25 Ocak 2012 Çarşamba

KAFİYELERİN CİNSEL HAYATLARI GAYET UYGUNSUZDUR

Adamın hallerinde bir kafiye ilginçliği vardı.
Mutsuz gibi değildi ama tebessümü de ancak yeni meyve yemiş birininki kadardı.
Uyuduğu son gece rüyalar gördüğü çok belliydi, hareketsizliği biraz da bundandı.
Şu an sakin bir liman hayali kuruyor olmalı, “bak” desen bakmayacak kadar da dalgın.
Dünyanın bin türlü rezil haline bulaşmışsa da hepsi istemeyerektir kesin.

Kalan bütün enerjisi gözlerindeydi, bir müddettir sadece bakarak yaşıyordu. (Sigara içmek için enerjiye ihtiyaç yoktur.)
“Düş” desen düşerdi belki, ne bileyim “gel” desen gelirdi ama… tercihi durmaktan yanaydı, “dur” demesen de dururdu.
Duymaktan yana tercihleriyse hayli zamandır ilk tercih değildi.

Bir insan neden bir denizin kenarında durur da öyle uzun bakar? Neden mesela kafasını kaldırıp ya da uzanıp çimene gökyüzüne değil de lekesiz-ayrıntısız denize bakar?

Adamın kafasında iç içe geçmiş ve bir türlü ayrılmayan düşünceler vardı elbette ama asıl sorun yaratanlar bir türlü bir arada duramayanlardı. (Bütün kafiyelerin cinsel hayatları son derece uygunsuzdur.)
Adam denize bir düşünce tükürdü, olmadı sigarasını tükürdü, gene olmadı kenarına oturdu denizin kendini tükürmeyi düşündü, sonra başka şeyler düşündü.
“Dünya’nın yuvarlak olması muhteşem sorulara son vermiş, son derece  berbat bir "verilmiş cevap"tır, bir dünya soruya karşılık tek bir cevap vermek de ahlaksızlıktır… eski güzel soruları arada bir de olsa sormak lazımdır.”
Tam olarak değilse de buna yakın şeyler düşünüyordu. Çok şükür paketinde hala bir çok sigarası da vardı.
Eğilip denizi ellemeden elledi, şairin bahsettiği boşluğu biraz daha ileri itti, elbette ki böyle daha iyiydi.

Bir kafiye güzelliği vardı adamın hallerinde ama tabi ki gerçek değildi, bunun bir güzel bilincindeydi.
Deniz, içinde gemiler yüzmese de denizdir…deniz; değil balığı, karaları bile takmaz deniz olmak için. Öyle tertemiz gerçektir deniz…ki adam bunu gayet iyi biliyordu, bu işi iyi biliyordu.

Susmaktan yana içine girilmemiş fikirleri ve göze alamadığı zorlukta hissedişleri vardı.

İnsan susarak susmayı öğrenemezdi.

RAHATSIZ KARI


-          Pardon, bir ricam olacak beyefendi, beni rahatsız eder misiniz?

-          Pardon???

-          Beni rahatsız etmenizi rica etmiştim.

-          !!! Bana ihtiyacınız yok ki, belli ki rahatsızsınız yeterince!

-          Güzel espri ama ben ciddiyim. Rahatsız eder misiniz gerçekten?

-          Nasıl yapacağım?

-          Yalan söyleyin bana.

-          Nasıl yalan?

-          Beni özel bir insan insan olduğunuza inandırın mesela.

-          Sonra?

-          Sonra da beni özel olduğuma inandırırsınız.

-          Pardon da…anlamakta güçlük çekiyorum…neden rahatsız olmak istiyorsunuz?

-          Bakın şimdi, bana bakın. Bu belediye otobüsünün koltuğunda rahat bir şekilde oturuyorum değil mi? Rahatsız gibi görünmüyorum değil mi?

-          Evet, sanırım…eee?

-          İşte lüzumundan fazla rahatım ben bu koltukta! Bu rahatlık o kadar lüzumsuz ki bir an evvel inmek istiyorum.

-          E bu normal!

-          Nesi normal! Yakalanmış bir rahatlığı sona erdirmek için neden acele ediyorum o zaman? Dışarıda yağmur var, indikten sonra daha az ıslanmak için bir dünya çaba sarf edeceğim, koşturacağım, üşüyeceğim, rahatsız olacağım… bu kuru ve sıcak yerde güzel güzel oturmaktan kurtulmaya neden acele ediyorum sizce?

-          Bilmem, neden?

-          Çünkü rahatlık rahatsız eder!

-          İyi de…bu otobüse binmek için durakta beklerken de üşüyordunuz, ayaktaydınız, rahatsızdınız ve otobüsün bir an evvel gelmesini umuyordunuz. Çelişki yok mu burada?

-          Neden olsun ki, demek ki rahatsızlık da rahatsız edermiş, bu kadar basit.

-          İyi de, otobüsten sonraki koşturmanız eve varmak için olacak, asıl orada rahat edeceksiniz, tüm bu rahatsızlıklara bunun için katlanıyorsunuz.

-          Eve ne için gideceğim peki? Yarın işe gidebilmek için, uyuyabilmek için. Amaç kademe kademe en rahata varmaksa yarın bu saatlerde neden yine bu otobüste olacağım?

-          İyi de buna devr-i daim denir, kainat bunun üzerine kurulmuştur, her şey döner, Ay  da döner, Dünya da, Güneş de…dönüş daimidir.

-          Ay Dünya’nın, Dünya da Güneş’in etrafında dönüyor, elektronlar çekirdeğin etrafında…biz neyin etrafında dönüyoruz madem? ve neden dönüyoruz?

-          Aklımı karıştırıyorsunuz! Bilmiyorum elbette ki, kimse bilmiyor…Peki başa dönelim, ben sorayım… madem rahat da rahatsızlık da rahatsız ediyor, neden tercihiniz rahatsızlıktan yana? 

-          Çünkü bazı rahatsızlıklar dönmez.

-          Nasıl? Ne gibi?

-          Aşk mesela.

