab” ferahlığı…Çok ayakta durup yorulduktan sonraki yatağa uzanmanın ilk saniyelerindeki his gibi bir his bu …ya da hastalığın etkisiyle sıcaklığın ayaklarına doğru yayılması hissi gibi. İçinde sadece yavaşlık yok, oldukça mütevekkil bir hal bu ve çekiştirmekten vazgeçmiş olmanın ferahlığı boşluksuz bir şekilde kaplıyor bütün bünyeyi. “O anda ne düşmek dalgalara, ne kavga ne hürriyet ne karım, toprak, güneş ve ben bahtiyarım” derken nazım da böyle bir yavaşlığın içinde olmalı. Ne kadar çok örnek varmış meğer ne meşhur bir duyguymuş bu. Birisi “bir yumurtayı elimde düşürüp kırmak korkusuyla taşımaktansa en başta bilerek kırmayı tercih ederim.” dediğinde saçma gelmişti ve daha sonra bir çok kez aynı örneği verdiğinde hep aynı şekilde karşı çıkmıştım. Şimdi içindeki yavaşlama isteğini anlatmaya çalıştığını daha iyi anlıyorum. Yavaşlama isteğinin özünde de bütünlük arzusu var daha doğrusu parçalanmışlıktan duyulan rahatsızlık, bir olma bir araya gelme arzusu…Daha iyi anlıyorum…Hiçbir şeye yaramayan anlamalarıma bir yenisini eklemekten başka bir işe yaramıyor bu ama…Anlıyorum ve…”Bir yer var biliyorum, çokça yaklaşmışım duyuyorum, her şeyi söylemek mümkün. Anlatamıyorum.”

17 Ekim 2010 Pazar

4 Ekim 2010 Pazartesi

İSTEMSİZ YUTMALAR

Küçükken bana şurup içirmek evde ciddi bir operasyon gerektiriyordu. Muhtemelen travmatik olduğu için oldukça küçük yaşlardayken olan bu rezil operasyonlara ait anılar hafızamda hala oldukça canlı. Birden fazla kişi tarafından el-ayak vs. her tarafımdan tutulup kıpırdayamaz hale getirildikten sonra birisi ağzımı açmam için burnumu sıkıyordu. Ağzımı açtıktan sonra da önceden hazırlanmış içi şurup dolu kaşık ağzıma boşaltılıyor ve geri tükürmeyeyim diye alt çenemden bastırılıp ağzım kapatılıyordu ve bu şekilde beş dakika kadar bekleniyordu. Bekleniyordu çünkü ağzımda tuttuğum şurubu serbest bıraktıklarında dışarı püskürtmek için ağzımda bekletiyordum. Bu bekleme esnasında boş durulmuyor operasyon ekibindeki yetişkinler hep bir ağızdan aynı emri veriyordu : yut. Yutmuyordum, emre itaatsizlik yapıyordum. Berbat tatlı berbat kokulu şurubu beş dakika ağzında bekletince berbatlık katlanırdı…O rezil kokudan başka bir şey hissedemezsin kıpırdayamadığın o beş dakika boyunca, halbuki yutsan çilen belki daha yoğun ama çok daha kısa süreli olacak…Kaç dakika sonra bırakırlarsa o kadar dakika bekletip bıraktıklarında püskürtürdüm, istemsiz olarak yuttuklarım tedavi ederdi sadece beni. Her seferinde geliştirdikleri yeni bir yönteme o anda geliştirdiğim yeni yöntemle karşılık verirdim ve bir şişe şurubun en fazla % 20’si tedavi maksatlı olurdu, kalanı üzerine püskürttüklerimin elbiselerinde leke olurdu.

Süper bir paradokstur bu : yutup kısa süreli ama yoğun bir acı mı çeksem yoksa ağzımda bekletip seyreltilmiş daha uzun süreli bir acı mı? Yoğunlukla zamanı çarptığında çıkan sonuç toplam acı miktarıdır, toplam acı hangi durumda minimaldir kestiremiyordum zira okul öncesi dönemlerdi, dört işlemden haberim yoktu, ne “minimal” ne de “optimal” kelimesi benim için bir anlam ifade ediyordu, aklıma gelen ilk şeyi yapıyordum, püskürtüyordum…


Zaman geçti, diferansiyel denklem çözümüne kadar matematik öğrettiler bana, içler dışlar çarpımlarını kusursuz yapabilir oldum, “optimal” kelimesini cümle içinde kullanmalarım oldu, “minimal” falan dedim, daha başka bir çok şeyler söyledim, söylediklerimden fazlası da bana söylendi…Ama o paradoksun çözümü öğretilmedi…Kendi kendime öğrenecek kadar da akıllı değildim.

Geçtiğimiz birkaç ay içinde o meşhur “yut” emri tepemdeki yetişkin ekibinden değil de çok daha yukarılardan geldi. Sıraya girmiş haksızlıklar sıralı-sırasız patlarken Allah bana sanırım şöyle buyurdu: yut kulum.


Adetim olduğu üzere emre itaat etmedim, adetim olduğu üzere dakikalarca ağzımda döndürüp durduğum iğrenç şurup gibi iğrenç düşünceleri aylarca beynimde döndürdüm ve adetim olduğu üzere aklıma ilk geleni yaptım, püskürttüm. Acı ve iğrenç kokulu şurup yerine acı kelimeler püskürttüm bu sefer. Uğradığım iftiralar da, yapılan haksızlıklar da şuruptan daha iğrençti… Püskürttüğüm kelimeler de daha iğrençti püskürttüğüm şuruptan, yani değişen şeyler vardı …Ama ne “yut” emri değişmişti bunca yıl sonra ne de ben, öğrenemediğim şeyleri öğrenememiştim.

Çocukken o iğrenç tatlı-kokulu şurubun neden icat edildiğini bir türlü anlayamazken yıllar sonra o şuruptan çok daha iğrenç haksızlıkların, riyakarlıkların, sahtekarlıkların nasıl yapılabildiğine ermiyor aklım…Saatim ilerlemiş ben durmuşum, geri kalmışım sanırım.

Bazen hiçbir şey yapmamak yapmaktan çok daha makbul, susmak da konuşmaktan makbul oluyor…Kabullenmekse debelenmekten daha büyük bir erdem oluyor işte bazen. Bazen de değil hatta çok zaman bu böyle. “Hamdım, piştim, yandım.” dedikleri bu işte, müşkülpesentlikten kalenderliğe oradan da rindliğe geçiş böyle oluyor demek ki…Bir türkü var "derde derman arar idim, derdim bana derman imiş" diye başlar..Benzetme sistemi yanlış anlamaya müsait, derdin kendisi derman değil, oluşturduğu reaksiyonların neticesi olgunlaşmaya sebep oluyor sadece...Eğer olgunlaşırsan tabi:) Haksızlıklar da şurup değil, şurubun kötü kokusu ve tadı sadece...

Çok güzel bir Musevi duası var, diyorlar ki : Allah’ım değiştirmem gereken şeyleri tespit edebilmem için bana akıl ver, değiştirmem gereken şeyleri değiştirebilmem için bana güç ver, değiştirmek isteyip de değiştiremediğim şeylere katlanabilmek için de bana sabır ver.

Bu sabırsız kuluna sabır ver Allah’ım.

Not: Bu yazıda anlatılanlar gönül meseleleriyle ilgisizdir. Öyle olsaydı "haksızlık" falan demezdim zaten.

15 Eylül 2010 Çarşamba

MELANKOMİK NOTLAR 7

travmatik şükür mü yoksa şükür travması mı? birincisi sanırım.

bazıları için en büyük ceza kendi olmaktır...ölene kadar kendi olmak, kendi olmaya müebbet hüküm giymek değil midir?...fena çok.

gez-göz-aptallık.

huşu ne güzel bir kelime. sesi anlamıyla da uyumlu. huşu içinde ölmek vardır misal. huşu içinde yaşasak daha hoş olmaz mı? ölünce huşu kesiliyor mudur?

arkadaşım sabah uyanınca aynada kendime gülümseyip "günaydın" demem için söz verdirdi dün akşam bana. unuttum sabah:(

hayat böyle bir şey mi yoksa hayat böyle bir şey değil mi? ikisini de kullanıyorum ben. arası da yok. sorumsuz bir seçimle kullanıyorumdur kesin.

bilmek bazen ateşten gömlek. bildiğin gömleğin üstüne benzin döküp kibriti çakınca öğrenme gücümüz katlanıyor mudur? "bildiğin" dediğim sıradan yani, alelade.

aynaya bakıp günaydın soytarılığına gerek yok bee... seviyorum lan ben kendimi:)

lugat bir isim ver bana halimden
herkesin bildiği dilden bir isim
eski esvaplarım tutun elimden
aynalar söyleyin bana, ben kimim?

söyleyin, söyleyin ben miyim yoksa?
arzı boynuzunda taşıyan öküz?
bela mimarının seçtiği arsa,
hayattan muhacir, eşyadan öksüz...


hayattan muhacir eşyadan öksüz olmak nasıl bir güzel canlı dehşetli tariftir! ya bela mimarının seçtiği arsa? enfes...

