26 Haziran 2011 Pazar

KENDİNİ TOPARLAYAN ADAM

Toparlanmak,  top haline gelmek gibi bir anlama geliyor olmalı…Bir araya getirmek manasına geldiğini biliyoruz da o bir araya getirilenlerin merkezden maksimum uzaklığı baştan sınırlandırılırsa ortaya küre şeklinde bir toplanma çıkıyor, yani top.

Bu kelimeyi icat eden türk atalarımız bin yıldan fazla bir zaman önce bize “bir araya getirdiklerinin en uzağında olanı bile görüş menzilin dışında olmasın” diyor yani…Topun çapı da görüş menzilimizden daha küçük olmamalı tabi ki bu denkleme göre.

Hımm…Kontrol yeteneği yüksek, şahin gözlü birisi kendisini ilgilendiren şeyleri bir basketbol topu şeklinde bir araya getirip onlara gayet de güzel hakim olabilirken basiretsiz ve beceriksiz biri (ebleh) o kendini ilgilendiren şeyleri tenis topu şeklinde bir araya toplasa bile hakim olamayabilir yani…

İşin ironik yanı da şu ki; o tenis topuna hakim olamayan eblehin bir araya getirdiği şeylerin önemli bir kısmı da kesin kendisini ilgilendirmeyen şeylerdir:)

Edip Cansever’in “masa” diye bir şiiri vardı, adam her şeyi masanın üstüne diziyordu tek tek, masa da hepsini çekiyordu ve şiir “masa da masaymış haa” diye bitiyordu.

Masayı topun dik açılısı olarak düşünmek mümkün. Adam masanın bir köşesindeyken o köşeden geçen köşegenin diğer ucundaki köşedeki şeylere lüzumundan fazla uzak kalır …ve bulunduğu yere en uzakta bir tek nokta vardır hep. Adam masanın merkezinde durursa kendisine en uzak şekilde duran 4 nokta bulunur. Top öyle değil ama…Adam akıllıysa, merkezde durursa, kendisine en uzakta duran sonsuz adet nokta bulunur ve o noktalar bir düzlem teşkil eder. Bu sebepten top iyidir ve bin yıldan eski (muhtemelen şaman) atalarımız bu bir araya gelme meselesini “dikdörtgenlenme” ya da “karelenme” olarak değil de “toplanma” şeklinde tarif etmiştir.

Masanın merkezinde duran ve en uzaktaki şeyleri 4 noktada bulunduran adama “akıllı” dedim demin. Top şeklinde bir araya getirip merkezde duran adamınsa sonsuz sayıda noktası var ki bu adama da “gerçek akıllı” diyelim o zaman. Zaten akıllı bi adamın masanın tepesinde ne işi olur!

<<<<<&a
4 TANE NOKTALI MASA                  SONSUZ ADET NOKTALI TOP


Şimdi toparlanmakla ilgili büyük resmin nasıl olması gerektiğini iyice anladığımıza göre asıl mevzuya gelebiliriz. Asıl mevzu tasniftir, hatta tasnif bütün mevzuların anahtar kelimesidir.

“Masa” şiirindeki adam uzanıp pencereden sonsuzu falan koyuyordu masaya. Çok lüzumsuz ve akıl dışı bir tavır bu…Akıllı adamın sonsuzla falan ne işi olur. Zaten bir çok sonlu nicelik kendisini rahatlıkla alt edebiliyorken ayarı iyice kaçırıp sonsuzu masaya yerleştirmeye çalışmak düpedüz ahmaklıktır. “Sonsuz”u alacak bir top da yok zaten…Yani önce bir araya getireceğimiz şeyleri bizi ilgilendirip ilgilendirmediğine göre tasnif etmeli, bizi ilgilendirmeyenleri topa sokmaya çalışmamalıyız.