-          Aşk?

-          Evet, aşk bir geçtiği yerden bir daha geçmez, dönmez.

-          Hanımefendi, kötü kokulu, kasvetli bir otobüsteyiz…ve konu aşka geldi! Aşkın ne işi olur bu otobüsün içinde!

-          Bilakis, otobüs aşkın içinde.

-          Ve dönmüyor…ve rahatsız edici…ve yalan…aşk yani…öyle mi?

-          Yalan kısmı karışık, nerede durduğunuza bağlı. Ama dönmüyor elbette…ve tabi ki rahatsız! Aşkın rahatlıkla ilgisi nasıl olabilir ki?

-          Evet, bu sözünüz aklıma yattı, aşkın rahatlıkla ilgisi yok gerçekten. Peki  madem neden peşindeyiz bu kadar?

-          O bizim peşimizde. Kurtulamıyoruz…bazen.

-          İstemiyor muyuz yani???

-          Bonuslarını istiyoruz, ama kendisini değil. Evet istemiyoruz.

-        Karışık gibi biraz..
-        Aşık olabilme yeteneğindekiler aşık olmak istemezler ama önünde sonunda aşka maruz kalırlar. Bu kapasitede olmayanlarsa “aşk istiyorum aşk” diye bağrınırlar ama onların da istediği aşk değil aşkın bonuslarıdır.
-          Saçma! Herkes aşktan bahsediyor? Nasıl istemiyor olabiliriz?

-          Herkes depremden de bahsediyor! Ayrıca aşktan bahsetmiyoruz, etkilerinden bahsediyoruz. Görünmeyen güçler binaları yıkarken orada olmuyoruz ama yıkıntıları incelemeye meraklıyız nedense?

-          Madem istemiyoruz… aşk madem rahatsızlık…neden rahatsız edilmeyi istediniz benden?

-          Çünkü rahatlığım anlamsız…

-          ???

-          Dönmekten rahatsızım ben.




     Not: Bu yazı bir beyin fırdöngeçidir, yazılma amacı belirli olmak zorunda değildir, içinde mantık aranması mantıksızdır.
       
     Not 2 : Fırdöngeç dönen bir şeydir. (Ama yenmez.)

21 Ocak 2012 Cumartesi

HAVASI KAÇMIŞ TOP HÜZÜNLERİ

İsli sisli puslu bir hava hüküm sürüyor dışarıda.
Yazın gün ortasında birden kapanan-kararan havalara bayılırım hele de güneşe perde çeken o bulutlar yüzümüze cömert bir rahmet indirirse…ıslatan, ıslaklığıyla kirleten değil tertemiz yıkayan bir yağmur.
Oysa “İstanbul kışı” standartlarında insanın eline yüzüne sıvanan kirli bir kapalılık var şu an havada. Yaz yağmurundaki gibi insana eski-güzel şeyler hissettiren bilinç  altı bir kapalılık değil, bilincin üstüne abanıp kapatan bir hava. Yapılabilecek hiçbir güzel şeyi yapmaya uygun olmayan, bütün güzel hevesleri öldüren bir hava.
http://www.youtube.com/watch?v=-55ZYpTwu1g Bu şarkıyı dinlerken geldi aklıma tüm bunlar. Daha doğrusu zaten aklımda olan şeyleri yazmaya sevk etti bu parça…İlk defa dinledim, içimden “ne kadar da dışarıdaki havaya benziyor.” cümlesi geçti.
Benim “bilinç altı parçalar” diye tarif ettiğim, insana eski ve güzel şeyler hissettiren parçalarım da var.  http://www.youtube.com/watch?v=Nu4wvvoA9-s bu parçanın özellikle girişi mesela, ya dahttp://www.youtube.com/watch?v=0R1jecPe6UU bu parça. İnsana çocukluğundan kalma kullanılmamış taze nefesler gönderirler. Hüzünlü mü? Elbette ki…ama kederli değil asla! Tazelikler veren, güzel hissettiren bir hüzün. Şiiri de var bunun mesela, adı “Ağır Hasta” :

Üfleme bana anneciğim, korkuyorum,
Dua edip edip, geceleri…
Hastayım ama ne kadar güzel,
Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.

Niçin böyle örtmüşler üstümü?
Çok muntazam, ki bana hüzün verir.
Ağarırken uzak rüzgarlar içinde,
Oyuncaklar gibi şehir.

Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum.
Ağlıyorsun, nur gibi.
Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha,
Duvardaki resimlerle nasibi.

Anneciğim, büyüyorum ben şimdi,
Büyüyor göllerde kamış.
Fakat değnekten atım nerede?
Kardeşim su versin ona, susamış!..

Dağlarca’nın pek ama pek çok sevdiğim bir şiiridir, fena halde özeldir, benzersizdir. Şiirden bahsetmesem daha iyi çünkü tek başına yazı konusu bu, uzar da uzar. Ama madem Dağlarca dedim, madem çocukluktan gelen sesler dedim…  “Çocuğu Oynuyordu Hastanın” diye bir şiiri vardı onu da ekleyeyim….ama ekleyemiyorum çünkü koca  Google’da yok bu şiir, nasıl olmaz! Yok işte, eve gidince yazının dibine not diye eklerim artık :(

Sahi, en son ne zaman mevsimin ilk çiçeklenmiş erik ağacını görünce ilk defa görüyormuş gibi şaşırmışımdır? O ilk erik ağacı çiçeğine masamdaki zımbaya, kalemliğe bakar gibi bakıyorum kim bilir kaç zamandır, o en sonuncu mucizeye tanıklık ne zamandı? Gözümün önüne getirmeye çabalıyorum, erik ağacı çiçekleri resmen gülümsüyor yahu! Bir zımba gülümser mi ki ikisine de aynı gözlerle bakabiliyorum, zımba sadece işe yarar, ne kadar amacından sapmış gözlerim, algım nasıl da endüstriyelleşmiş!