öğrenildiğinde hoşa gitmeyeceği tahmin edilebilen şeylere duyulan derin öğrenme iştiyakı bela mimarının arsaya çaktığı kazık olabilir mi? sınır bakımından yani. bir sınır olduğunu bilmek ferahlatıcı:)

kaybeden olmak mı kötüdür kaybolan mı? kendini kendi içinde ya da bilmediği bozkırlarda kaybetmiş biri bulmaya en yakın olan olabilir mi? kaybetmekse sözünü etmeye değmez:)

hoşgeldin reha...sefalar getirdin...uzunca kal dilersen, arkana minder de veririm.

insan kendisinin kurdudur...kurtsa hayattır.

çok güzel yeni güzelliklerim var:) "ümit" kelimesini yüksek sömürülmüşlük düzeyinden dolayı kullanasım yok, kelimesiz güzel ümitler içinde kendime verebileceğim çok güzel şeyler olduğunun bilincindeyim sadece. kirli paçavralardan arınıp çırılçıplak dereye girmek gibi, nefes gibi, temiz gibi.

5 Eylül 2010 Pazar

MELANKOMİK NOTLAR 6

bu akşamki istiklal masasında 9 kişiydik...benim dışımdakilerin 6'sı bayan 2'si gaydi!!!şaka gibi!...çoklukla yokluğun aynı şey olduğunu tek başına ispatlar nitelikteydi masa benim için:) bitmedi ama...masadakilerin 3'ü psikiyatrist 2'si psikologdu! biri de doktor...bu da "iyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş" sözünün yanlışlığının ispatı:)) ramazan günü alkollü masada ne işimin olduğu da ayrı konu! soda içtim gerçi ama...ne gerek var di mi? yarım saatte sıkıldım zaten, arkadaşımı dürtüm, boğaza kaçtık:)

oh be u2 nihayet:)

ne yapsam eksik... fena halde herhangi bir hiç bir yerde olasım var. sığamıyorum hiç bir yere.

bende sığar bu cihan, ben bu cihana sığmazam.

üşüttüm, ateşim var gibi, hasta oluyorum sanırım. gece yatarken oldu biliyorum. ya da vücut halsiz düştü, biraz üşütünce oldu ya da ikisi birden...ya da klima çarptı ya da bu gün arabada soğukta cam açık kısa kol çok yol yaptım....uff bilmiyorum, sebebinin önemi de yok, tek bildiğim kusasım var ve yatak döşek olmak istemiyorum, kendime ayakta olarak lazımım bu günler...bi bu eksikti...itirazım yok ama, çok şükür.

kaçır beni kadraj al beni grafik, güzel çıkıyor çıngıraklarınızın sesi.

istanbul! seni seviyorum.

4 Eylül 2010 Cumartesi

ANLAM, BİLİMSELLİK FALAN

Aslolan mutlu olmak değildir. “mutlu olmak” diye bir şey yoktur zaten “mutsuz olmamak” vardır ki tıpkı mutsuz olmak gibi mutlu olmamak da geçicidir, bir sonu vardır. Aslolan acıdır, mutlu olduğumuzu düşündüğümüz anlar acıdan geçici bir süre muaf olduğumuz zamanlardır. Tıpkı ağrı kesicinin etkisi gibi, tıpkı duygusal ağrı kesiciler sayabileceğimiz antidepresan ilaçların etkisi gibi. (Tam olarak öyle değil aslında) Acı çekeriz çünkü içimizde taşımak zorunda olduğumuz bir şeyler bu dünyaya ait değildir ve bu şeylerin şiddetli sıla hasreti bizi üzer. Hüzünlü bir şarkıdan zevk almamızın sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Aşkın kaynağı da budur...Aşk olmadan meşk olmaz.

Pişen tost ekmeğinin ters çevrilmek için kapakların açıldığı sırada hissettiği o kısa süreli ferahlıktan başka bir şey değil mutluluk...Aslolan pişmektir.

Amaç mutlu olmak değil anlamı bulmaktır. Anlam arayışı içindeki biri de mutluluğa yakın duramaz zaten.

“Anlam” bu dünyada üretilmiş bir şey değildir. Anlam bu dünyaya ait değildir, başka bir dünyadan ithaldir çünkü aklı akıla referans gösteremeyiz. Dillere dolanmış iğrenç “bilimsel” kelimesi bu sebepten bilime en aykırı en uzak kelimedir. Gerçek bilim insanı hiçbir zaman emin olamaz, şüpheyle yaşamak cezasını kabul etmiş, hatta şüpheyi şiar edinmiş sıkıntılı kişilerdir gerçek bilim insanları… Profesör olduğu için branşı hakkında söylediği her şeyin kendinden akademik ünvan olarak daha aşağıda bulunan kimselerce sorgulanmadan benimsenmesini isteyen kişilerin bu kendilerinden emin duruşları onların bilime uzaklıklarına ispattır, peşinde oldukları şeyin gerçekler, sadece gerçekler değil de ünvanlar olduğunun kanıtıdır. Bilimsel bilimsel konuşa konuşa ölürler, bir çoğu hiçbir yeni şey söyleyemeden ölür…Doktora tezlerinin çalıntı olması, makalelerinin çeviri olması bu kişileri rahatsız etmez. Ünvanları kendilerine kolay tatmin sağladığı sürece rahattırlar, tatminleri de mastürbatiftir.

Çocuğunun sıkıntılarına katlanmayan anneler olmasaydı hayat var olamazdı, insanoğlu neslini devam ettiremezdi. Kendi başının çaresine bakabilecek yaşa gelene dek annesine sürekli eziyet ve sorumluluk yükleyen bebek dünyanın en aciz varlığıdır… Annenin eziyetini çekilir kılan şey yavrusuna sevgisidir. Ve sevgi de bu dünyaya ait bir kavram değildir, ithaldir…


Karmakarışık ve çok çeşitli organizmaların evrimle 4.5 milyar yılda oluştuğuna inanan kişiler insan aklının 4.5 milyar yılı algılayamadığı için evrimin saçma göründüğünü söylerler. Kendi akıllarının da insan aklı olduğu halde o 4.5 milyar yılı nasıl kavradığını tabi ki anlamış değilim ancak benim asıl şaşırdığım annenin yavrusuna duyduğu sevginin de bu 4.5 milyar yılda geliştiğine inanabiliyor olmaları. Materyalist olan bu kişiler maddi olmayan şeylerin, duyguların da fiziksel bir süreç olan evrimle ortaya çıkabileceklerine inanıyor. Apaçık ortada duran “kasıt”ı görmezden gelip ümitleri 4.5 milyar yılın anlaşılmazlığına bağlamak son derece zavallı bir teselli talebi.

Sebep sonuç ilişkileri ters tarafta duran kişiler tarafından rahatlıkla tersten kurulabilir. Bir yaratıcının var olmadığını savunanlar insanoğlunun anlamlandırma ihtiyacının tanrıları ve dinleri yarattığını söylerler. Bir yaratıcının varlığına inananlar ise her şeyden önce o “anlam”ın var olduğunu ve o anlam üzre yaratıcı tarafından yaratıldığımızı ve bu dünyaya gönderildiğimizi söylerler.

“Anlam”ın her şeyden önce var olduğunu kabul ettikten sonra her şeyi anlamlandırmak mümkün…Ancak aslolanın “anlamsızlık” olduğunu, anlam arayışının saçma olduğunu, anlamın var olmadığını savunanlar için her şeyin boşlukta olması beklenirken onlar kaynağı belirsiz yerlerden anlamlar üreterek sevgiden bahsedebiliyorlar, aşktan bahsedebiliyorlar. Bu apaçık bir tutarsızlıktır. Öldükten sonra her şeyin biteceğini, sahip olduğumuz tek şey olan bedenimizin saprofitler tarafından yenip tüketileceğini iddia eden biri olsaydım şahsen hedonist olurdum, pragmatist, makyevelist olurdum, ilkesiz olurdum, içgüdülerimden başka kulak verdiğim hiçbir şey olmazdı. Madem ki ölünce her şey bitiyor, madem ki anlam anlamsızlıktadır ben öldükten sonra geri kalanlar neden beni ilgilendirsin ki? Vicdanım neden var ki, neden içim sızlıyor? Vicdan da elbette ki bu dünyada üretilmiş bir değer değil, merhamet de öyle… Ölünce her şeyin biteceğine inananların çocuklarını neden sevdiklerini anlamaları bu hesapla anlamsızdır. Sevmeleri anlamsız değildir neden sevdiklerini anlamaları anlamsızdır çünkü onlar kabul etmeseler de var olan şeyler vardırlar…. Çok sevdikleri yakınlarını kaybettiklerinde o yakını ile ilgisinin tamamen bittiğine inanmaları gerekirken bir gün bir yerlerde kavuşacaklarına inanmamaları da anlamsızdır. Maddeden başka şeylere anlam verebilen, değer verebilen birinin ölümden sonrasının olmadığını düşünmesi çelişkidir.

