28 Mayıs 2017 Pazar

KENAR MAHALLESEL NOT

Yazlığın verandasındayım, kitap okuyorum, sahuru bekliyorum. Donuyorum! Haziran geldi neredeyse Allah'ım bu ne soğuk! Ama içeri de gidemiyorum çünkü hanımeli muhteşem kokuyor. 
Hal böyle iken soğuk-sıcak demeden çalışan çağrışım treninin lokomotifini tetikledi işte sonra bir şeyler, kendimi Necati Abi'nin bir repliğini hatırlamaya çalışırken buldum. Google sağ olsun, şöyle demiş güzel abimiz:
Öfkeyi teselliyle tedavi ederken kaşı gözü yarmışız azıcık, yüreği kanatacak kadar. Ki bizi bozmaz. Yürek yaraları ile havaya girmek erkeğin şanındandır. 

Ah be güzel abim, nasıl güzel özetlemişsin öyle. Bu repliği yazan Ali Ulvi Hünkar; yahu nasıl bir güzel adamsın sen! Bir keresinde de Necati Abi'ye "aşk acısı şık durmalı üzerinde" diye nasihat ettirmiştin gençlerden birine...elde kağıt kalem baştan bi daha mı izlesem yoksa şunu?


Sığ olmayan bir ruha sahip olup da şu diziyi (Sultan Makamı) izlememiş olanlar bilmeliler ki büyük ziyandalar!
Bu kenar mahalle edebiyatı cümleler burada dursun...çok zarifler. 

26 Mayıs 2017 Cuma

PAHALI BİR HAYAT

Bir tartışmanın ortasındaydık ve ben “asıl belirleyici olan tercihler değil şartlardır” diyebilmek için balıklarla karıncaları örnek verdim. Hani şu meşhur “sular yükselince balıklar karıncaları, alçalınca karıncalar balıkları yer. Kimin kimi yiyeceğine balıklar-karıncalar değil  sular karar verir” düsturu…ve devam ettim, o düsturu bizim mevzuya getirmeye çalışıyordum…ama anladı lafın nereye geleceğini, atladı kesti beni, şöyle bir konuşma sonra:
O: Hiç yok öyle bir şey. Belgeselde gördüm ben, sular bitmişti neredeyse, balıklar çamurun içindeydi, çamurdan sıçrayıp sıçrayıp daldaki böcekleri yakalıyorlardı.
Ben: Ya ne ilgisi var? Bu dediğim genel bir şey, o dediğin balıkları görmedim de istisnadır onlar.
O: İstisna falan bilmem, senin teori çürüdü.
Ben: Ya neyse, unut balıkları, belirleyici olan şartlardır demek istiyorum ben, yani tercihlerimiz öneml…
O: Hayır, konuşamazsın, en başta verdiğin örnek yanlıştı, bundan sonra söyleyeceğin her şey yanlış, çarpı sıfır yani, buradan devam edemezsin.
Ben: Ya tamam da ben demek istiyorum ki…
O: Hayır ya başka bir şey bul, balık teorin çürüdü.
Ben: Ama…

Gerisi yok. Zekasını böyle bel altı demagoji yumrukları için kullanmaktan çekinmeyen birinde zekanın bu kadar yoğun bulunması ne büyük haksızlıktı! Resmen terlerdim derdimi anlatamadığım için, Allah’ım anlamak istemediğinde O’na bir şey anlatmak ne kadar zordu!..ve bir şeye ikna etmek.
Aynı zamanda da çok kolaydı O'nu ikna etmek. Acayip kolaydı hem de, ateşlemek için tetiğine dokunmama bile gerek olmayan silahlarım vardı çünkü. Onun da vardı.

İnsan antisosyal bir varlıktır ve şiddet en öz lisanıdır. Beka tedbiri için bahşedilmiş bize bu şiddet yeteneği fakat beka dışında sebeplerle de şiddet kullanmak en temel alışkanlıklarımızdandır.
Şiddet deyince sadece fiziksel algılamayın, sözlü şiddet, duygusal şiddet, psikolojik şiddet gibi çeşitleri var bu işin. Laf sokmak da şiddettir, parmak sallamak da, surat asmak da. Bir annenin yaramazlık yapan 2 yaşındaki çocuğuna “ama bak öyle yaparsan seni sevmem sonra” demesi muazzam bir şiddettir mesela çünkü çocuk gerçek sanır o tehdidi!
“Öyle yaparsan annen olmam sonra” diyeni bile var… ayarı çok kaçmış bir şiddet bu, dövmekten çok beter bir şiddet.

En güçlü şiddet silahlarından biridir sevgi,  “ateşin, cımbızın” veremeyeceği acıları tek başına üretebilir.
The Green Mile filmindeki katil, küçük ikiz kız kardeşleri birbirlerine olan sevgilerini kullanarak sessizleştirir, “bağırırsan kardeşinin canını yakarım” der ikisine de…ikisi de kardeşinin canının yanma korkusuyla katile istediği sessizliği verir, ikisi de ölür...
Filmin ana fikridir bu zaten, böyle bir şiddetin var olabildiği dünyada var olmak istemeyen…ölmek isteyen John Coffey’nin hikayesidir dinlediğimiz.
John Coffey görüntüsünün hilafına bu dünya için fazla narindir.