3 gün sonra ilave:

ÇOCUĞU OYNUYORDU HASTANIN

Genç anası ses etmezdi döşekten,
Sankim yanakları sarı bir duvak tülünde,
Gök oynamıyordu, kavaklar oynamıyordu,
Oynuyordu çocuk,
Eski yorganın kocaman gülünde.

Sarmıştı bayırı hep, 
Gıcırtısı kağnı arabasının,
Dağ oynamıyordu, rüzgar oynamıyordu,
Oynuyordu çocuk,
Durmuş yüzüyle anasının.

20 Ocak 2012 Cuma

TAKILDIĞIM OYUNCULUKLAR

Kendimle ilgili gevezelik etmekten daha işe yarar şeyler paylaşma fikriyle "aklıma takılan oyunculuklar" listesi yaptım. Tabi ki öznel bir liste, bir yıl sonra aynısını yapmam kesin, unuttuklarım da vardır...ama liste de listedir işte :)
Benzer eylemlerim sürecektir.

EN TAKILDIKLARIM

Breaking the waves - EMILY WATSON
Capote - PHILIP SEYMOUR HOFFMAN
Masumiyet - HALUK BİLGİNER
Of mice and man - JOHN MALKOVICH
Shine - GEOFFREY RUSH
Sophie’s choice - MERYL STREEP
The mercant of venice  - AL PACINO


BUNLAR DA İYİDİR

American History X - EDWARD NORTON
Children of a lesser god - MARLY MATLIN
Dawnfall - BRUNO GANZ
Devil’s advocate - AL PACINO
Erin Brokovich - JULIA ROBERTS
Falling in love - MERYL STREEP
Gemide - ERKAN CAN
Girl interrupted - WINONA RYDER
İnşaat - ŞEVKET ÇORUH
Kalifornia - BRAD PITT
Kalifornia - JULIETTE LEWIS
Kramer vs Kramer  - MERYL STREEP
Lion Of The Desert - ANTHONY QUINN
Masumiyet - DERYA ALABORA
Monster - CHARLIZE THERON
My left foot - DANIEL DAY LEWIS
Neşeli hayat - YILMAZ ERDOĞAN
One flew ower the cuckoo’s nest - JACK NICHOLSON
Philadelphia - TOM HANKS
Rain Man - DUSTIN HOFFMAN
Tabutta Rövaşata - AHMET UĞURLU
Takva - ERKAN CAN
Taxi Driver - ROBERT DE NIRO
The Assasination Of Jesse James By The coward Robert Ford - BRAD PITT
The Color Purple - WHOOPY GOLDBERG
The deer hunter - MERYL STREEP
The deer hunter - ROBERT DE NIRO
The telephone - WHOOPY GOLDBERG
Ulak - ÇETİN TEKİNDOR

14 Ocak 2012 Cumartesi

AĞLAMA DOLABI - ATİLLA ATALAY

Atilla Atalay’la tanışmam eskidir, 1985. O yıl düzenli olarak Gırgır dergisi almaya başlamıştım, (ki 20 yıl boyunca hayatımda yaptığım en düzenli iş haftalık mizah dergisi almaktır, her hafta 1-4 adet (dönem dönem değişti sayı, 4’e kadar çıktığı olmuştu) dergi okudum hiç aksatmadan) “haftanın lakırdılukurdusu” diye bir hikaye köşesi vardı Atilla Atalay’ın. Sonra kitabının çıktığını gördüm, nasıl olsa okuduğum hikayelerdi hepsi… alsa mıydım? Ne olur ne olmazdı, aldım. İyi ki de almışım çünkü onu gözümde asıl değerli kılan hikayeler kitapların son bölümündeki birinci tekil şahıstan anlattığı, başından (muhtemelen ya da kısmen) geçmiş hikayelerdi ve hiçbir dergide yayınlamıyorlardı. Bu hikayelerin diğer özelliği de sadece komik değil aynı zamanda hüzünlü olmalarıdır. Gülerken gülerken tak diye dondurur, dağıtır sizi, neye uğradığınızı şaşırırsınız. Ağlarken gülmeye devam da edersiniz, şizofren yapar adamı!

Ağlama dolabı kitabı bu son bölüm hikayeleri bakımından en favorim olandır. (13-14 kitabı var toplam sanırım) Sondaki 3 hikayenin her biri Atilla Atalay’a göre oldukça uzundur. (sırasıyla 17,20 ve 36 sayfa)


İlk hikaye “ağlama dolabı” içlerinden en az sevdiğimdir ama kitaba adını vermiş hikayedir. Bu hikayede bebek çıngırağının ne işe yaradığını, avm’lerle ve müşterileriyle ilgili bilimsel istatististikleri, “ağlama dolabı” diye bir şeyin var olabileceğini ve çeşitlerini, hayatla tahmin oyunu oynamanın tehlikelerini…ve bir avm’nin “mağazamızda görmek istedikleriniz defteri”ne ne yazılırsa yamulacağınızı öğrenirsiniz. 
Hayat istatistiğe gelmez…hele de kafasına göre çalışan bir yüreğiniz varsa…


Sonra “İnsan Kalma Alıştırmaları” var. Tutunamayanlar’ın özeti gibi bir şeydir bu ama daha somut daha canlı ve daha lezizdir. Mukayese etmek çok saçma biliyorum ama…etmiş bulundum. Planımda pasaj aktarmak yoktu ama girişini aktarsam iyi olacak:
“Öncesi var da, nasıldı tam hatırlamıyorum.
Olan şu ki; üç adam delirtici kırmızılıkta perdeleri içeriye gün ışığı sızdırmayan mağara gibi bir eve sığınmış dışarıdaki hayatın dinmesini bekliyorduk. İşsizdik. Hayatın orasına burasına CV’ler yazıp yolluyorduk. CV’nin Türkçesi tam olarak nedir bilmiyorum. Çünkü isteyenler “CV” diye istiyordu hayatımızı. Bildiğimiz bilgisayar dillerini, çalıştığımız yerleri, hayırlısıyla mezun olduğumuz okulları İngilizce olarak kağıda dökerken radyoda Aydın dolaylarından “Koca Arap Zeybeği” çalıyordu. Sigara içtiğimizi gizliyorduk, İngilizcemizin esasen “Elleme körolası Arap uykularda adam vurulmaz.” cümlesini  çevirmeye yetmediğinden asla söz etmiyor, niyeyse istedikleri vesikalık fotoğraflarımızı CV’lere iliştirirken gözlerimizdeki yorgun çaresizliği okumalarından korkuyorduk.”