Mesela “kendi himmete muhtaç bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede” türünden bir çok insanın kendi basit meselerini çözmekte fena halde acizken sıra memleket meselerinde ahkam kesmeye gelince kaplan kesildiğini  görmüşüzdür çok. Hadi bu abartılı oldu diyelim ki “vatandaşlık görevleri” olan vatandaşlar olarak ahkam kesmek bi bakıma görev de sayılabilir ayrıca…Ya hani kendisi fena halde akla muhtaçken ısrarla ona buna akıl verip onun bunun hayatını düzeltmeye çalışanları kastetmeye çalışıyorum da…kastedemedim bir türlü. Neyse işte, kendisini akıl dağıtmaya vakfetmiş bu kişiler abartıp başkalarının dertleriyle dertlenebilir de…uykusu kaçanına bile rastlamak mümkündür. İşte tasnif buradan başlıyor, bu sebeplerden mühimdir. Topun içine değişmek için senden hamle bekleyen mevzuları koyacaksın ki top gereksiz dolmasın.

Buraya kadarı kolaydı…seni ilgilendirmiyorsa koyma…iyi.

Ama kendi geçmişini nereye koyacaksın? O geçmiş senin şimdiki ve gelecek zamanınla ilgili olabilir de, olmayabilir de. Mesela artık içine düşülmesi manasızlaşmış geçmiş hüzünlerini neresine sokacaksın zavallı topun? İşte tam burada himmete muhtaç dedelikten kim kurtulabilir? Gamsızla arsızdan başka…Bundan sonraki “meli-malı” lı cümleler “arsız ve gamsız olmalı” şeklinde mi olacak? Yok artık!

Pek güzel pek bir analitik gidiyordu yazı, şekiller falan da iyiydi ama bu tasnif işi bozdu her şeyi…Bu yazı giriş ve gelişmeden ibaret kalacak sanırım…

Amaaan nebliim ben.

14 Haziran 2011 Salı

KUZUCUK! AH KUZUCUK!

Masum; suçsuz, günahsız, temiz, saf demek.


Kaybolan masumiyete ağlayabilmek için masumiyetin tamamen kaybolmamış olması gerekiyor...

Babam almıştı onu bana,
sadece iki paraya.
Kuzucuk! Ah kuzucuk””

Zaman değiştirir ve değişim kirlenmeyle eş anlamlı gibidir. Püritenlerin sapkın katılığındaki gibi dönmüyor dünya, sevinilmeli mi üzünülmeli mi belirsiz…

“Ardından kasap çıktı ortaya,
ve babamın aldığı
kuzuyu yiyen 
kediyi boğan 
köpeği döven 
sopayı yakan 
ateşi söndüren 
suyu içen 
öküzü kesti. 
Sonra ölüm meleği geldi,
babamın aldığı
kuzuyu yiyen 
kediyi boğan
köpeği döven 
sopayı yakan 
ateşi söndüren 
suyu içen 
öküzü kesen 
kasabın aldı canını. 
Kuzucuk! Ah kuzucuk!”

Öyle oldu, şöyle olmadı, dağdan aştı, dereden taştı, kenarından döndü, duvara çarptı, yolundan saptı, hendekten düştü, haklar, haksızlıklar, bedeller…Bi sürü, bi sürü, bi sürü bişi…Hepsi ezber, hepsi takipte, hepsi bilinen…Ama hepsi geçebilir, hepsi unutulan….Akılda varsa yoksa bir;
Kuzucuk! Ah kuzucuk!

Neden şarkı söylüyorsun, küçük kuzu?
Henüz bahar gelmedi buraya,
ne de fısıh bayramı erişti.
Değiştin mi hiç?
Değiştim ben bu sene…
ve her gece, 
her bir gece.
Sadece dört soru sormuştum sana
ama bu gece
başka bir soru düşündüm:
zalimin mazlum ile, 
celladın kurban ile
dönüp durduğu 
bu dehşet çemberi 
bunca delilik ne kadar daha sürecek böyle?

Evet…Ne kadar daha? ve neden şarkı söylüyorsun gerçekten , neyin şarkısını söylüyorsun? Kuzucuk! Aaah kuzucuk!