Bu arada “akıl” da bu dünyaya ait bir kavram olamaz, ithal bir kavram olmak zorunda. Geri geri geri gidince en son ulaştığım nokta aklın her şeyden önce var olması zorunluluğudur, kaynağının bu alem olmasının anlamsız oluşudur…

19 Ağustos 2010 Perşembe

MELANKOMİK NOTLAR 5

çok sıcak! divan ve halı altlarına ya da satır aralarına gizlenmiş cesetler fena kokuyor! bilinç altlarını da unutmamak lazım.

ilk sörf dersini bu günden salıya erteledim. başlayamadık bir türlü anasını satayım.

öyle olmasıyla olmaması arasındaki fark bir şeyleri farklı kılmalı, aksi türlüsü çok...şey oluyor.


boşluğun yoğunluğunu sıfır diye öğretmişlerdi...o zaman neden içinde bulunduğum boşluk bu kadar yoğun?

http://www.dailymotion.com/video/xagrp6_sertab-erener-ruya_music
bu şarkıda "eğer sevda bu demekse ben vazgeçtim beni sevmeyin" diyor...çok saçma bu sözler.

http://video.mynet.com/2006_116_10tk_fdiskaya42/metallica-mama-said-hq-klip/727266/

http://www.dailymotion.com/video/x99heo_manga-gun-batymy-2009_music

http://www.mojvideo.com/video-rainbow-stargazer/a9f5c5fc392a97fcb7a2

http://www.dailymotion.com/video/xbwbe2_yenice-yollary-ylkay-akkaya_music

http://www.dailymotion.com/video/x8gpjq_child-in-time-deep-purple_music

1993 nisanıydı. o yurtta kalmıyordu ama her nasılsa girmiş, yurdu çevreleyen uzun yolda yürüyorduk. bir yandan da şiirler okuyorduk, üzerlerinde konuşuyorduk. okuduğuğumuz şiirlerin ağırlığına tezat, basit bir şiir okudu:
Söyle sevda içinde türkümüzü
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz
Yaşamak bu kadar güzelken?
İnsan, dallarla, bulutlarla bir
Aynı maviliklerden geçmiştir.
İnsan nasıl ölebilir,
Yaşamak bu kadar güzelken?
canı ne zaman sıkılsa bu şiiri okurmuş içinden, sıkıntısı geçermiş. bana da tavsiye etti. denedim sonradan ama, yemedi:) güzel bir ilk bahar akşamıydı.

sözcükleri çağrışım yüklerini göz ardı ederek sadece sözlük anlamlarıyla algılasaydık ortada sanat diye bir şey olmazdı, eksik kalırdı her şey. "galat-ı meşhur sahih-i lügatten evladır" prensibi gereğince bilmelerimize-duymalarımıza ilave edilen yeni bilmeler-duymalar bizi biz yapan temel yapı taşlarından...çağrışım deyip geçmemek lazım.



hürriyet gazetesi'nde hangi ünlünün kaç çocuğu var serisine baktım...hepsi de üremiş, ne aralık nasıl halletmişler yahu!

yapmam gerekiyor olup da erteleyebildiğim kadar ertelediğim ne kadar çok sıkıcı iş var! başlamak lazım bir yerden.

her şey aslına rücu eder.

"can kırıkları" diye bi tamlama gelmişti aklıma durduk yere, bi yere yazmış da olabilirim. şu an "can kırıkları" diye bi şarkı çalıyor pc'de, şebnem ferah söylüyor:) aklıma gelmemiş demek ki, duymuşum:) ya da bağımsız olarak gelmiş farklı akıllara bilmiyorum...bi de "damar" denen parçaları benim "cam kırığı" diye adlandırmam var ki bunun konuyla ilgisi yok:)

7 saniye içinde eyleme geçmesi gerekiyormuş intihar etmeyi düşünen kişinin, 7 saniye içinde yapamazsa yapamıyormuş o denemede...ama ben 1 saat korkuluklarda bekledikten sonra köprüden atlayan insanlar biliyorum! gerçi oradaki süreci de 1 saat olarak değil de karar verdiği andan itibaren geçen 7 saniye olarak mütalaa etmek gerekiyor olabilir, süreçler iç içe ve parçalı olabilir yani. nasıl ölçmüşler, belirlemişler bu 7 saniyeyi?? köprüden atlamak çok aptalca ama...bir sürü başka güzel yöntem var... werther'de intihar etmenin şaçma olup olmadığına ilişkin bir tartışmada werther çok asil atların çok koştuktan sonra çatlayarak öleceklerini anladıklarında ayak bileklerindeki atar damarları ısırarak intihar ettiklerini anlatır. bu şekilde bir manada nefes alıyorlarmış. müslümcüler de nefes aldıklarını söylüyor kollarını jiletleyerek ama mesele farklı, vücut doğal bir morfin olan endorfin üretiyor bir yeri kesilince, beleş uyuşturucu peşinde yani bu arkadaşlar. jileti de damara paralel atmazlar, 90 derece açılı atarlar, jiletin ucunu da tırnaklarıyla tutarlar derine gitmesin diye. "hiç bir psikopat kendine bilerek zarar vermez" prensibini işletirler...kendine zarar verenler amatörlerdir...amaaan bana ne! köprü saçma bir yöntem ama yine de:)

sinyal veriyorlar bu profesyonel psikopatlar. "hey bana bakın!" nidasının arabesk çıkma şekli. çakma kahramanlar. kompleksliler de bu şekilde sürekli plastik sinyaller verip duruyor, çok rahatsız oluyorum bu feryatlardan...sinyal vermeden sinyal vermek de mümkün ama...elde olmadan...bu kısımlarını sevmiyorum işte. adam olmak zor, adam kalmaksa çok daha zor bir iş.

yeni oyuncaklar yapasım var...d700+lensler falan...ama çok para:( hem de bu parasızlıkta, her hesabı ikişer kez kontrol etmek zorunda olduğum bu günlerde...ayrıca neden fotoğraf çektiğimi de bilmiyorum ki, amaçsız bi istifleme...bilmiyorum. yeni ekipman yerine aklı başında, fizibilitesi tutan 2. bir iş yapsam çok daha iyi olur, çok fazla boş vaktim var ama...yok öyle bir iş. dur bakalım, şu bayram bi geçsin de!

gece anksiyete hazretleriyle tanıştık bi güzel, samimiyet tesis ettik :) sabah yatağımda uğur böceği aradım bi zaman...gözler kapalı ama:) uyku hapının marifeti, kalanları çöpe gidecek akşam. uyumaya bi yardımı da yok zaten:p

bunlar sadece melan, komik yok hiç!

12 eylül darbesini hatırlayanlar ve hatırlamayanlar diye ikiye bölüyorum ben insanları. kendileri için bir şey istemeyi ayıp sayan adanmış abilerim ablalarımın kendilerinden emin hallerinden de 12 eylülü hatırlamayan ve başkaları için bir şey istemeyi enayilik sayan benden küçük olanların kendinden emin hallerinden de yoksun bir ara kuşağın mensubuyum. kendisi için bir şey istemek bizim için de ayıptı ama başkaları için kendini riske atmak da izin verilmeyen bir şeydi bizim için. "oku kendini kurtar oğlum" nidalarıyla büyüdük, pasiflik ana prensibimiz oldu. işin tuhafı depresyondan en çok nasiplenen de 12 eylülü hatırlamayan genç nesil. hiç bir kuşağın değerleri kendi zihinlerinin ürünü değildi ama yeni nesil plastik değer bombardımanına tutuldu her taraftan. bir bakışla en şanssız kuşak bu en yeni nesilken haksızlığa uğramak noktasında en şanssız nesil en yaşlı olanlar...bana göre en şanssız nesil bizimki, ne isa'ya ne musa'ya yaranmış!

kaçır beni ahenk, al beni birlik, artık barınamam gölge varlıkta...

15 Ağustos 2010 Pazar

tekdüze, biteviye, mutad, bermutad, monoton, yeknesak

kaptan'ın seyir bönlüğüne ek :

aynı anlamda ne kadar da çok kelime var di mi? evet.

aynı tas aynı kimya üzre bermutad saatler, günler, saniyeler...şu seratonin azıcık yükselse ya.

en güvendiğim kişi-kurum-kavram ıskartaya çıkıverdi. tesis etmek zor yıkmak kolay.

bu ne kadar çok sıcak!

havuza gittik. muhabbet olmasa çekilir şey değil...suya girip tekrar geri dönmek üzere yüzerek yol almanın neresi zevkli olabilir ki? bronzlaşmak da saçma benim için çünkü doğuştan gelen (bir işe yaramasa da) bir bronzluğum var zaten. bornozum yok! (iğrenç) saçım olsaydı bi de...

düşünmekten, aynı şeyi düşünmekten, başka başka şeyleri aynı belirli şeyle karıştırarak düşünmekten sadece nutuk atarken muaf olabiliyorum. tuhaf aslında ama neden tuhaf olduğunu açıklayamam şimdi, çok sıcak.