Herkesin anladığı ve beklediği anlamda “hayat başarılısı” olabilmek için yeterince yırtıcı olamayan, yeterince kendilerine yabancılaşamamış bu aslında yetenekli gençler hayat tarafından merkezkaç kuvvetiyle fırlatıldıkları köşede beklemekte, izlemekte, şaşırmakta…ve değersiz hissetmektedir. “Kendini bir product gibi düşünüp patrona nasıl pazarlayacağın ve sunacağın konusunda stratejiler geliştirmelisin” diyen modern milenyum yaratıklarıyla “Eee, okul da bitti. Nerde çalışıyon sen şimdik? Nikah, nişan öyle bir şey var mı?” diye soran şişko mahalle teyzeleri arasında bir yerlere sıkışıp kalmışlardır. Paraları yoktur ve “insan en az uyurken yük olduğu için” vakitlerinin çoğu kırmızı perdelerin ardında uyumakla geçmektedir.”İçip televizyondan ‘dışarı’ bakıyorlar”dır. “Kırmızı perdelerin arkasındayken bir salağa ‘salak’ deme konusunda hepten dilsizleştiklerinin” de farkındadırlar…ve herkesin onlara her şeyi deme hakkı vardır…
Firar girişimleri de olur elbette ama tahmin edileceği üzere sonuç hep başarısızlıktır.
Enfestir…Kendinize ait bir “insan kalma alıştırması” yok ise bu 20 sayfalık hikayeyi kullanabilirsiniz.


En sevdiğim hikaye ise en sondadır, en uzun olanıdır, adı “Patlıcan Zamanı”dır.
Bir “olmaz aşk” hikayesidir. Bunun olurunu tarif eden bir “doğruluklar cetveli” her daim başımızın üzerinde durduğu için de bir manada “tutunamayanların özel hayatı”dır anlatılan.
19 yaşında iken kendisinden yaşça büyük bir “mavi göz sahibesi” marifetiyle içine düştüğü “olmaz aşk”ın tersi versiyonunu yaşamaktadır yazar. Yıllar ne çabuk geçmiştir, roller ne çabuk değişmiştir.
Kendisine “doğru” yolu gösteren çocukluk arkadaşı ile girdiği tartışma için şöyle der:
“Bu sıradan bir tartışma olsaydı olay yerini baygın terk eden ben olurdum. Gelgelelim, bu mevzudaki tartışmaların galibi insanlık tarihi boyunca, hissettikleri nedeniyle ‘aklı beş karış havada olan’ taraftır. Çünkü konu gereği tartışmanın en sağlam argümanı, böyle bir argümanın olamayacağıdır.”
Ama hayatı sırasıyla yaşama gerekliliği konusunda “kendisinin iyiliği için konuşanlar”dan aldığı ters darbelere dayanamayarak Ufaklık’a (kızın adı hikayede böyle geçiyor) bunu böyle olamayacağını yetişkin ve sorumluluk sahibi bir insan olarak söylemek zorunda kalır. “Ufaklık ağlıyor, konuşuyor, saçlarını kulağının arkasına atıyor, tırnaklarını yiyor; gözleriyle beni rehin almış saat başı içimden bir şeyleri öldürüyor.”
Bu akil insanların kendi cephesinden olanlarına karşı yüreğine dayanarak pek güzel direnir de…karşı cephenin akil insanı “Aşk, şu boktan hayata karşı koyabilmenin en sağlam yolu. Geriye kalan her türlü muhalefet, iktidara sırnaşmış artık” dedikten sonra “Aktüel’de okudum, en baba aşk 2 yıl sürüyormuş” diye ekleyince…gidecek yeri kalmaz aklı beş karış havada olanın…kolektif  ve boktan “değer”lere, “kural”lara boyun eğer. Öyle ya, “şimdi iyiydi hoştu ama, ‘her şey geçer, hayat kalır’dı ”   Ufaklık’ı ağlatması da bundandır.
O kalana hayat mı denir, hayat kalmak zorunda olan mıdır, kalsa ne olur, ne nerden ve nedendir?...o kısmını sanmıyorum ki yazar da bilsin. Ama isyan eder, der ki:
“Ya içinde, ya dışındasındır çemberin, kendin içindeyken kafan dışındaysa”
Madem ben çemberin içinden bir yerden Ufaklık’a “artık uzamasın” demiştim… Öyleyse çemberin dışında aklım kalmasındı.
Çember içre varlıkların en yamyamı olacak, çember dışındaki hainlerin üstüne araba sürecek, camlarını taşlayacak, çemberin içindekilere ise kuyruklarda dirsek atacak, karşılıksız çekler verecek, cami önlerinden ayakkabılarını yürütecek; kapılarını çalıp sahte çelik tencereler satacaktım. En fazla bonusu ben toplayacak, kontörlerimi yastık altında saklayacak; takiyye, global, aktivite ne varsa her türlü maskelenmiş adiliği yapıp hayattan takdirname alacaktım…
Çember esnafının arzusunu yerine getirip bir dengimle çiftleşince, çay bahçesinde “Aileye mahsus yerlerde” oturabilecek, karım çift kaşarlı tost yerken yan taraftaki kızları kesecek, yakalanırsam kızlara “oronsbu bunnar” erkeklere “inbe bunlar, alayı it” deme hakkına sahip olacaktım.
Geceleri, asayiş aramalarında arabamı durdurmayacaklardı… “İçinde dengi dengine bir aile var” diye kimse kuşkulanmayacaktı. Oysa, ben arabanın bagajında kendi cesedimi taşıyor olacaktım.