Pek çok ebeveyn çocuklarının canına onları çok sevdikleri için okur mesela. Hakkında kitaplar yazılmış çok mühim-derin bir konudur bu. Ebeveynlerin çocuklarına verebileceği en değerli şey onlara kendileri olma imkanını tanımak, desteğini sunmaktır…ama işler böyle yürümez.

Eğer sevgi bir şiddet silahıysa aşk bu işin atom bombasıdır. Öyle yapman gerekiyordur, aklın-gözün çok açık söyler ne yapman gerektiğini ama yapamazsın çünkü çok seviyorsundur…gitmen gerekir ama gidemezsin çünkü ayakların yoktur…gibi.

Ayaksız ve akılsız bir ram olmanın ifadesidir aşk, Şeytan nasıl ateşten yaratılmışsa aşk da şiddetten yaratılmıştır ve aşka düşen kendini şiddete açar. 
Helen Fischer’ın dediği gibidir: Hiç kimse aşkın içinden canlı çıkamaz.

Şu münasebetsiz karikatür açtı bu konuyu.
Zamanında buraya bir melankomik not olarak düştüğüm şu cümleyi anımsattı bana:
Bir insan ki zekayla muhayyilenin veled-i zinasıdır…Kesinlikle kork hatta uzak dur mümkünse. Sıkıysa da sevme!

Bu notu doğrudan o “ışıltılı muhayyile ile zıpkın zekanın veled-i zinası kişi”yi düşünerek yazmıştım.

Sıkıcı olmayan konuşmalar çok pahalı...
İlham veren bir konuşmanın bedeli ise aşırı yüksek!

21 Mayıs 2017 Pazar

UYKUDAN ÖNCE

Hüzünle kederi karıştırır bazısı, halbuki çok başkalar.

Hüzün, hayatın doğal yollardan ürettiğidir, sebepsizdir, yaşamanın yan etkisidir... değil mi ki bu dünya ruha gurbettir, gerçek bir ruhun hüzünden nasipsiz olması o zaman söz konusu bile değildir. Sadece ruhlarını haz kavanozuna turşu gibi yatırmışların becerebildiğidir hüzne uzak durabilmek ki konumuz bile değiller.

İnsan olmanın ölçüsü empatidir, başkasının acısını hisssedebildiğiniz kadar insansınız ve... hüznünüz gibisiniz, hüznünüz kadarsınız.

Efradını cami ağyarını mani tarifi şöyle bir şeydir:

Ne şimdi elem, keder mi bu, karanlık mı, umutsuz mu? Haşa, asla! Bu sadece yüce bir ruhun tecellisidir, okuma yazması olan yüce ruhlar böyle gösterir kendini...
Nereden estiyse dinleyesim geldi gecenin bir vakti ve içimdekiler içimde durmadı, yazıvereyim dedim. Uyku? Yok :)
Bu parça konuşuyor sanki benimle, yıllardır konuşur. İşte hayatı anlatıyor, içindeki o rüzgar gibi geçen yerler geçen zamanın tasviri mesela... Konuşur ama melali fazla aşikare etmeye ar ederek konuşur, "her şey dile gelmez öyle, biraz da sen anla" gibisinden der diyeceklerini ve henüz daha anlatacak şeyleri var iken "yeter bu kadar" deyip bitiverir. Hayatın devam ediyor oluşuna işaret eden bir erken bitme hali sanki ya da bana öyle geliyor.
Parçanın bir yerlerinde de kendime rastlarım.

Açılış valsi olur mu bundan, dans müziği mi ki? Evlenecek olsam kurcalardım bu konuyu, olursa güzel olur bişi çünkü...gerçi Romeo'yla Juliet'in tanıştıkları sahnede çalan Nino Rota parçasını da düşünürdüm de ondan da açılış valsi olmaz, o da fazla hüzünlü çünkü :) Ama nasıl zarif...şu:
Bu piyano coverını orijinalinden daha çok sevdiğim için koydum ama orijinalini de ekleyeyim bari, ayıp olmasın:
Parçayı söyleyen Romeo'nun kuzeni, sahnedeki diyaloglar da müthiştir, güzel filmdir, tavsiye ederim:
Rota, sonu kötü bitecek olduğu için ana temayı bu kadar hüzünlü yapmış muhtemelen, çok aşklı ama çok hüzünlü, tekinsiz bir denk düşme söz konusu yani...n'apçan, kader.
Açılış valsiyle ilgili bu kadar tuhaf düşünceleri olan birinin evlenmemiş olması bence çok normal :) Ama yani Comparsita da çok sıkıcı ve sıradan!

Yazı dağıldı! Özür dilerim Theodorakis Abi, saygısızlık addetme ne olur, örtüyorum hemen yazıyı, uyku da bastırdı zaten.


