29 Ocak 2016 Cuma

KAVGAM-KAVGAN-KAVGAMIZ

"Bir avuç kelime kıtaları birbirinden ayırır, yer sarsıntısı gibi. Uçurumlara köprü atan cümleler de var." 
"Kavga, insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında. Rüyaları o bayraklaştırıyor. Yığınlar onun için yaşıyor, onun için dövüşüyor, onun için ölüyorlar... Mukaddeslerin rengine bürünen bir bukalemun kelime, semavi kitapların şeytanı. Ve en tehlikelileri toprağımızda doğmayanlar.. Sol’la sağ, bu karanlık kafilenin öncülerinden ikisi."
Bu iki söz de Cemil Meriç’e ait.

“Bir şey kesinliğe ne kadar yakınsa gerçeğe o kadar uzaktır. Gerçeğe yaklaştıkça da kesinlik azalır.”
Einstein’ın söylemiş bunu da.

Bu da Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi.
1- Fizyolojik ihtiyaçlar: Nefes alma,yeme içme,uyuma,sevişme.
2. Güvenlik ihtiyaçları: Kendini ailesini ve sevdiklerini güven içinde hissetme.
3. Ait olma ve Sevgi ihtiyacı: Başka insanlar ile iletişim kurma,kabul edilme bir yere ait olma.
4. Değer İhtiyaçları: Başkalarınca benimsenip tanınmak,başarılı ve yeterli olmak.
5. Kendini Gerçekleştirme İhtiyacı: Kişisel tatmin,kişinin potansiyelini ortaya çıkarması.                                      

Teist: Bir yaratıcının varlığına inanan ve bir dine mensup kişi,
Deist: Dinlere inanmayan ama bir yaratıcının varlığına inanan kişi,
Ateist: Bir yaratıcının yokluğuna inanan kişi,
Agnostik: Bir yaratıcının var olup olmadığını bilmediğini söyleyen kişi.

Görüldüğü üzere agnostikler dışında herkes inançlıdır. Biri varlığına inanırken öteki yokluğuna inanır. Tek şüphede olansa agnostik sadece…mi?
Soru: Tam olmayan bir imanla bir dine mensup olunabilir mi?

Kaç tane agnostik olduğunu söyleyen insan tanıdınız? Agnostiklerin oranı % 1’den bile azdır herhalde. “Görünen agnostikler”den bahsediyorum.
Müslüman olduğunu söyleyen biri nasıl namaz kaçırabilir? Cehennem’de yanmayı göze mi almıştır? Kötü olduğunu bildiği pek çok şeyi nasıl yapabilir? Bu bir göze alma falan değildir, böyle direkt söyleyince ters gelebilir fakat olan şey bir emin olma eksikliğidir, iman eksikliğidir.
Hep düşünmüşümdür bunu, mezardakiler kalksa yerlerinden, bonus bir ömür verilse onlara…birbirlerine çok yakın şeyler düşünür, benzer şekilde yaşarlar o bonus hayatı. Evet, Karl Marks ve Mevlana aynı şekilde, aynı şey için yaşar. Onlar inanmak level’ını aşmış, emin olma level’ına savrulmuşlardır çünkü.

Yaaani; şüphe dağları bekler. İman etmiş müminler şüpheden tamamen arınmış olsalardı emir ve yasaklara asla riayetsizlik etmezlerdi. Bir yaratıcının yokluğuna iman etmiş ateistler de deprem olunca kelime-i şahadet getirmezdi. Görünen agnostiklerin oranı % 1’in altında belki ama görünmeyen agnostiklerin oranı % 100’e yakın. Mezarda yatanların içinde hiç agnostik yok ama.

Cahillik bilmemek değil bildiğini sanmaktır. Bilmez halden bilir hale geçmekse bir ihtiyaçtır, şüphenin azabından kaçınma ihtiyacı. Cahillik bir ihtiyaçtır. Yanlış biliyor olmak acı vermez, asıl azap şüphededir.