Ahhhh!!! Burası işte, tam burası!
İlk seferinde “OYSA, BEN ARABANIN BAGAJINDA KENDİ CESEDİMİ TAŞIYOR OLACAKTIM.” cümlesini okuyunca kitabı kapatmıştım! Neye uğradığımı şaşırmış devamını bir müddet okuyamamıştım. Nasıl bu kadar kısa-öz-net-çarpıcı-estetik anlatılabilir bu…her okuyuşumda tüylerimi en diken diken eden yeri burasıdır. Çember meselesi budur işte, ya yaşamak için öldüreceksin ya da kendi cesedini taşıyacaksın kendi arabanın bagajında, keyif senin.
“keyif senin
istersen talihini billur akıntılarla bir tut
ellerini göğsüne kavuştur
doğu batı kuzey güney diyerek
koştur
bir üç ve beş istersen rom kadehleri gibi
nasıl ki unutulmuşsun
devril
ve bitir maceranı”
Bu da Attila İlhan…bu şiirin bu son kısmı (“bir üç ve beş” şiiri) bana hep bu paragrafı hatırlatır…belki başka şeyler anlatıyorlardır Atilla’lar ama…keyif senin işte, keyif senin…

Hikayeyi anlatmadan hikayeyi nasıl anlatacağımı düşünüyordum, becerdim gibi:) Olaylara ilişkin pek bir şey yok aslında yazdıklarımda, hikayeyi hikaye yapan bir sürü başka şey oluyor, olanları anlatmadan konuyu kenarından...anlatamamışımdır elbette:) Tadı muhteşem bir portakalın tadını anlatmaya çabalıyorum, başarılı olma ihtimalim nasıl olabilir?  :) 

MELANKOMİK NOTLAR - 17


Alt katımdaki dairenin kapısını çalıp “afedersiniz, gerçeklik duygum sizin balkonunuza düştü, alabilir miyim mümkünse?” diye soracağım bi gün. Gerçi konu ne olursa olsun her cümleye “ben zavallı yaşlı bir kadınım” diye başlayan çatlak orada oturduğu sürece gerçeklik duygum hakikaten düşse bile gidip almam da…lafın gelişi işte. Tansiyonum düşerse alırım ama:p

“Özlemek” ne acayip kelime. Heceleyerek anladığınızda bir şeye özünü katmak manası çıkıyor ki asıl anlamıyla ilgisi yok. Bizim memlekette (hayatım boyunca sadece 3-4 saat gördüğüm bir şehir  ama her nasılsa bizim memleket) “göresmek” derler ki çok daha mantıklı bir kelime, göresi gelmek işte. Peki insan hiç görmediği bir şeyi-kişiyi özler mi? Teknik olarak olamaz gibi, “istemektir o” demek lazım belki ama adam özlüyor işte hiç görmediği o şeyi. Tanışıklıkları bilinmez eskilerden midir ki?

Öyle güzel kar yağıyor ki içimde bir şeyleri kaçırıyorum hissi uyandırıyor! Seyrettim yeterince ama sanki hep seyretmeliymişim gibi. Bir yanım da makineyi kapıp fotoğraf çekmekten bahsediyor…bilemedim valla, ama böyle sıcakken…daha iyi sanki:)

Yahu o alt kat balkonuna libidosu falan da düşebilir insanın! Daha fenası da var, gönlü düşer! Aptal bir kelime esprisini zorlamamak lazım böyle! “Gönlü düşmek” de pek güzel bir tabirdir bu arada ama gavurların “falling love” dedikleri “aşka düşmek” daha güzel. Gönlü düşmek’te  içinden bir şey çıkıp oturur gibi gidip bir yerlere düşüyor ama aşka düşmek’te komple sen düşüyorsun! Düşerken de yer çekimi ivmesine tabidir insan, iradesi kullanım dışıdır. Yerçekimini aşka benzetmem boşuna değilmiş demek, nereden bakarsan bak benziyorlar.
Falling Love diye film de var. Belki tabiri sevmem filmi çok sevmemdendir. Meryl Streep (kurulduğu zirvede tek başına oturan, bakınca insanın içine doğrudan kayıt yapan benzersiz yüce varlık) ve Robert De Niro çok, pek çok enfestir o filmde. (“Doğrudan kayıt yapmak”  tarifi bana ait değil, anlatacağım onu da bir gün.)

Kar hala muhteşem yağıyor. Şitaiyeyi boş ver önüne bak, çayını iç.

Lapa lapa yağan karı seyrederken dinlenesiler:        
Vivaldi, dört mevsim. Sadece kış bölümü değil, komple.

Ülen balkondaki yaseminler donmaz di mi?! Neden donsunlar dış mekan bitkisi onlar…di mi? Aman nebliim ben!
Bu balkon da ordan burdan girmeye başladı mevzuya, lüzumsuz balkonik konsantrasyonlardayım galiba…geçelim. Donmaz zaten hem onlar!

Hastayım şu Fırat’a :)

Şu ana dek bir ayda en fazla 10 yazı yüklemişken bu ayın daha yarısı bile dolmadan 8 yazı olmuş! Kudurdum mu ne!

12 Ocak 2012 Perşembe

YALNIZLIKLAR

Aşırı karıncalanma olmadan (az karıncalı) internete yüklenebilecek video dosyasına dönüştürmeyi başardım nihayet yalnızlıklar’ı, sevinçliyim, gururluyum:) Şimdiye kadarki bütün denemelerimde geri püskürtülmüştüm, exe dışındaki bir formatta hem izlenemeyecek kadar kalite kaybediyordu hem de dosya boyutu aşırı büyük oluyordu. Gerçi exe gibi olmadı tabi ama…artık izlenebilir:)
Geçen sene bu zamanlar hazırlamıştım bunu. Toplam 62 fotoğraf var. Fotoğraf sayısını değiştirmedim ama 6 fotoğrafı değiştirdim. Boş gevezeliklerimden iyidir kesinlikle:)

Meraklısına not : Yalnızlığın parçalısı, yekparesi olur muymuş? Olur da nasıl olurmuş? Olur işte!.. 