15.10.2011 günü dışında beklediğim bir gün olsaydı keşke. hem başka yeni bir gün hem de mümkünse daha yakın bir gün. 15.10.2011'den 13 gün sonra da marduk geliyor zaten. (biliyorum marduk öyle bir şey değil ama anlaşılsın işte, ben anladım)

anlamak yok çocuğum anlar gibi olmak var, akla karşı son tavır saçlarını yolmak var.

günlük diye ayrı blog açtık ama burayı günlüğümsü havadan kurtaramadık. günlüğe tecavüz ediyor bu blog. kendinden katmayınca olmuyor azizim, neylersin.

en asık suratlı maymun ya da maymunluk yapan en asık suratlı insan ben miyimdir acaba? yok be vardır 7 milyarın içinde daha nice cevherler.

bela dildendir ol dildar elinden dadımız yoktur,
gönüldendir şikayet, kimseden feryadımız yoktur....ne muhteşem bir beyittir bu.

yeni, sabah, gün, güneş, ihtimal, muhtemel, güzel...bu kelimeler birleşip aralarına yeni kardeşlerini de alarak cümle kursunlar. lütfen. "gerçek" kelimesi de olsun o cümlenin içinde. lütfen.

secret'a mı sardım ki? tamamını bile okumadım yahu nasıl sararım. secret beni sarsın o zaman. lütfen.

ey secret sonuna kadar okunmadınsa tarafımdan bilesin ki buna sebep ben değil midemdir. kusuruna bakma lütfen. hastadır kendisi, üşütür dururum ben onu hep, üşütük yani.

secret! secter!

ahmet abi güzelim;
bir mendil nasıl kanar?
diş değil tırnak değil...
kevgirimde koca delikler.

fotoşok yapmam lazım ama yapasım yok.

serdar kaşıkçılar'dan bana gelsin o şarkı. çok sevdiğim hani. o biliyor.

anormal can ıkıntısı. (imla hatası, eksik harf yok, akr. var)

büyük konuşuyorum başıma geliyor. kınıyorum başıma geliyor. güzel şeyler diliyorum olmuyor. kötü şeyler geçiriyorum aklımdan oluyor. aklımdan geçirdiklerim ya boşa gidiyor ya geriye ok olarak dönüyor. tek kazancım nötr olanlar ki onlar da aklımdan geçirmediklerim, düşünmediklerimdir. düşünmedikçe kazanıyorum. ne kötü denklem. hele de benim için.

kapıcıyı arıyorum cepten su getirsin diye, telefonu dııt dııt diye çalmıyorda diyor ki : turkcelleee bağlan hayataaa!...hadi leyn:)

gerçekten takip edilen bir paranoyaktan daha kötüsü ne olabilir ki? tünelin ucunda görünen ışık da üzerine gelen trenin farları olabilir hem.

13 Ağustos 2010 Cuma

bi saniye

en sevmediğim sözlerdendir ki kendim de çok kullanırım : bi dakika, bi saniye..."bi saniye"yi kullanmam ama, o kadar kısa ki, bi saniye sonra o kişiye geri dönemeyceğiniz, istediğini yapamayacağınız çok aşikardır. telefonda beni "bi saniye" deyip bekleten her kişi için 1 saniye sonra "ee geçti 1 saniye, hani" derim. içimden tabi...
öylesine söylendiği çok belli bir cümlede bile ölçü arıyorum, bunun sebebi ölçülere çok düşkün oluşum değil de "öylesine" kavramını bir türlü içselleştiremememdir herhalde...
ben bunları yazmayacaktım ki, başlık kısmına "bi saniye" yazdım diye ciddi ciddi "bi saniye" geyiği çeviriyorum.
ben "en nefret ettiklerim" listesinin başlarında bulunan bir şeyden bahsedecektim, beklemekten bahsedecektim.
sabır konusudna pek iyi değilimdir, yaradan da sanırım bu konuda iyi olmam için bana egzersizler yaptırıyor, sınavlardan geçiyor olabilirim. şu ana dek 10 üzerinden 5 almışlığım vaki değil yalnız.
beklemek acayip bir şeydir, beklendiğine göre bir beklenti söz konusudur, bu hesapla beklemenin nihayete erdiği andan itibaren daha güzel şeylerle karşılaşacağınız, geçen vaktin artık daha güzel geçeceği gibi bir otomatik anlam yüklemesi vardır.
gerçek öyle değildir ama...tahlil sonucunu beklerken içinizde "kanser değildir" ümidi hala yaşıyorken beklemenin sonucunda pek fazla bir ömrünüzün kalmadığını öğrenebilrsiniz. ya da sınıfta kaldığınızı, ya da hastanın ameliyat masasında kaldığını...beklemeye devam etmek isteyeceğiniz durumlar olabilir, "beklerken daha iyiydim" diyebilrsiniz...ama bu ihtimaller düşünülmez, beklemekten hiç kimse hazzetmez, beklemenin bir an önce bitmesini, gerçekle bir an önce yüzleşmeyi ister herkes...ki burada "merak" denen tekinsiz kelime devreye girer ki başlıbaşına bir konudur ama burdaki konumuz değildir.
beklersiniz sevgiliniz gelir, beklersiniz uçaktan sevdiğiniz birileri iner, ankaradan abiniz gelir falan. normal bekleme budur, bekleme bittiğinde hayat güzelleşir.
nerden çıktı bu bekleme konusu? bekliyor oluşumdan, kendimi şu günlerde tek kelimeyle "bekliyorum." diye tarif ediyor oluşumdan...
bir haber almayı ya da birini beklemiyorum. beklediğim hiç bir şey yok. sadece geçmesini bekliyorum.
umudum fizik kurallarında, fizik kurallarının çalışmasını bekliyorum.
para yatırdığınız borsa kağıdının reel değerinden hiç inmediği kadar aşağılara indiği bir günde o kağıdı satmazsınız. "buradan aşağı düşemez" fikriyle fizik kuralları gereği, normal olarak, kendiliğinden yükselmesini beklersiniz. öyle bir siyah beklemek işte. olmayan değil de olan şeylerden nadim olmanın doğal rengi ise hiç bir boyahanenin tutturamayacağı kadar kuzguni.
ya da konsantrasyon gradyanının artık lehinize çalışacağı günlerdesinizdir. difüzyondan bahsediyorum, homojen olma zorunluluğu hareketi ve dolayısıyla seyrelmeyi emreder. emir otomatiktir, emrin verilmesini beklemiyorum, emrin sonuçlarını görmeyi bekliyorum.
bi de...eskiden aramız fena değil gibiydi ama...artık sevmiyorum sanırım kendimi.
8 makineden sadece 2 tanesi durdu diye aşağılarda bir yerlerdeki yazıya "34 lere iş lütfen" diye birden fazla kez yazmışım. şu an 8 makineden 6'sı duruyor, önümüz karanlık...ama makinelere iş gelmesini bile beklemiyorum. düşünsel kimyamın konsantrasyon gradyanı olmaması gereken şekilde bozulmuşken zamana bağlı konsantrasyon değişiminden medet ummak, beklemeyi bu şekilde arzetmek ne hayra alamet ne de zekice.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