Ve tercih yapar insan, seçer. İhtiyaçlar hiyerarşisinin 3. maddesi gereğince seçer. Kabul görmek ve ait olmak için seçer. Bu seçimin içinde düşman seçimi de vardır, bir kanada ait hissedebilmek için diğer kanadı düşman olarak seçer. 5. madde ise kükremiş sel gibidir, kendini gerçekleştirme ihtiyacıyla yanıp tutuşan insanın yapamayacağı şey yoktur, yıkamayacağı şey yoktur.
Kelimeler bu yüzden çok mühim. Bu seçimleri mümkün kılabilmek için gerekli ayrışmanın anahtarı “kelime”dir. Kullandığın kelimeler kimliğindir..

Müslümanca insan olma, müslümanca yaşamanın kökleri çok derinde, 1000 yıllık bilinç altımızdır İslam. Bu topraklara tekkelerimizle, medreselerimizle, tarikatlarımızla kök saldık. Ata ruhlarımız müslümandır. Sadece dinimiz değil kültürümüz de müslümandır. Öyle ki 1980 öncesindeki materyalist-komünist solcularımız yürüyüşlerde “derviş bizi tan eyleme” ilahisini bağırarak yürüyordu. Müslümanlığımız dna’mıza kodludur.

Çoook sonra, taa 1856’da bir kitap yayınlandı, 1917’de bir devrim oldu. Bu düşünceyi benimseyen Türkler “komünist” diye tanıttılar kendilerini. Soğuk savaş döneminin 1960 sonrasına tekabül eden kısımlarında bu düşüncenin ülkeye hakim rejim halini alması söz konusu olunca da 1966’da Ülkü Ocakları kuruldu. Türkiye’de sağ, Türkiye’yi soldan korumak için oluşmuş bir şey. Adı farklı olsa da Ülkü Ocakları’nın var olma amacı komünizmle mücadeledir.

Resmi olarak Tanzimat Fermanı’yla başlayıp 1923’te evrim geçirerek yoluna devam eden modernleşme akımının çok güçlü bir telmihi olan seküler düşünceyi yukarıda saydığım sağ-sol-İslami kanatlara sos döker gibi (heterojen olarak tabi) dökersek saflar kabaca da olsa netleşmiş olur.

İhtiyaçlar hiyerarşisinin 3,4 ve 5. maddelerini  hayata geçirmek saikiyle hareket eden bencil insanların savaşıdır aslında tüm bunlar. Gerçek bir ihlasla hareket edenlerinki hariç tabi. (Kısmen hariç)
Fakat asıl anlaşılması gereken insanların asıl savaşlarını içlerindeki şüphe ile yapıyor oluşlarıdır.

Bir şeye kolayca inanan insanın en temel niteliği romantizmdir. Kolayca inanan insan demek, şüpheye dayanıksız insan demektir.
Soru: Türk solunun içinden romantizmi çıkartırsak geriye ne kalır?
Cevap: Hiç bir şey.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında baskı gören İslami kesim isyan etmek yerine dna’larına kodlanmış devletine sahip çıkma geleneği gereğince susmayı ve tevekkülü yeğlemişti. Camilerini terk etmediler ama şiddetten de uzak durdular, mütevekkil bir bekleyiş içine girdiler. 1000 yıllık İslam geleneği sekteye uğramadı bile kafalarda.
1990’lı yıllarda polislerin önlerine solcular yerine başörtülü kızları katmasına ise tepki farklı oldu. Bütün suçları başları örtülü olarak üniversiteye girmeye çabalamak olan 20 yaşındaki kızların “anarşist” muamelesi görmesinin vicdanlardaki yankısı farklı oldu. Yarası yarasına denk, kader ortağı kızlar üniversite kapısından polis marifetiyle püskürtüldükten sonra birbirlerine sarılarak ağladılar. Telefon alış verişi yaptılar, mazlumlukta ortaklık onları birbirlerine sıkı sıkıya bağladı. İçine düşürüldükleri duygu seli eski solcu abi-ablaları gibi hissetmelerine sebep oldu, onları daha iyi anladılar…ve o abilerin-ablaların romantizm hırkalarını sırtlarına geçirdiler, sırtlarına geçirdiklerinin farkında olmadan.
Sekülerleştikleri için kafalarına sopa yiyen Müslümanlar inadına sekülerleşmeye devam etti.
2000’lerden sonra esen elverişli rüzgarların da etkisiyle serpilip büyüyen bu tohum, bu gün tarihin hiçbir döneminde rastlamadığımız türden bir muhafazakar kesime inkişaf etti.
İşin içine pop kültür etkisini de kattığımızda terkibi oluşturan faktörler daha iyi anlaşılmış olur.
Peki Maslow’un 3,4 ve 5. maddelerinden azade mi bu yeni jenerasyon muhafazalar kesim? Değil tabi ki, hiç kimse o maddelerden azade değil.