“Bu yıl, benim değişen.
Eskiden uysal bir kuzuydum,
sonra bir kaplan oldum…
ve vahşi bir kurt.
Güvercindim önceden, bir ceylandım.
Bu günse bilmiyorum ne olduğumu.
Babam almıştı onu bana,
sadece iki paraya.
Kuzucuk! Ah kuzucuk!



Neden ağlıyorsun? Kaybolan masumiyetine ağladığını mı düşünüyorsun? Masumiyetinin tamamen kaybolmadığını mı düşünüyorsun?
Ya haklısın...ya da sadece işler istediğin gibi gitmediği için ağlıyorsun, yiten masumiyetine değil kendine ağlıyorsun.



Hiç bir günahı gidermez, hiç bir olmuşu olmamış kılmaz, suçu yıkamaz ama...ağlamada gayretli olmak lazım, ağlamak lazım elden geldiğince...giden kuzucuğun peşinden. 
Ağlamak için ağlamak lazım. 
Kuzucuk! Ah kuzucuk!

6 Haziran 2011 Pazartesi

HANGİ KÖŞE TERS?

Herkes kendi meşrebince anar…
Aynı geçmişi “öncelikle iyileri” ya da “öncelikle kötüleri” hatırlamaya gayret eden türlü çeşit insan görebilirsiniz.

Herkes meşrebince kanar.
Düşük debili ama uzun kanamalar da mümkündür şiddetli ama kısa kanamak da.

Herkes meşrebince ağlar.
Kimi yüzünü ıslatmaz kimi gözlerinden resmen yaygara döker.

Herkes meşrebince yanar.
Islak odun gibi alevsiz ve bol dumanlı yangınlara da rastlarız bir an evvel yanıp kül olmaya çalışan odunlara da…Pamuksa için için yanar. Okulda öyle öğretmişlerdi.

Peki bir tek insan birden fazla meşrep belirtisi gösterebilir mi? Evet. Bunun adı bazen öğrenmedir bazen bozulma ama aynı insan kendisini bile şaşırtacak türlü haller içindede olabilir, sınır zannettiği şeylerin ötesinde yeni sınırlar olduğunu fark etmesi kendisi için de olağan dışıdır çünkü.

Şimdiye kadarki sözümüz hep nesneye dairdi, öznenin niteliği de sonuçlar üzerinde ciddi etkilidir elbette. Herkesin de bildiği gibi iki molekülün reaksiyona girerek kendilerine hiç benzemeyen yeni bir molekül oluşturabiliyor olması temel prensiplerdendir.

Denklem tamam gibi ama eksik. Eşitliğin sağ ya da sol yanına kimliği ve şiddeti belirsiz bir “X” çarpanı koyarak eşitliği X’in belirsizliğiyle sigortalamış oluruz ancak X’in varlığının gerçek bir eşitliğin hiçbir zaman mevcut olamayacağının teminatı olması gerçeğini de masanın görünen bir yerinde muhafaza etmemiz gerekiyor.

Denklemde kullanacağınız tüm değerleri içinden “hey bana bakın”ı çıkarttıktan sonra kullanmak lazım yalnız, bütün parametreler için tesiri farklı bir düzeltme faktörü gibi de düşünebiliriz bunu.

Ya da düşünmeyiz. Uyuruz mesela. Uyurken düşünemiyor olmanın serin sıcaklığına teslim oluruz hala birazcık düşünebiliyorsak. Ama düşünürken uyuyamıyor olma handikapını aşmak gerekiyor bunu yapabilmek için. Kapalı ama kilitsiz kapının arkasında cennetten bir bahçe, önünde azgın köpekler.

Köpekler denkleme dahil değil tabi ama köpeklikler son derece dahil.

Beni bir kez köpek ısırdı o da kendi köpeğimdi! İki sene önceydi, 10 yıl önce bisküvi kutusunda yavruyken elimize gelen kangal ısırdı...Mecaz falan yok, bildiğiniz köpek, bildiğiniz gibi ısırdı işte...

Bu yazıda belirli bir kişi ya da kuruma kasıt yoktur, çok fazla sayıda duruma uygun düşer yazdıklarım. Herkesinkinden farklı bir hayatım olmadı, herkesinki gibiydi, herkes gibiydi.