AZAT BUZAT

az önce (1 dk önce) muhtemelen hayatımda ilk defa duyduğum bir azeri türküsü dinliyordum. sözler dikkatimi çekti, bir soru düşürdü aklıma, türkünün kendisi de güzel değildi zaten, pause yaptım burayı açtım.
diyor ki türkü : azad bir guştum, yuvamdan uçtum, bu genç yaşımda, toprağa düştüm...
gerisini dinlemedim, başlangıç böyleydi.
saçma bu sözler. yuvan varsa azad (özgür) olamazsın ki!
ziya paşa "azade ser olurdum asib-i derd-i gamdan, ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı" derken tıpkı dertli'nin "tek başıma olsam şaha gedaya kul olmam, viran olası hanede evlad ü ıyal var" demesi gibi yuvası olmanın özgürlüğü imkansız kıldığının altını çizer.
yuva demek sorumluluk demektir, bağlılık ve dolayısıyla bağımlılık demektir ki insanların zaman zaman varlıklarından rahatsız oldukları şeyler olsa da asla vazgeçmek istemedikleri şeylerdir. yani insanlar özgür falan olmak istemezler. özgür olmamak, tutsak olmak diye tarif ettikleri şey sadece istedikleri şeylerin olmuyor oluşu ya da olan şeyleri istedikleri gibi olmayışıdır...
hapisteki bir adam tutsaktır, dışarıdaki özgürdür....ne demek bu? hapisteki adamın iradesi dahilinde hareket etme imkanı elinden alınmış dışarıdaki adamınki alınmamıştır öyle mi? tam olarak öyle değil. hapisteki adam volta atmak, konuşmak, susmak, göz kırpmak vs. konularında şahsi tercihlerini kullanabilir, istediğini yapabilir. dışarıdaki adamsa bir çok konuda istediğini yapabilir bu doğru ama yapabildiğinden çok daha fazlasını istiyor olsa bile yapamaz...parası yoksa lüks arabaya binemez, vizesi yoksa gitmek istediği ülkeye gidemez. uçamaz ya da ne kadar isterse istesin.
yani özgür olmak diye bir şey yoktur, bahsedilen özgürlük kesinlikle kısmi bir özgürlüktür, hapisteki adamla dışarıdakinin farkı sadece dışarıdakinin kısmi özgürlüğünün içeridekinden daha fazla olmasından başka bir şey değildir.
bununla da bitmiyor ama...insanlar özgürlük derecelerinin artması için değil azalması için çabalarlar. çocuk yapar ömür boyu peşinden koşarlar, ev parası biriktirebilmek için daha fazla çalışır daha fazla boyun eğerler, daha fazla yönetmek ve dolayısıyla daha fazla sorumlu olmak isterler. tercihleri özgürlükten yana değildir.
sadece deliler ve çocuklar özgürdür kafa olarak. onların özgürlükleri ancak fiziksel olarak kısıtlanabilir. (acı, duvar vs.)
ve en önemlisi....insan sevdiğinin yanındaysa, sevdiği yerdeyse, sevdiği şeyler yapıyorsa o şeyleri yapmaktan vazgeçmez, ordan ayrılmak istemez, o kişiden kopmak istemez...insan sevdiği şeyler tarafından bağlanmak ister, özgür olmak istemez!

16 Temmuz 2010 Cuma

embesilik firar

eşitsizliğin sağ-sol taraflarındaki şeyler değişse de eşitsizliğin risk-fayda hesaplamalarının seçimlere zorlaması değişmez. kompleksleri alınınca geriye bir şey kalmayacak yöntem tanımaz tiran adaylarıyla onların kurallarıyla savaşmak fikri coşkulu ve duygusal gelebilir, hoş da gelebilir ama fayda-risk hesabından çıkan sonuç tatminkar değilse akıl oradan uzaklaşmayı tavsiye eder. akıldan yana nasipsiz embesiller bile iç güdüleriyle bu hesabı yapabilir, karar alabilir, uzaklaşabilir. sabah köründe aklımca ikiye düşürdüğüm cephe sayısını embesillerin bile yapabileceği hesapları güç bela yapmayı başardıktan sonra teke düşürmek lazım geldiğini anlamam zor olsa da mümkün oldu çok şükür. cephelerin biribirleriyle ilişkisi de var üstüne üstlük... bulunmaman gereken bir mekanda bulunmanın yaratacağı olumsuz hissin hemen yanında bulunan bulunmaman gereken mekanda görmemen gereken kişiye rastlama ihtimalinden de yırtmış oluyorsun. sevinmelisin:p ses, ışık, uyarım vs. gelmeyince kaybolduğunu sanan bu ağlamaya her an hazır sızılı dimağı nefes almanın mantıklı olduğuna ikna etmenin yegane yolu yeni çıngıraklar üretmektir. birden fazla şeyden vazgeçmenin yarattığı ferahlık, etkisi belli bir zamanla sınırlı morfine dönüşüyor. bu kötü değil asla, kullanmak lazım, istifade etmek lazım bundan. beri yandan dil yeni çekilmiş dişin oyuğuna (nedense) gitmekten vazgeçmeyecektir bir süre. bir uzvu eksik özürli kişilerde o olmayan uzvun ağrıması diye bişi var, buna bişi sendromu deniyor hatırlamıyorum tam, sol kolu omuzdan kesik adamdaki sol kolun ağrıması hissinden bahsediyoruz, adı çok da önemli değil. morfinden sonra bu bişi sendromu ele alıyor işte yönetimi. eksikliklerin toplamının yarattığı bir varlık toplamından bahsediyorum, eksileri topladıktan mutlak değer alıyor olmalıyız. beri yandan bildiğini sandığını aslında bilmediğini öğrenmekten daha kötü bir şey varsa bildiğini sandığının öyle olmadığını da sanıyor olmak dersek doğru olmaz tam...en kötüsü bildiğini sandığının doğru olmadığından emin olamamak. insanın kendi yaptığı oku gözüne sokması gibi bir şey. başka faktörler de var ama..."sen bi dur hele" ikazlarına aldırışsız gurur, asi gurur en olmadık zamanlarda sahne alır mesela. zararlı olabileceklerini bildiğin bir güruhun çok daha zararlı olabileceğini müşahede etmek de kimya bozucu bir etki. neticede ormanda kaybolmuşsan, yön duygunu yitirmişsen (ne kolay yitiririm ben) ne tarafa doğru gittiğinin ne önemi olabilir ki senin için. önemi vardır kesinlikle ama senin için yoktur. bi de o yönsüz kaybolmuşların geçtikleri yerden tekrar geçmeleri şeklinde bir sendrom var, yani kaybolmuş kişi yay çiziyormuş! yaptıklarının yapacaklarının teminatı olması gibi olumsuz bir kendine güven sözkonusu yani. ama aslolan durmadan yürümek mecburiyeti, köpek balıkları gibi, duramıyorsun. her şeyi masada olması gereken yere koyduktan sonra kasketi önüne koyup (bende yok kasket) tekrar değerlendirmeler yapmak gerektiğini bütün gereksiz kişisel gelişim kitapları yazıyordur herhalde. "bir dakika yöneticisi" diye bi kitap vardı mesela. askerde "kısa durum muhakemesi" deniyordu buna, formülü falan vardı...uzunluğu önemsiz durum muhakemesini muhakemeden yoksunlaşmış bir dimağdan bekleyemeceğimize göre olması gereken şey dimağın beklemesidir. okunmayı bekleyen kitapların beklentisini karşılamak bu embesil dimağa iyi gelebilir misal. "iyi" kelimesi de rahatlıkla ucu sivriltilip bir mızrağa dönüşme potansiyeli taşıdığı için bu tarz tekinsiz kelimelerden uzak durmak da lazım. uçuşan polenlerin uçuşmaktan vazgeçmelerinin bir şartı yer çekiminin varlığı ise diğer şartı rüzgarın kesilmesidir. "yeter ki konsun" fikrinin sağlıksızlığını değerlendirebilecek zihin gücünden yoksunsan konmuş olmasını murat kabul edersin. etkisi, senin etkinin sonsuz katı olacak kadar büyük bir etkinin konma yeri konusunda senin için iyi bir tercih yapmış olmasını dilersin. yine "iyi" dedim. "iyi" demekten vazgeçmedikçe iyi olamayacak bir yorgun dimağın öz niteliği belki de sağlıklı değil de sağlıksız olmasıdır. mutlulukla anlam kelimelerinin yan yana duramamasının eşyanın tabiatından gelmesi gibi. hepsini geçelim tamam. nemli, sıcak bir rehavet beklentisiyle varılacak hedefe değil de sadece geçmiş olmaya odaklanmak mı lazımdır acaba? maymun bi dalda dur artık, lütfen! sazın perdelerinde dolanan parmağın herhangi bir perdeyi seçip ordaki konaklamasını daimi kılması müziğin gebermesine yol açacağı için mi durmuyor bu maymun? bilmiyorum ben bunları.
ilerdeki kendime not: kafayı yemedim, sadece kendimin anlayabileceği şekilde yazdım, özellikle böyle yaptım.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

üşümüz gökte o yalnız bulut

desen ki denizin tuzu
çiğ düşmüş kadife donlu patlıcanlar
desen ki kendilerinden karga çığlılarıyla kaçanlar
en fakiri en zengini çirkini ve orospusu
seni unutmuş olsun
sen ki üşümüş gökte o yalnız bulutsun
kıskanmadığın cömert bir maviliğin ortasında o
bildiğin yalnızlığın ellerinden tutmuşsun
desen ki unutulmuşsun

..................


sisler bulvarına akşam çöküştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık

...................

böyle şiir yazınca, hatta şiirleri parça parça yazınca daha havalı oluyor ihtimal...ama ondan değil başka bi şeyden dolayı yazmışımdır ben belki de.
arabeskin böyle tavan yaptığı günlerde gözüne dünya kaçmış ölümlüler gibi ordan oraya seğirtirken yapılacak son şey söylemek olmalıdır. söyleyesin çoksa en fazla şarkı türkü falan söylemelisin, şiir alıntıları falan yapmalısın...aksi türlüsü metal gözlüklere iyi gelmez.
içimizin derinlerinde bir yerlerinde bu dünyaya ait olmayan bir şeyleri taşıyor oluşumuz başlıca sorunumuzdur. başka bir alemden getirdiğimiz bu aleme ait olamayacak kadar gerçek ve kırılgan bir şeyden bahsediyorum. sorunun asıl sebebi bu olmakla birlikte sorunun aslı bu değil. o şeyin ağzına yesin de doysun diye bu dünyadan olan gıdalar sokuşturuyoruz ki bu dünyadan olmayan o güzel şey kusuyor haliyle. bu zorla tıkma işine sembolleştirme diyoruz. iyi...
sıkıldım, sonra yazarım belki...

türkü söylemek dedim ya...tam kapatırken aklıma geldi...

gezsem de dünyanın dört bucağını
vallahi gözüme yine boş gelir
gönül arzu eder dostu cananı
sızlar eski yaram gözden yaş gelir

el diyarı mesken olmaz insana
yürekten kul ise cananın sana
hal bilmez hoyratı sararsan cana
ağustos ayında başa kış gelir...


bedia akartürk çok fena güzel söyler bunu.