Bu yazı eksik kalmaya mahkum çünkü hazdan hiç bahsetmedim. Haz faktörünü katmadan tamamlanması da imkansız. Hazzı bu yazının içinde yedirebilecek liyakate sahip olmadığım için hazdan bilerek hiç bahsetmedim. Beni aşar o kadarı.

Yukarıda bahsettiğim kampların hepsi örnek gibi algılanmalıdır. Çok farklı görünen şeylerin aslında nasıl da benziyor olduklarını ifade etmeye çalıştım sadece.

Diyeceğim o ki; asıl savaşımız içimizdeki şüpheyledir. Ve o şüpheyi biraz susturabilmek için susturamayacağımız gerçeklik yoktur.

Ve…antisosyal ve benciliz…hepimiz!

Not: Ben bir müslümanım, net. Çok basit düşünüyorum bu konuda. Tüm bu her şey mezarda bitiyor olamaz. Tüm bunların bir anlamı olmalı. Gerisi? Gerisini bilmiyorum, bana sormayın.

“İdeolojiler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir.”
Deli gömleğine ihtiyacım da yok, deli gömleğini kabul de etmiyorum. Dinim dışında hiçbir ideolojik nasa sahip değilim, hiç bir “izm” umrum değil. 


21 Ocak 2016 Perşembe

FAKE SÜTLAÇ

Eski okuduğum bir kitabın arasından biraz sonbahar çıktı.

Sene bilmem kaç, bölük komutanıyla beraber eğitim alanındayız. Ağaçları göstererek bana “şu gazelleri toplat.” dedi. Otomatik olarak “emredersinizkomtanım” dedim de sorun vardı…gazel neydi? Baktım sonra oraya, burada toplatılacak ne olabilirdi? Dökülmüş kahverengi çam yapraklarını kastediyordu herhalde. Gazel deniyormuş demek onlara, toplattım askerlere ben de. Kışın yapraklarını dökmez bir ağaç olarak bilinen çamın niyeyse döktüğü yapraklara “gazel” diye isim takmışlar. Sonbahar mı ki bu, hüzünlü bir şey sanırım. Belki de değildir. Neden sormamışım acaba “gazel ne ki?” diye. Aynı bölük komutanıyla bir dünya futbol muhabbeti yapmışlığımız da o senedir. Dünya kupası vardı, adam hiç bir maçı kaçırmadan izliyordu. Bense tek bir maçı bile izlememiştim. Sabahları gelir yanıma sorardı, mesela “gördün mü akşam Danimarka’lıları?” diye.  Hımm, Danimarka’nın maçı varmış demek, kimle acaba? Onu konuşturarak öğrenirdim. O bir takımı övdüğünde ben de onunla birlikte överdim ama abartmazdım, berabere kalınmış olabilirdi. Konuştura konuştura maçın sonucunu da öğrenirdim. Bunları öğrenebilmek için yorumlar da yapardım, hep onun konuşması olmazdı. Koca bir dünya kupasının bilmem kaç maçını beraber kritik ettik böyle, bütün maçları izlediğimi sanıyordu, kupa bitene kadar çakmadı hiç bir maçı izlemediğimi, hatta kimlerin kupaya katıldığını bile bilmediğimi. Ya futbol izleyen adam olmak istiyorum aslında ben de 90 dakika çok uzun, sıkılıyorum. O değil de, niye öyle etmişim ki acep, futbolla ilgilenmemek suçmuş gibi saklamışım adamdan. Adlarını unuttuğum insanlarla koyu sohbetlere dalıp bir şekilde adlarını onlara söylettirerek öğrenmelerim de var. Ne tuhaf zevklerim var! Aynı bölük komutanıyla saatlerce tarih sohbeti etmişliğim de aynı senedir. Kafayı “Osmanlı neden battı?”ya takmış. Defalarca tane tane izah ettim neden battığını ama o hala aynı yerdeydi. Yanında sigara içmeme de izin vermezdi, odasında 4-5 saat mahsur kalmışlığım çoktur. Sohbetimi seviyordu galiba… Böyle tuhaf askerlik anılarım var. Çok daha tuhafları da var ama anlatmicam.