4 Haziran 2011 Cumartesi

N'OKUR?

Sayın sevgili okur;

Tanışıyor muyuz? Bir “okuma bağı”mız var mı yoksa tüm bu laf salatalıklarınının yerine sana iki salkım üzüm verecek bi “üzüm bağı”nı mı tercih ederdin?

Yazdıklarının okunmasını beklemeyen ve sırf yazıların zıvanadan çıkmasını engellemek adına herkesin okuyabileceği bir yere yazan birinin…bu açıklamadan dolayı da kibri kesin, samimiyeti şüpheli birinin…yazdıkları…bilmem ki… sanırım bu cümle düşük kalacak böyle.

Bir kelime ararken google üzerinden buraya düşmüş olabilirsin ki eğer böyleyse ahbaplığımız kısa sürecek demektir. Değilse tanıyorsun beni sen…ve yapacak daha iyi bir işin yok:) İzin ver kısa bir süreliğine de olsa senin için üzüleyim.

Beri yandan bir şekilde buraya nasıl geldiğini öğrenmem mümkünken kim olduğuna dair en ufak bir fikir sahibi olmama izin vermiyor sistem. Mesela buraya google’a “oktay’a mektuplar” yazmak suretiyle ulaştığını bilebiliyorum….blogdaki şiiri copy-paste yaptıktan sonra bu sekmeyi kapatacağını da tahmin ediyorum. Facebook üzerinden geldiğini de görebiliyorum. Hangi ülkeden giriş yaptığını görebiliyorum.  Ancak kim olduğuna dair en ufak bir fikrim olamıyor…eğer iz bırakmazsan tabi ki. İzden kastım yorum yapman ki kimse yapmıyor onu. Bazen de konuşurken söylüyorsun bloga baktığını. Ama girenlerin % 99’unun kim olduğuna dair fikrim yok gene de.

Karanlıkta göz kırpmak gibi ama öyle değil de sanki. 

Neden yazdığımı tam olarak bilmiyorum biliyor musun? Net bir amacım ya yok ya da o amacın ne olduğunu ben bilmiyorum.

Sen de göz kırpar mısın ha okur?

Düzenli olarak bir çok farklı yerden buraya giriş olduğunu ve geliş şeklinden aranan sayfanın direkt bu sayfa olduğunu biliyor olmama rağmen….direkt bu sayfanın neden arandığını bilememek tuhaf…biliyor musun sayın okur? Sen de az tuhaf değilsin ama aziz okur:) Hatta benim kadar tuhafsın sen de.




1 Haziran 2011 Çarşamba

İDÜĞÜ?

Hazirana da girdik hayırlısıyla…Haziran da bize girmez inşallah:p

“Aman” çok ilginç bi kelime, türlü çeşit bir dünya şey üretilebiliyor kendisinden. Türkçe öğrenmeye çalışan birisinin bu kelimeyle dost olması zor hayli. Tuhaf da bir samimiyete sahip iyi mi.

İyi.

Ceplerinde nasihat reçeteleriyle dolaşanlara gıcık oluyorum, önce bi dinle bari yaa. (Beni değil, reçete kurbanını dinle.) Sonra da anlamaya çabala azıcık. Anlayamazsın biliyorum ama, dene bari. Kullandığın bir dünya klişe kelimeden başka kelimeler de var Türkçede, “empati” mesela:p

Değer mi yaa di mi?..Nereye değer mi? Çarpma da bir değmedir ki...

Aut ile doksan arasında bir çizgi var (direk) sadece. Çok acayipsin lan hayat :p

Shine da yalan oldu, konser değil kanser anasını satayım.

Hakikaten ya şu iyimserlik manifestocuları toplanıp saadet zinciri gibi bişi kursalar ya…Dolandırsınlar birbirlerini.

Oyun kötü değildi aslında ama…Galiba ben tiyatroyu sevmiyorum:) Neden sevmediğimi de bu gece anladım, egzajere etmelerinden rahatsız oluyorum.

Aman beee!!!!! 

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...