10 Haziran 2010 Perşembe

MELANKOMİK NOTLAR 4

Yazmamışım ne zamandır. Yazmak için doğru bir zaman varsa o da şimdi olmalı. Ama yazasım yok.

Net olmayan alan çok derin. Yüzme de bilmiyorum. Sanırım.

Dertliyim ruhuma hicranımı sardım da yine diye başlayan şey şarkıydı di mi Cevat abi? Evet Benjamin.

34’lere iş lütfen…

Ahmet abi, güzelim. Bir mendil nasıl kanar? Diş değil tırnak değil….Edip CANSEVER

Fakat alıp verilür bir selam kalmıştır…. NABİ

Ben gidip başıma belalar aramışım, O kalıp mevlasını bulmuş…. Attila İLHAN

Kim ki o kalıp mevlasını bulan? Yalan anasını satiim, sadece kalmıştır o.

Akşam baktım, elimdeki filmlerin % 39.82 sini harici harddisklere kaydetmişim. Bu yüzde 1 ay önce de böyleydi. Arttırmak lazım.

Şimdi uzanıp öyle Kanlıca’nın orta yerinden Hisar’a doğru ne yüzdürmek lazımdı? Unuttum orasını. Benim uzanasım yok kanlıca, sen üstüne rahat bişiler giy, nereye istiyorsan git oraya uzan. Ya da sittir git en temizi.

Şimdi aslında birden fazla kişilik sanılan bazı olaylar son derece tek kişilik. Galat-ı meşhur sahih-i lügatten evla falan değil bu konuda, yanlış herkes tarafından öyle bilinen olsa bile gene yanlıştır. Bi de zer düz palan vursan eşek yine eşektir var. Paşalığın kötüyse de Ziya’lığında sorun yok sayın rahmetli. Bazı konular seni aşar ama, ne demiş Şeyhülislam Yahya;

Ders-i aşkın müşkilin Yahya nice haleylesin,
Söyleyenler kendini blmez, bilenler söylemez.

Manasızca diye bi dil olsaydı o dili öğreten kursta hoca olurdum. Güzel olurdu valla.

Hayat beni bi müddet yok yazsan? Söz bak kısa bi müddet. Şunca yıl olmuş daha bir gün kullanılmış yıllık iznim yok. Kullanılmış cümlelerim var sadece.

Hayat “masumiyet” filmi gibisin. Ama masum değilsin.

Bu beyinde dönüp duran düşünceler meselesi de yalan. Gerçekten dönen bir şeyler olsaydı bazı durumlarda merkezkaç kuvvetine dayanamayıp oraya buraya fırlardı o şeyler. Fırlıyorlardır belki de.

Hayatımın kalanını bi karikatür kahramanı olarak tamamlamak istiyorum. Kitaplığın bir köşesinde unutulmuş sıkıcı bir kitabın içinde unutulmuş ayraç olmak da fena fikir değil. Bir internet sayfası metni de olabilirim. Ama google aramalarında çıkmamak kaydıyla.

Maviden siyaha geçiş degrade olamadı. Olsun. Hem kırmızı yandımı duracaksın. Yeşile küfredesim var. Sarı da çok kahpe. Beyaz giyince söz oluyordu di mi? Olsun.

Uf ya bi telefon çalsa şu 34 lere iş gelse…en banko makinalar piyasada full yatıyor. Fena çok.

Çaldı ama saçma sapan bişi için.

Git şimdi sen eylülde gel. Eylüle kalmaz gelirim ben ya da. Şarkıydı di mi bu da? Ne saçma.

Hemzemin geçitlerden arabayla geçerken sağa-sola 40 kere bakıyorum, çok korkuyorum trenin altında uzun uzun ezileceğim diye. Işıklara da güvenmiyorum, haberlere "sinyalizasyon hatası" diye haber olmak var. Ama beni asıl bitiren sinyalizasyon değil de sembolizasyon hatası...Bişiler hep yanlış yunluş sembolize olup duruyor kafada. Sonra yanılmış bir kapı olarak hep kendi üstüme kapanıyorum. Kötü oluyor.