Konu neydi? Sonbahar. Hah işte kitabın arasında bir kaç senelik sonbahar buldum biraz. Hoşbeş ettik az. “Dikkat et kendine” dedim. “Bilmukabele beybi” dedi. Sonra kitabı yerine koydum. Dolapta sütlaç vardı, yedim, şekeri azdı ama iyiydi.

18 Ocak 2016 Pazartesi

DÜŞ-ME

Çiçeğin tabiatı sarıdır. Düşmekse sarının tabiatıdır. Cemre sarıdır ve düşer.

18:01:2016 00:50
Kar ne güzel yağıyor.

www.youtube.com/watch?v=jv5UEp4d0HQ

13 Ocak 2016 Çarşamba

HAZ-BAZ-ÖNEM-DEĞER-Bİ DE KÜÇÜK SERÇELER

Hazırlık falan yok, direkt dalıcam mevzuya.

Kendini değerli hissetmeyen insanla uğraşmak, sonunda zarar edilen bir alış veriştir ve zordur.
Şöyle ki; kendini değerli hissetmeyen kişiye değer vermeniz sizi değersiz olarak algılamasına-addetmesine yol açar. Bilinç altı “bana değer verdiğine göre demek ki benden daha da değersiz.” mealinde cümleler üretir. Bilinç bu cümlelerin farkında bile olmaz zira kişinin kendine düşük değer biçen yerleri bilinç üstüne değil de bilinç altına yuvalanmıştır. Bilinç farkında olmaz ama etkilenir. Bir sonraki aşama şımarmadır, kendine düşük değer biçen kişi değer görürse şımarır.
“Kaçan kovalanır.” prensibinin çalışması tam böyledir. Kaçmak, ilgi göstermemek, değer vermemenin ifadesidir. Deminki cümlenin tam tersi söz konusu olur o zaman, “bana değer vermediğine göre, yüzüme bile bakmadığına göre demek ki çok değerli.” Yakala!

Kendine değer  vermekle kendini önemsemek çok karıştırılır. Özellikle son yıllarda pompalanan toplumsal narsisizmin neticesinde kendisini aşırı önemseme hastalığı salgın gibi yayılmakta. Bunun nasıl olduğu uzun hikaye ama anlaşılması önem arz eden konu şu ki; kendini aşırı önemseme hali giderek yaygınlaşmakta iken kendini değerli bulmak konusundaki zafiyet artmakta.
Kendini önemsemek doğrudan kaygıdır. Bırakın gelecek kaygısını, hafta sonu planının tıkır tıkır işlememesi ihtimali bile insanları deli ediyor. “Ben her şeyin en iysine layığım çünkü ben prensim-prensesim.” Bu cümle kendine değer veren birinin cümlesi değil, kendini lüzumundan fazla önemseyen birinin cümlesidir.
Kendine yeterince değer veren insanın tevekkülü çok olur, yeterince değer vermeyip aşırı önemseyeninse az olur. Tevekkül demişken…doğu mistisizminin temel doktrini olan kainatla birlikte akma, dengeye erişme meseleleri tevekkülün yeterli ölçüye ulaşmasından başka bir şey değil…bana göre.
Kendini önemseyen insan değerini başkalarının gözlerinde-sözlerinde arar. Kendisini gerçekten değerli bulan insan ise değerini kendi içinde arar ve bulur.
“Asiller şımarmaz.” dedikleri budur. Asil dedikleri kendisini gerçekten değerli hisseden insanlardır. Ona değer verirseniz poposu kalkmaz, değersiz hissettirmeye çalışırsanız sizi umursamaz. Çünkü bu sağlıklı kişi kendi değerini başkalarının sözlerinde değil kendi içinde arar. Ne övgülerle gaza gelir, ne yergilerle demoralize olur.
Çingeneyi padişah yapmışlar önce babasını kesmiş. İnsanların kendilerine sağlıklı bir şekilde değer biçip biçmediklerini anlamanın yöntemi ellerine güç vermektir. Bir insanın kendine değer biçmesi ne kadar hastalıklıysa , sonradan edinilmiş güç o insanı o ölçüde değiştirir. Çingene dedikleri eziklenmiş, değersiz hissettirilmiş insandır. Kendi değersizliğine inandırılmış insandır. Bu insana güç verirseniz o güçle yapacağı şey intikam almak olur. Değersiz hissetmenin acısını başkalarını değersizleştirerek bastırmaya çalışır.