Sonradan ek:
Hüzne tarif kabilinden şu parçayı da eklemesem olmaz:
Theodorakis'in parçası için kullandığım "melali aşikare etmeye ar eden" ifadesi Farantouri'nin bizzat sesidir...böyle çok doludur çok yoğundur ama asla çok açık ederek yere düşürmez içindekini, bayağılaştırmaz, dimdiktir. Farantouri'nin Theodorakis bestelerini en iyi yorumlayan kişi olarak kabuk görmesi çok da tesadüf değil sanki.

Bu var bi de, incecik bir hüzün ama nasıl da tertemiz bir umut:
https://www.youtube.com/watch?v=hEyb50mHCQU

8 Mayıs 2017 Pazartesi

N'EKAT?

Zeka diye zekatı verilmemiş akla deniyormuş.” yazmıştım daha önce melankomik not olarak, Taptuk Emre’nin sözü bu.
Suzi de geçen gün (kedi olanı değil, insan bu, arkadaşım) dedi ki:
Aklın ve kalbin zekatı uzunca hüzündür.
Fudayl Bin İyad’ın sözüymüş bu da.

Bu işten tek anladığım: zekat işi mühim!

İki zekatlı cümleyi birleştirip tek bir cümle yapmaya çalıştım ama pek oldu gibi değil :) Net bir netice elde edemesem bile güzel bir zihin jimnastiğiydi bu tek cümleye indirgeme mesaisi…bir gün netice de alırım belki :)

GALAT-I MEŞHUR

Okuduklarımız yediklerimiz gibidir, yediklerimize dikkat etmemiz lazım.
Benzetme çok yerinde…bir kitabı okurken kitapla ilgili çok fazla şey aklımızdadır ama iki sene sonra kaba hatlarıyla kitabın ne anlattığı dışında bir şey kalmaz kafada. E nereye gitti onca okuma? İki sene önce yediğiniz yemek gibi işte bu da, kas oldu, kan oldu yağ oldu size o okuduklarınız. Bu sebepten bünyeyi kötü yayınlardan korumak lazım.  Ayrıca vakit de kıymetli bir şey tabi ki.

Soner Yalçın’ın Galat-ı Meşhur’unu okuyorum, 100. sayfa civarındayım, okuyordum daha doğrusu çünkü kalanını okumayı düşünmüyorum.
Eskiden böyle değildim, kitap kötüyse bile bitirmek zorunda hissederdim, bi çeşit kitaba saygı…bu işin saygıyla falan hiç ilgisi yok, değerli değilse okuma yani bu kadar basit, rasyonel tavır budur.

Her görüşten kitabı okumakla her kitabı okumak çok farklı şeylerdir. En sağ, en sol, din kitabı, ateist kitap...hepsini oku yani sorun yok ama her insan her okuduğunda nitelik ve adalet kaygısı gütmeli. Adalet? Evet, bu adalet işi çok mühim.

Soner Yalçın’ın basit bir empoze taktiği vardır: bilgiyle sersemletme.
Önce oradan buradan bir sürü bilgiyi bombardıman gibi sıralayıp güven telkin ettiği gibi okuyucuyu sersemletir, sonra da bu bilgilerin sizi düz bir mantık hattı ile yorumunun doğruluğuna işaret ettiğini gösterir. Verdiği bilgiler doğru ise sorun yok gibi görünüyor ama kazın ayağı öyle değil, sorun var, çünkü en büyük yalan yarım hakikattir. Kalemin adaleti söylediklerinde değil sakladıklarında aranmalıdır.

Yalçın, savını destekleyecek bilgileri bulmakta da cımbızlamakta da çok mahir, savunmasız okurun yorumlarına iman etmekten başka şansı kalmıyor. Savunmasız okur dediğim hem bilgi hem de feraset bakımından pek gelişkin olmayan okur…bu okur tipi mevzuları Yalçın’ın bahsettiğinden ibaret sanır, adamın zaten hazır bir şekilde önüne koyduğu yorumları bilgi gibi içselleştirmekten başka çaresi olmaz bu okurun. Bu okur tipi “bir kitap okudum artık her şeyi biliyorum” diyebilmek için okuyan cinsidir, sorusundan çok cevabı vardır, okuduğu yorumları da bilgi diye hafıza sarayında tutma eğilimindedir lazım olduğunda satmak için…

Kitapta adı geçen insanlar da iki çeşit: hakkında hiç iyi şey söylenmeyenler ve hiç kötü şey söylenmeyenler.
Böyle bir yaklaşım eşyanın tabiatına aykırıdır, dünya siyah-beyaz değildir, rengarenktir.

Velhasılı bu kitap bu haliyle bir düşün eseri değil de bir propaganda aracı…ve tavsiyem odur ki insan göz nurunu da vaktini de propaganda araçlarına harcamamalıdır. Sloganlar fikrin önündeki sistir, dünya görüşünüze uysun uymasın bir kitap bir görüşün propagandasından ibaretse düşünce diye size yutturmaya çalıştıkları aslında slogandır, uzak durmak lazımdır. Yalçın’ın kitabındaki sloganlar yoğun şekilde bilgiyle sarıp sarmalandığı için kolay yoldan entelektüel bir sınıf atlama telaşındaki okurların ökseye yakalanması da mukadder…maalesef.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...