Meraklısına not 2 : Müzik Kitaro'nundur, başından ve sonundan biraz kesmişimdir.
Kesiksiz hali için bkz. http://www.youtube.com/watch?v=VQFanwl9NHg

Yükleyip izledikten sonraki not: Buraya yükleyince kaykılmış gene bu :( Blog kendi ayarlarını uyguladı herhalde üzerine, gazı kaçmış kolaya dönmüş! Amaan ne zor işler bunlar yaa!

10 Ocak 2012 Salı

MELANKOMİK NOTLAR - 16

Sıfat tamlamalarına boğulmuş metinlere gıcık oluyorum. Derinlik ve içtenlik kazandırma kaygılı bu görgüsüzlük pazar tezgahına dizili bal kabaklarının üstüne bolca hindistan cevizi serpiştirmek gibi…ki hiç sevmem!
Bal kabağını değil hindistan cevizini sevmem.

Kabak dedim de…lahana sarması olsa da yesek, karnım da aç.
Yazı bittikten sonra çıkıp pide yiyeyim bari.



Donla metro gezme aktivistleri neredeyse her fotoğrafta kitap okurken görülüyor. Acaba kendilerine bakan meraklı gözlerle karşılaşmamak için okunuyor o kitaplar yoksa donla gezmek zihni mi açıyor?
Daha fazlası için bkz. http://fotogaleri.hurriyet.com.tr/galeridetay.aspx?cid=53097&rid=2&p=1

Kemal Tahir’in “Hür Şehrin İnsanları”nı okuyorum şu sıralar. Atmosferi aktarmak konusunda inanılmaz Kemal Tahir! Hadi bu kitaptaki dönemi bizzat yaşamış, yaşamadığı dönemleri nasıl aktarabiliyor öyle…
Hep 1940 istanbul’unu görmek istemişimdir. Saçma bir istek zira savaş yılları…isteğimin savaşla ilgisi yok tabi ki, insanların geçmişten koparamadıkları kendilerini yeniye hazırlarken ortaya çıkan terkip ilgimi çekiyormuş, bu kitabı okurken anladım iyice. Gerçi kitap 1930’ları anlatıyor ama 30’un 40’ın lafı olmaz aramızda:) Kitaptaki insanlar kelimedeki zarafete hem aşina hem de teşne, Yahya Kemal’in iyi şiir yazdığı için toplumun her kademesinde büyük iltifat gördüğü yıllardan bahsediyoruz. Anlatması uzun, verilecek örnek çok…ama o zarif yılları merak etmekte haklı sebeplerim varmış hakikaten.

Tamamı bir kitaptan bahseden bir yazı olacak (şimdilik bir) bu blogda, zamanını bilmiyorum, aklıma esince olacak, kitap da belli, Ağlama Dolabı’ndan bahsedeceğim. Sabah arabada böyle geldi aklıma:)
Aslında benzer faaliyetlerim olmuş! Bir film, bir şiir, bir müzik parçası için yazılar yazmışım, hatta bir şehir için bile yazmışım, neden bir kitap hiç ana konu olmamış ki? Olsun tabi, olmalı:) (aslı için bkz. özentilik)

Memlekette işsizlik değil işçisizlik var, işin iç yüzü öyle farklı ki!

Tahliyem yaklaşmış iyice belki de gelmiş, kıpırtılardan anlıyorum. Saçlarımı kestirip arabayı yıkatayım bari:)

Hiçbir şeyden çekmemişti dünyada, histrioniklerden çektiği kadar, hatta bir çok başka fena şeyden de o kadar müteessir değildi…
Al sana nazire:p

Bir hocamız “bu fotoğrafçı milleti kadar kompleksli insanlar yoktur, hiçbir ressam kendisine “resim sanatçısı”, hiçbir müzisyen kendisine “müzik sanatçısı” demezken bu fotoğrafçı milleti kendisini “fotoğraf sanatçısı” diye takdim eder.” demişti:) Bir çok fikrine hiç de katılmazken bu fikrine nasıl da katılmıştım:) dün gibi hatırlarım :p
Haluk Biginer’in röportajını okuyunca aklıma geliverdi işte bu sanatçılık meselesi, demiş ki güzel abimiz:
Türkiye'de mesleği olmayan ünlülere sanatçı diyoruz. Hâlbuki sanatçı diye bir meslek yoktur. Üstelik insanın kendisine sanatçı demesi de ayıptır. İnsan ar eder. Sanatçı bir iltifattır. Sanatçılık diye bir meslek yok müzisyenlik var, oyunculuk var, heykeltıraşlık var, ressamlık var, film yönetmenliği var. Sanatçı ne demek? Başka hiçbir dilde bulamazsınız böyle bir şey. İngilizcede artist hem ressam demektir, hem de birine iltifattır. 'It's a great artist' der biri, sen de estağfurullah der başını öne eğersin, terbiye çerçevesi içinde. Kendine sanatçıyım demezsin.


Haluk Bilginer, bu öz uzman aydın, seçilmiş sanatçı tiyatroculara da pek güzel geçirmişti zamanında. (“İttihat-terakki artığı ve paşazade” sıfatlarını unuttum bu büyük! sanatçıların, hepsi tiyatrocu değil ayrıca başka türden sanat yapanları da var.)
Bir de toplumsal sorumluluk falan hisseder bunlar. Toplumsal sorumluluktan anladıkları da halkın ve devletin nasıl olması gerektiğini o pek sevdikleri mikrofonlardan ilan hatta dikte etmek! Bu ülkedeki bu yerleşik diploma taassubu, ünvan taassubu, bu kadrolu aydınlık, yüksek tiksinti uyandırıyor bende! Neyse bir melankomik not bu kadar uzatılamaz, bunlar tek başına bir yazı konusu. Ama güzel abimizin söylediği şu sözleri de ilave etmezsem eksiklik hissederim.
Oyuncu olmak için gelen arkadaşlarım' Hocam oyuncu olmak istiyorum, hangi konservatuara gideyim' diye soruyor. Hiçbirine gitme! Git felsefe, psikoloji, sosyoloji oku. Çok daha iyi oyuncu olursun. Üniversitenin tiyatro kolunda da tiyatro yap, kendine öğret diyorum. Çünkü kendimize öğrettiğimiz bir sanattır tiyatro. Bisiklete binmek gibi. Bisiklete binmeyi size kimse öğretemez.
Bineceksiniz, dengenizi bulacaksınız. Ama eğer siz felsefe, psikoloji, sosyoloji, tarih okumuş bir insansanız, tiyatro yaparken hem algınız çok daha açıktır, yaptığınız sanat da çok daha değerli olur. Ben boş vakitlerinde piyano çalan doktora daha çok güvenirim. 
Her şeyi demiş işte yahu, daha ne desin:) Allah nefes açıklığı versin abicim, ağzına sağlık.