“Ey gönül, sınanmadığın günahın masumu saymayasın kendini.”

Kendilerini değerli bulanlar ve bulmayanlar diye iki çeşit insan yok elbette ki dünyada. Herkeste her şeyden biraz var. Fakat herkes yukarıdaki genellenmiş şablonun bir yerlerine düşer..ki o düşülen yer de zamanla sürekli değişir. Bu sebepten gayet kesin-keskin cümlelerle anlattığım şeylerin dünya üzerindeki tezahürü öyle kesin-keskin falan olmaz, fludur. Ama fikir verebilir bu şablon.

Çalakalem anlattım, pek analitik olmadı yazı ama böylesi daha iyi, çok uzardı öteki türlü. Yazıdaki tek mühim şey insanın kendini değerli hissetmesi ile önemli hissetmesinin farklılığıdır. Değerli hisseden bu değeri kendi içinde bulurken önemli hisseden bu değeri dışarıda arar. (Övgü dolu sözler, ünvanlar vs.) Gerçek hayatta herkes bunun ikisini de yapar, mesele hangisinin ne ölçüde yapıldığıdır.

Değerini dışarıda aramak…”onay beklentisi” diyorlar buna, yaygın ismi böyle. Öyle ya da böyle herkeste biraz var bundan. Bizi kendimize hasret bırakan, bize gurbeti kendi içimizde yaşatan şey işte bu onay beklentisidir.

Yazdığınız tweet ne kadar “süper” olursa olsun yeterince like almadıysa onaylanmamış hissedersiniz. Türlü ipneliklerle ordan burdan toparladığınız takipçiler sayesinde yazdığınız abuk subuk tweet’e bir dünya like almayı başarmış iseniz ise…tebrikler, saçma sapan bir yolda onaylandınız. Duygular tatmin, ego tavan, kimse alıkoyamaz artık sizi o saçma sapan yoldan.

Merd-i kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş.

“Başarı”yı kim tarif ediyorsa patron odur. Patron tarif eder, siz yaparsınız. Yapabilenler başarılı diye övülür, yapamayanlara selam bile verilmez. Tutunamayanlar romanının tek konusu budur, Atay 1000 sayfa anlata anlata bitirememiştir bu mevzuyu…ki o zamanlar değil sosyal medya internet bile yoktu. Şimdi yazsaydı kaç sayfa olurdu acaba o roman? Belki de hiç yazmazdı.

Yalan söyleme alışkanlığından bahsetmezsem yazı eksik kalır. Yalan söylemek insanı ruhundan uzaklaştıran bir şeydir, kendi içinde gurbeti yaşamak dediğim şey işte. Değer-önem konusunda yalan söyleme alışkanlığı turnusol kağıdı gibidir. Kendini gerçekten değerli bulan insan yalan söylemekten rahatsız olur, bunu kendine yakıştıramaz çünkü yalan söylerse değerinin düşeceğini düşünür. Bunu başkalarının bilmeyecek olmasını da önemsemez, kendi değerini kendi içinde bulduğu için yalan söylediğini kendisinin biliyor olması yeterlidir. Çok zorda kalmadıkça yalana başvurmaz bu yüzden. Dışarıdan önemli gibi gözükmekten daha önemlidir bu kişinin kendisi hakkında neler düşündüğü. Kendisine yetersiz değer biçip kendisini aşırı önemseyen insanın hayatıysa yalanlarla doludur. Samimiyeti yoktur, seviyormuş gibi yapar, üzgünmüş gibi yapar, saygı gösteriyormuş gibi yapar. Gerçeğin böyle olmadığını biliyor olmaksa onu etkilemez, çünkü zaten değersiz olduğunu düşünür, yeter ki dışarıdan bakan gözler onu derli toplu görsün, bu ona yeter. Koca bir hayatı koca bir yalan şeklinde yaşamak mümkündür bu insanlar için. Bunların bilimsel adları nedir bilmiyorum ama piyasa adlarıı “yavşak”tır.