Bi de...Yoruldum her yol ağzında kendime rastlamaktan....Ahmet ERHAN

20 Nisan 2010 Salı

10 Mart 2010 Çarşamba

MODERN AYAKLAR

Modern : Çağa uygun, çağcıl, asri, çağdaş
TDK böyle tarif etmiş modern kelimesini.
Peki aynı çağ içindeki farklı formları, alışkanlıkları nasıl eski-yeni ya da modern-çağdışı olarak niteleyebiliyoruz?
Mesela taşıtlar için bu ayrımı yapmak çok kolay... Ulaşımın at arabalarıyla yapıldığı bir yeri çağdışı olarak niteleyebiliriz çünkü avrupa 100 küsur yıl önce at arabasını terK edip yerine motorlu taşıtları koymaya başlamıştı. Yani teknoloji farkı eski-yeni ayrımı yapmak için yeterli sebep teşkil edebiliyor. Sadece teknoloji demek doğru olmaz ama, teknolojiyi uygulayabilmek için bilimin önden yol açması gerekiyor. Gene yetmez, teknolojiyi kullanarak teknolojik ürün elde etmek için para gerekiyor.
En son teknolojinin her çağda ilk olarak silahlarda kullanıldığını, hatta daha ileri giderek teknolojinin var olma anlamını silahlarda bulduğunu da söyleyerek ürün bazlı modernlik meselesini kapatabiliriz. Ama bir adım daha ileri gitmek lazım: bilim var olma ve gelişme anlamını silahlarda buluyor…İnsanlar kafalarını çalıştırmak zahmetine ancak başka insanlara tahakküm edebilmek için katlanıyor. Silahları mermi atabilen şeylerle sınırlamamak lazım, her çağın kendine uygun binbir çeşit silahı hep oldu…
Peki alışkanlıkları nasıl eski-yeni diye etiketleyebiliyoruz, “modern yaşam” ile “çağdışı yaşam” arasındaki ayrımın kaynağı ne?
Avcı toplayıcı toplumlarda avcılık çok tehlikeli, toplayıcılık da çok zordu. Emniyet ve kolaylık bakımından insanlar topluca ava çıkıp topluca ot-sebze-meyve topluyordu. Bir aradaydılar çünkü tek başlarına ya da çekirdek aile olarak hayatta kalma şansları yoktu. Hal böyle olunca birbirlerine yardım etmek-etmemek konusunda bireysel tercihlerini kullanmaları sakınca doğuracağı için bir takım yazılı olmayan kurallar icat ettiler ve bunlara uydular. Bu kurallar bütününe“töre” demek yanlış olmaz sanırım. Törelerin uygulanabilirliği toplum baskısı ile mümkün oluyordu, bir kişi bencilce, kolayına gelen bir davranış sergilediğinde diğerleri tarafından töreye davet ediliyor, uymamakta ısrar ederse gruptan atılıyor yani “aforoz” ediliyordu. Kısacası töre hayatta kalmak (beka) için gerekli bir şeydi, hatta insanların türlerini devam ettirebilmesini sağlayan temel şeydi.
% 100 avcı toplayıcı olmayan, yerleşik düzene geçmiş insanlar yaklaşık m.ö. 8500 lü yıllardan beri varlar, o zamandan bu zamana çok şey değişti elbette fakat m.ö. 8500’den 1945’e hızlı bir geçiş yapabiliriz çünkü töre bu süre zarfında hayatta bırakma-ayakta tutma özelliği ile hep var oldu, hala da var. 1945’in özelliği insanların töreye ihtiyaç duymadan hayatta kalabilecekleri ortamlar yaratmasının kesintiye uğramadan başladığı yıl olması. Kesintiden kastım iki büyük dünya savaşı... Konuyu daha geriden almak da mümkün ama çok da gerekli değil zira 1945’den sonra olanlar anlatacağımı anlatabilmem için yeterince örnek taşıyor.
Bu arada kesintinin nasıl bir şey olduğunu nylon çoraplar tek başına çok güzel açıklar:) nylon bulunan ilk sentetik malzemedir, 1926’da Amerikalılar tarafından bulunmuştur ve kısa bir süre sonra meşhur ince kadın çorapları bu buluş sayesinde piyasalardaki yerini almış, kadınlar pek mutlu olmuştur:) Nylon ipliği çok dayanıklı ve esnektir, ince kadın çorabının yapılabilmesine imkan tanıyan o yıllardaki tek iplik cinsidir. Kadınların mutluluğu uzun sürmedi ama… Çünkü yaklaşan 2. Dünya savaşından dolayı bütün nylon iplikler paraşüt üretimi için kullanıldı. Paraşütün yapımı için de en uygun ipliğin nylon oluşundaki ironi tek başına bir yazı konusu olduğu için üzerinde fazla durmadan geçiyorum:) Paraşütten önce sadece kadın çorabı yapılmadı bu arada, nylon iç çamaşırı, gömlek de yapıldı mesela…Hem sadece kadınlara değil erkeklere de yapıldı:) Bu gün sıhhi olmadığı için giymediğimiz nylon donlar, gömlekler o yıllarda fahiş fiyatlardaydı, bu gün tıpkı nylon öncesi devirde olduğu gibi pamuk, keten, yün ağırlıklı olarak giyiniyoruz! Halkın kullanımına sunulduktan, alışkanlıkları arasında yer ettirildikten sonra paraşüt yapmak için ellerinden alınan nylon savaş yılları boyunca zavallı halkın burnunda tüttü, yokluğundan dolayı efsaneye dönüştü, tıpkı erken ölen James Dean, Marylin Monroe gibi…. Sentetik iplikler uzun zamandır gayet bol , hem sadece nylon değil başka bir çok tür sentetik iplik var, doğal ipliklere göre de ucuzlar ama şu anda en çok kullanılan iplikler pamuk ve pamuk türevi ipliklerdir….
65 yıldır “modern” ülkelerin topraklarında savaş yok, 2. Dünya Savaşı’ndaki bir dilim kuru ekmeğin değerini anlatan dedeler, nineler birer birer toprağa girmekte ve dünya genelinde açlıktan ölme riski taşıyan insan sayısı oransal olarak eski dönemlerle karşılaştırılamayacak düzeyde düşük. Besin temin ederken ölmemiz için çok fazla sebep de yok artık, güvendeyiz. Güvende olduğumuz için de bir arada yaşamaya da mecbur değiliz, törelere de ihtiyacımız yok. O halde neden herkes birbiriyle sevişmiyor?
Bağlantı biraz saçma gibi ama çiçek çocukların felsefesi aşağı yukarı böyleydi. Açlıktan ya da vahşi hayvan saldırısından ölme riskleri yoktu, bunun yerine Nepal’e ya da kendi içlerine seyahat etmek için sebepleri vardı… Daha doğrusu bu seyahat lüksüne sahiptiler…Ve varoluş sancısıyla çatlayan başlarını Budist rahiplerinin ellerinde huzura kavuşturmayı her zaman başaramasalar da uyuşturucularla ağrıya ara verdirmeyi başardılar. Bu sorumsuz ve alışılmadık davranış tarzları 2. Dünya Savaşı sonrası dünyaya hakim olan kasvetli, ümitsiz havanın yarattığı bohem hayatın bir devamı niteliğinde olabilir, bu konu ciddi şekilde araştırılması gereken derin bir konu, ben sadece “etkisi olabilir” diyerek geçeceğim.
Sonuçta 65 yıldır kesintiye uğratılmayan bu “üretim fazlası” bol dönem insanların bir arada bulunma mecburiyetlerini ortadan kaldırdı ve insanları “tek kişilik değerli cumhuriyetler” şeklinde yeni bir yaşama alışmaya zorladı. Yukarıda töre dediğim şeyi temsil eden her türden tabu insanlarda “neden yıkmıyoruz?” fikrinin uyanmasına sebep oldu. Hatta tabu kelimesinin ilk çağrıştırdığı kelime ”yıkmak” oldu…
Bu büyük dönüşüm üretim fazlası miktarının artması sayesinde oldu. Uzun zaman önce türünün devamını garanti altına alan insanlar açlıktan ölme riskini de sıfırlayınca eskiden var olmayan nesneleri önce lüks sonra ihtiyaç olarak adlandırarak hayatlarına soktular ya da birileri onların hayatına soktu. “Hayatta kalma”nın yerini giderek başarı, kariyer gibi kelimeler aldı. Ve en önemli değişiklik kitlelerin sevk ve idare yönteminde oldu. Eskiden büyük oranda kaba kuvvetle yönlendirilen insanlar “tüketim kuvveti”yle idare edilmeye başlandılar.
Tek kişilik değerli cumhuriyet bireylerinin çiçek çocuklarınkine rahmet okutan içsel seyahatleri yeni yeni sektörlerin doğmasına sebep oldu. Uyuşturucu olmadan ayakta duramayan anormal-kötü çocukların sayısındaki artıştan daha önemlisi sorumluluk ve kariyer sahibi “normal” insanların ancak prozac tabletlerine dayanarak ayakta durabilmeleridir herhalde.
Tüketim motoru, yavaşlamaya tahammülü olmayan hatta düzenli olarak hızlanmak zorunda olan bir motor ve insanlar bütün alışkanlıklarını bu motorla senkronize tutmak zorundalar, yoksa durduğunda devrilen bisiklet gibi devrilirler. Bu motoru canlı tutmanın yolu da “moda” dene sihirli kelimeden geçiyor.
Moda derken Paris defilelerini kastetmiyorum sadece, geri zekalı sunucuların cümleleri de dahil olmak üzere bir çok kontrolsüz cümlenin etkisiyle şekillenen, şekil alması bir türlü bitmeyen bir olgu moda. Yaptığınızın, söylediğinizin, beğendiğinizin, giydiğinizin, kullandığınızın mantıklı olması, işe yaraması, güzel olması yetmiyor artık, “beynelmilel değer yargıları”na da uygun olması gerekiyor. Yani seçerken, yaparken, söylerken sadece kendi usunuzu değil beynelmilel usu da göz önünde bulundurmanız gerekiyor. Diğerleri tarafından makbul olarak değerlendirilmeniz için beynelmilel us tarafından kabul görmeniz gerekiyor. Giydikleriniz, kelimeleriniz, diplomalarınız, oturup kalktığınız yerler, arkadaşlarınız, dinlediğinizi müzik, seyrettiğiniz film vs. her şey bu büyük beyin tarafından onaylanmış olmalı. Sonuç olarak bir ”sürekli değişen beynelmilel değer yargıları bütünü” var ve bireyler bu bütünü anlamak için çaba sarfetmek, değişimleri kaçırmamak için sürekli takipte olmak, öğrendiklerini uygulayabilmek için çeşitli imkanlara sahip olmak zorundalar. Bu değerler sistemine entegre oldukça birey borsasındaki değerleri artar, değerleri arttıkça da sistemi daha çok benimseler, savunurlar.
Bir taşıtın, silahın ya da çamaşır makinesinin modern olarak değerlendirilmesinin şartları basit teknik avantajlara bağlıyken kişisel beğenilerin, tercihlerin, fikirlerin modern olup olmaması beynelmilel değer yargılarına uygunluğuna bağlıdır. Ve bu değer yargılarını kimin tarafından belirlendiği belirsiz olmakla birlikte kayıtsız şartsız itaatle sorumlu bireyler tarafından belirlenmediği açıktır. Bireyin kendi usu ihmal edilebilir bir düzeye indirgenmiştir.
Hal böyle olunca kişiler benimsemedikleri hatta anlamadıkları fikirleri kendi fikirleriymiş gibi savunurlar, “kendilerine ait fikirler” sandıkları bu şeylerin romantizme bulanmış sloganlar olduğunu fark etmezler, fark etmekten de korkarlar.
Sonuç olarak hayatta kalmanın garantisi olan ve uygulandığı çağla birlikte değerlendirildiğinde gayet mantıklı sebeplerle kurgulandığı anlaşılan törelerin yerini kimlerin belirlediği belirsiz trendler almıştır. Teknolojinin gelişmesi üretim fazlasını arttırmış ve bizi önce toplu halde yaşama mecburiyetinden kurtarmış daha sonra da toplu halde yaşamamaya mecbur etmiştir. Değeri günden güne artan bireyler diğer bireyleri borsadaki kağıtlar gibi algılamaya-değerlendirmeye başlamıştır. Giderek kaybedecek daha fazla şeye sahip olan insanlar ölümden daha çok korkar hale gelmiş, birilerinin yanında uzun süre durabilmek için daha çok sebep arar olmuşlardır.
Hayatımızdaki nylon gömlekler, çamaşırlar gibi efsaneleşmiş ve modern ama asla sıhhi olmayan nesneleri, fikirleri, beğenileri bulsak...hayatımızdan çıkartmaya gücümüz ve cesaretimiz olur mu acaba?
İyi bir ömür sürebilmek için bir ömür harcıyoruz.
Modern ve değerli yalnızlıklarımızla mutluluğun peşinde koşmak umuyorum ki hiç değilse ciğerlerimizi açıyor olsun…