-          Bahara ne kadar var Olric?
-          Neden sordunuz efendimiz?
-          Hiç öylesine, saati sorar gibi.
-          Saat 16:25 efendimiz.

8 Ocak 2012 Pazar

MOMMO KIZ KARDEŞİM

“Mommo Kızkardeşim”i izledim az önce, dağıldım, hatta hala dağınığım!
Bir bozkır köyündeki iki öksüz kardeşin hikayesi. Yoksulluk da var biraz. Ajitasyon için her şey hazır yani ama asla ajitasyon yok. Çok gerçek bir senaryo, konuşmalar metin anlamında gerçek, konuşmalar ses tonlarıyla gerçek, oyunculuklar gerçek, yüz ifadeleri gerçek. Hikaye de gerçek hayattan alınmaymış zaten. Nasıl-neden olduğunu anlamadan içinize işleyiveriyor biraz da müziğin etkisiyle ama müzik de duygu istismarı yapmıyor asla.. 
Sadece hüzün yok filmde, insan sıcaklığı da var. Doğru dürüst kötü adam yok mesela…ama her an çocukların başına fena bir şey gelecek diye kalbiniz pır pır izliyorsunuz filmi. Hele de küçük kız…o insan yavrusu, kendisi için güzel bir şeyler yapma isteği uyandırıyor içinizde. Çok dokunaklı, çok insan işi her şey…çok da zarif işlenmiş…şiiri var filmin.

Maria Farantouri’nin şarkı söylemesi gibi yani film... Gayet hüzünlü ama öyle değilmiş gibi yapan, talepkar olmayı aklına getirmeyen, dik duruşundan, asaletinden zerre feragatsiz!.. Şunun gibi mesela:


Filmin müziğinden ayrıca bahsetmek gerek. Eser Satie’ye ait ve çok güzel. Erkan Oğur’un yavaşlatarak hikayeye yedirdiği müzik sırıtmıyor hiç, bu film için yapılmış gibi sanki:
ama bu film çin yapılmamış elbette, “The Painted Veil” filmi için de yapılmamış ama aynı zamanda o filmin de müziği:

Not: Filmde doğru dürüst kötü adam yok dedim ama…o babaya sağlam bi girişesim var! 
Not 2 : The Painted Veil'i de izlemiştim, fena değildir o da.
Not 3 : Mommo bana "Beş Vakit"i çağrıştırdı izlerken. Çocuklar, köy ve ağır ağır akan zaman dışında ortak özellikleri yok aslında, Beş Vakit'in varoluşsal giydirmeleri bu filmin konusu bile değil... Mukayese etmek saçma aslında ama ikisini bir arada zikrettim bir kere...
Mommo çok güzel pek güzel tamam ama...Beş Vakit'in ayarı da değil, o kadar da değil... o bambaşka bir güzellik, asıl ona yazı yazmak gerekirdi ama...nefesim yetmez onu anlatmaya! Masumiyet ve Gemide'yle beraber yerli film listemin en tepesinde Beş Vakit.

6 Ocak 2012 Cuma

SOLVENT BURCU ÖZNELER, ÇIPLAK NESNELER


Facebook’ta bir haber paylaştım az önce, üzerine de konfüçyüs’ün bir özdeyişini ilave ettim. Paylaştıktan sonra da kafamı meşgul etmeye devam etti haber. Habere göre ünlü fizikçi Stephan Hawking “her gizemi çözdüm ama kadınları çözemedim.” demiş.
Konfüçyüs’ün sözü :  En zor şey karanlık bir odada kara kediyi bulmaktır. Özellikle de odada kedi yoksa.

Demeye çalıştığım şey kadınların çözmeye değmez varlıklar olduğu değildir elbette ki bu şekilde yanlış anlaşılması gayet mümkün. Şunu demeye çalışıyorum : kadınları çözülmesi gereken bir fizik problemi gibi görmek neden?

Kadını istediklerini gerçekleştirebilmek adına doğru şekilde tarif etmeye, doğru şekilde konumlandırmaya çalışan hastalıklı bir erkek fikridir bu. Hayatında ilk defa arı kovanı görmüş ilkel yerliler gibi mesela…

Bu hayatlarında ilk defa arı kovanı görmüş yerlilerin ilk tavrı muhtemelen “ne ki bu?” merakıyla kovanı mızrakla dürtmek olacaktır. Bir sonra öğrendikleri şey de o kovanın öylece dürtüklenmemesi gerektiğidir. Bu bilgiyi vücutlarının bir çok yerindeki acılı şişliklerden öğrenirler. Devam eden süreçte kaç arı kaç yerliyi sokar bilinmez ama önünde sonunda  kovanın içindeki enfes bal keşfedilir, arılardan korunarak o balın nasıl oradan alınacağına dair yöntemler geliştirilir ve ballı kabile hayatı başlar. Standartları yükselmiş bir yeni hayat.

Kovan nesnedir, arılar da öyle. Orda öylece duruyorlardır. Yanına gitmediğiniz sürece tehdit de içermezler fayda da sağlamazlar. O nesneler bir takım acılı tecrübelerden sonra fayda sağlayacak bir hale dönüşür, tehlikeleri belirlenir, yöntemler tarif edilir ve bu bilgi kuşaktan kuşağa aktarılır, bu aktarıma da uygarlık denir. Acılı tecrübeyi de sadece kovanı ilk keşfedenler yaşar, torunlar hiç bir yerleri şişmeden bal yer.