Yavşaklar haz bazlı yaşarlar ve şanslıdırlar çünkü “anlam” kelimesi onlar için çok fazla bir şey ifade etmez. İçleriyle irtibatları zayıf olduğu için acıyı fazla hissetmezler. Ayn Rand bunlara “elden düşme ruhlar” der.

“Gerçek ruhlar” ise şanssız zannedilir çünkü acı bir şekilde hayatlarında  hep vardır. Öyle değil aslında tam olarak…acı hep var, herkes için var. Ama gerçek ruhlar çok hisseder, elden düşme ruhlar az hisseder. Aradaki fark bundan ibaret. Boşuna dememiş Goethe “dünya hassas kalpler için cehennemdir.” diye. Kalp falan değil mesele, anlam bazlıysan acıdan nasibin çoktur, haz bazlıysan azdır. Annem de “dünya arsızla hayasızın” derdi hep. Annemle Goethe hemfikir :)
Serçe mi arıyorsunuz? Aha!

8 Ocak 2016 Cuma

TEMELLİ

Hani Temel yolda muz kabuğu görmüş de “eyvah gene düşecem” demiş ya. Fıkra ya bu hani, güleriz ya…gülünmesine karşıyım ben bu fıkraya.
Temel’in o “düşecem”indeki gizli “eyvallah”ı seviyorum çünkü.

6 Ocak 2016 Çarşamba

SİBİRYA'YI ÖZLEMEK

Sona kalan, en sona kalan, sonunda hep kalan, kesif bir gurbet hissi. O gurbet hissi ki duygu duvarının en altındaki tuğladır, bütün bina onun üzerine inşa. Ben hiç gurbet görmedim halbuki, kendimi gurbette hissetmedim ya da...bilmediğim bu şey hakkındaki bu keskin cümleler ne ola ki? Standart kitabi entel dantel tespitlerimdendir, başka ne olacak?
Sibirya'da yaşayanlar kıştan hiç şikayetlenmez...o Sibirya ki bana en öz sıla. 

3 Ocak 2016 Pazar

DİLİ MECRUH VEŞ SAD PARE KARBAN-I KELAM

Bazen, aslında öyle olmadığını bildiğin halde öyleymiş gibi zannettiğin zannedilerek yaşamaya devam edip gitmeni emreder gurur tanrısı. Kurban ister gurur tanrısı, verirsin.
Sonra "Eyvallah dersin geçer gider." Zaman tanrısı ise o "aslında öyle değil"i  sonradan "önemsiz"e çevirir. Ona da eyvallah.

Dünyayı 3 boyutlu görmemize sebep olan şey tek değil de 2 göze sahip oluşumuzmuş. Bu kadar mı? Değil. Bir akışın (zaman) içinde oluşumuz da pek çok şeyi zihnimizle tamamlayarak hacimler diyarında hissetmemizi sağlıyor. Fotoğraf makinesininse tek gözü var. "Objektif" diyorlar ki aslında hiç de objektif falan değildir. Aldığım pek çok fotoğraf eğitiminde fotoğraf çekmenin 3 boyutlu gerçekliği 2 boyutlu bir düzleme sıkıştırmak olduğu, bunun farkında olmanın önemi anlatıldı. Tek bir ana dair iki boyutlu bir illüzyondan başka bir şey değil yani fotoğraf, gerçeğin yerini tutamaz. Netlik gibi.
Netlik, "ya öyle ya değil" kafasıdır. İndirgenmiş gerçekliktir. Hayatın akışına paralel bir hal değildir. Netlik beklentisi bencilcedir ve insanın kendini dayatmasıdır. Hayatı anlamamanın ifadesidir. En büyük hatamdır.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...