18 Şubat 2010 Perşembe

MELANKOMİK NOTLAR 3

Requiem for a dream’i izledim akşam. Her ne kadar beklediğim gibi olmasa da pek güzel bir filmdi Allah için. Beklediğim gibi çıkmadı çünkü film müziğinden bile güzel, filmin adı da filmin kendinden güzel:) Requiem kelimesini anlamının ne olduğunu bilmeden sevmiştim zaten, anlamı da kelimeyle gayet uyumlu…ne güzel:)

Bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihini zevkle okuyorum şu günler. Memleketimden insan manzaraları gibi standart bir olay örgüsü yok, onun yerine kişileri tanıtıcı olaycıklarla ve tasvirlerle doldurulmuş kitap. İleri kısımlarda değişir belki durum ama öyle olacağını sanmıyorum. Bu kitabı okumak mezelerle karnını doyurmak gibi, alışılmışın dışında (belki de yanlış) ama çok güzel:)

Canım çok sıkkın, sebepsiz falan değil ciddi bir reklamasyondan dolayı sıkkın…Geçecek…

Eleni Karaindrou! İnsan değilsin sen !!!

Girl with a pearl earring’teki Scartlet Johanssonu’un ifadeleri, beyaz masumiyeti, yüzündeki ışıklar çok güzeldi.

İlk müzikli foto gösteri dosyamı yaptım dün akşam, karma fotolar, pazar günü de gösterilecek B.çekmece kültür merkezi’nde. Gösterilmesi kısmı önemli değil fakat caravansary eşliğinde fotoları akarken izlemek hoş:)

Bu yazıları birileri okusun diye yazmıyorum, okunmadığını da biliyorum ki neden okunsun zaten:) Monitörden yazı okumak eziyetli bir faaliyet, ayrıca herkesin zırvası kendine, şimdiye kadar okumam rica edilen bloglar söz konusu olduğunda ya sessiz kaldım ya da okumuş gibi yaptım:) Kendim için yazıyorum bunları, herkesin ulaşabileceği bir ortamda yayınlanması gerekli disiplini temin için sadece.

Memento’yu çok merak ediyordum her nedense… Güzel bir film ama bana göre değil.

Çocukken ağlamak için girdiğim divanın altında biten ağlamayı müteakip hakim olan iç sessizliği sevdiğim gibi şimdi de aşırı sinirlendiğimde ya da çok üzüldüğümde üzerime çöken dingin ruh halini seviyorum. Kaybedilmemesi için çaba sarfedilen şeyin kaybedilmesinin verdiği tuhaf rahatlık….

Bu arada çocukluğuma, hatta hayli küçük çocukluğuma dair çok net şeyler hatırlayabiliyorum.

Saçaklı sözlük için bir şeyler yapmalı artık, güzel bir şeyler.

27 Ocak 2010 Çarşamba

neşve tahsil ettiğin sagar da senden gamlıdır

Moment ne kötü bir şey...Devrilen kamyonların, kadınların, binaların vs. kötü kaderinde başrol oynamaktan bıkmamış bir fizik bi şeyi. Formülünde meymenet yok, kuvvet çarpı kuvvet kolu! Sarhoşları kolundan yakalayıp yere savuran meşum bir kuvvetli kol.
Bizim bildiğimiz 3 boyuttan sonra bilmediğimiz boyutlara 3-4-5 diye devam edince 10. boyutu buluyormuşuz ki bu boyutta farklı fizik kanunlarının hüküm sürdüğü farklı evrenler sözkonusuymuş. Newton'un prensiplerini hatırlamaktan aciz bir mühendis olarak böyle şeylerden bahsetmek havalı olabiliyor tabi ama bu öteki evrenlerde muhtemelen hava yok. Güzel haber; yerçekimi de yok, yere kapaklanmak da. Yer bile yok hatta...Geçen gün bir yerde diskriminant kelimesi geçti de bir yere bakmadan hatırlayabilmem iki-üç gün falan sürdü. (bir yere bakmaya utandığım için bakmadım) Halbuki ne önemli bir şeydi o, onsuz ikinci dereceden denklemleri çözemiyorduk falan. Ha çözdük de ne oldu, orası da ayrı tabi. Bir de atalet momenti vardı, ne menem bir şey olduğunu, neye yaradığını öğrenciyken bile uzun süre anlayamamıştım. "Bütün bunlar pratik hayatımızda ne işe yarayacak?" zevzekliğine hiç girmiyorum fakat zevzekliğin kendisi pratik hayata ortasından giriverdi, hayatımın diskriminantı eksi çıktı, karekökünü alınca error veriyor, kimliği belirsiz bir i olarak (bir i, biri değil! öyle de olur gerçi) imajiner düzlemde serbest salınımdayım... Harmonik hareket vardı bir de çok meşhur, fakat benim favorim özellikle sınav gecesi sabahlamalarında göz kapaklarıma binen harmonik hareketsizlik zorlamasıydı. Hareketsizliğin armonisini harmonik harekete her daim tercih eden bir mühendislik talebesi olarak (aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın) kendi yazmadığım bir skeçte gayet ironik roller almakta, bahar gelince de fakültenin önündeki yeşil çayıra yayılmaktaydım. Güzel günlerdi. Sanırım.
Bir hocamız (önemli bir hocamız) mühendislik okuduğumuz için çok şanslı olduğumuzu zira öğrendiklerimizin dünyayı anlamak konusunda bize paha biçilmez imkanlar sunduğunu, kapılar açtığını söylerdi. İnanırdık tabi, blok derste 90 dakika boyunca blok gibi kıpırdamadan durmak zorunda olan memleketin geleceği genç nesiller olarak o esnada inanmamak zahmetine katlanmayı göze alamıyorduk. Ama ben anlamadım işte! Neyi anlamadığımı da anlamadım. Dünya'nın ekseni etrafında 23,5 derece eğik dönmesini bile tam çözmüş değilim (ki ilkokul konusudur) fakat umrumda olan bu değil, ben dünyanın yamukluğunu daha ziyade mecaz olarak algılamaya taraftarım, dünyayla aramızda 23'ün 25'in lafı olmaz, benim derdim böylesine yüksek hızlarla ordan oraya dönen dünyanın bir tutacak yerinin olmayışıdır...Türlü hareketler içinde zehir zemberek impulslarla momentumumuz dağılmış bir şekilde ötelenip dururken "saat kaç?" sorusunun anlamı kadar anlamı kaldı işte herşeyin...İçi başarı agresifi duygularla tıka basa doldurulmuş (içi doldurulmuş, evet) olarak hayatın bir yerlerine paraşütsüz atıldık ve kullanma klavuzu sandığımız her şey kullanılma klavuzu çıktı...
Arkasını hiç düşünmeden hatta hiç düzeltmeden ağzımda çalkaladığım suyu tükürür gibi püskürttüm bunları buraya. Saçmaladığımı biliyorum ama rahatım çünkü biliyorum ki kimse okumuyor:) Karanlıkta pencereden bütün şehre ayıpçı el hareketleri yapmanın tuhaf mutluluğu var içimde. Dünyanın bir hareketi varsa eh şükür bizim de var:)


liman 2

3. arz derecesinde bir adam durdu
yumrukları iki balyoz gibi omzuna asılmış
bakir bir orman rüyası görüyordu
insan yiyen ağaçlar görüyordu
şehvetli yapraklarını yağmura açmış
karanlık kapkara bir yürek görüyordu
usturayla oyulmuş çıkarılmış
avuçlarında ölümünü görüyordu

izmir'de bir gemici barında
üç sarhoş kadın ona gülmüşlerdi
sakalı vardı yirmi bir yaşında
içerken elleri titriyordu
bir sefer balear adalarında
kaçakçılıktan hapse düşmüştü
bir bıçak parıltısı gözünde kaşında
herifin birine silah çekmişti
izmir'de bir gemici barında
üç orospu üstüne gülmüşlerdi

3. arz derecesinde bir adam durdu
dünya da durmuştu artık dönmüyordu
güneş simsiyahtı görünmüyordu
aklına flamingolar gelmişti
bir martının gözleri gelmişti
lucie-anne'ın gözleri gelmişti
çok şükür ağlamasını biliyordu

attila ilhan


Bu arada;
Neşve tahsil ettiğin sagar da senden gamlıdır,
Bir dokun bin ah işit kase-i fağfurdan.

Bağlantı aramak boşuna olur, içimden geldi sadece, başlığı da sonradan koydum zaten...

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...