Uygarlık kendisini özne, kendi dışındaki her şeyi de nesne olarak tarif eden insan öğretisidir. Canlı cansız her şeye keşfedilip işe yarayacak şeyler haline getirilmesi gereken nesneler gözüyle bakar insan. Onlarla birlikte karşılıklı etkileşim içinde yaşamayı düşünmez. Bilgilerin toplanması konusunda kadın erkekten daha fazla role sahip olduğu halde uygarlık “erkek” bir şeydir. Ve bu uygarlık denen şey “erkek” bir şey olduğu için de kadına da nesne gözüyle bakar!.. Sadece temel estetik anlayışına bakmamız bile uygarlığın cinsiyetini anlamaya yeter. Uygarlık doğrudan erkeği özne, kadını nesne diye tarif eder.

Ha, sosyal hayatta başarılı olmuş günümüzün güçlü kadınları mı? Onları başarılı ve güçlü algılama fikri de erkeksidir bi kere…ve o kadınlar başarılı olabilmek için erkeksi enstrümanlar kullanmak zorundalar, giderek erkekleşmek zorundalar, giderek kadınlıklarından kaybetmek zorundalar…yoksa tahrif edemezler, şiddeti içselleştiremezler, yoksa başarılı olamazlar!

Stephan Hawking neyi çözmüş? Belki kafasında evrene dair normal bir insana göre bin kat daha fazla cevap var. Ama eminim ki normal bir insana göre yüz bin kat daha fazla da soru var! Çünkü her cevap yanında bir dünya yeni soru getirir, ulaşacağınız son nokta hiçbir şey bilmediğinizi anlamak olabilir ancak. (Bkz. Sokrates) Bir bilim insanının “her gizemi çözdüm” diye lafa başlaması sadece medyatikliğe işaret eder, başka anlamı yoktur. Kadınları çözmekten bahsetmesi bu hesapla ne kadar da sakil ve erkeksi… değil mi?

Sözün özü…entel dantel tespitleri bir kenara bırakırsak, bir erkek olarak;
Kadınlar da tıpkı bizim gibi iki ayağını kullanarak hareket eden canlılardır, onlarla yürünebilir, durulabilir, beraber gökyüzüne bakılabilir, beraber su içilebilir… dostluk edebilirsiniz onlarla, düşmanlık edebilirsiniz, çekişebilirsiniz, sevişebilirsiniz…onları koruyabilirsiniz, kendinizi onlardan koruyabilirsiniz…bi sürü bi sürü bir şeyi birlikte de yapabilirsiniz, onlara rağmen de yapabilirsiniz…onları çözmek neden?



Mühim not : Yıl şu an 2012 ve benim uygarlığı tarifim “batılı” bir tarif olmaya mahkum, 2012 itibariyle bu böyle.
Keşfet, tehlikelerini öğren, ne işe yarayayabileceğini öğren, nasıl işe yarar hale geleceğini öğren, işine yaraması için de ne gerekiyorsa yap…bu metod batının metodudur ve dünya üzerinde hakim olan anlayış an itibariyle budur. Böyle olmadığı zamanlar da vardı.

Okyanusları aşabilen ilk gemileri Çinliler yaptı, dünyayı ilk onlar keşfetti. Nitekim hala denizcilik terimlerinin büyük kısmı Çince’den gelmedir. Ama sadece keşfettiler, spor olsun diye! Zarar vermediler kendilerine benzemeyen halklara… Kendilerinden çok daha güçsüz olan o halklardan yararlanmayı düşünmediler, onları ezmediler, öldürmediler, sadece keşfettiler. İspanyol’ların Güney Amerika’da yaptığı kıyımı yapmak akıllarına bile gelmedi çünkü bu biyofil doğalarına aykırı olurdu.

An itibariyle geçerli olan uygarlık tarifi nekrofil batıya aittir, diğerini nesneleştiren, kurbanlaştıran bir tariftir, “Yaşamak için öldür.” prensibini şiar edinmiş bir tariftir. Dolayısıyla yaygın "kadın algımız" da batının bu hastalıklı bakış açısının eseridir.





Not 2 : Erkek tarifli “başarı”yı yakalayan kadınların, kadınları-kadınlığı savunma adı altında (ya da niyetiyle) yaptığı bir çok faaliyet aslında kadınlara-kadınlığa yapılan en büyük saldırı…

Mekanik düşünceli, akıl dışında anlama enstrümanı kullanmayan feministlerin ettiğini kimse etmiyor kadınlara! Halbuki anlamak konusunda kadınlar erkeklerden daha fazla enstrümana sahipken kendilerine öğretildiği şekilde bu enstrümanları kullanmayı reddedip indirgenmiş bir algılamayı-anlamayı tercih ediyorlar.  Bir intikam hissiyle hareket ettikleri izlenimi var bende ve  almak istedikleri intikamın muhatabı erkekler değil!

Kendi kurban pozisyonlarını inkar edebilmek için diğer kadınları kurban pozisyonuna sokuyorlar. Niyetleri  zulmetmek değil, kurban rollerini inkar edebilmek…Acılarını ortadan kaldırmak değil, acı duymamayı mümkün kılmak istiyorlar. Ve “başka kadınları kurtarmak “ kisvesindeki saldırgan tavırlarının altında erkek egemen sistemden onay beklentisi var. Fikrim odur ki doğalarındaki kadınlığa ihanet halindeler.
(Bu son paragraftaki düşünce biçimi “Empatinin Yitimi” kitabından doğrudan arak ve belki de biraz fazla iddialı bir paragraf olduğunun farkındayım.)

5 Ocak 2012 Perşembe

AMAN NEBLİİM BEN!

İki haftadır her şeye ince plastik eldivenle dokunuyormuş  gibi yaşıyorum. Zihinsel melekelerim gayet yerinde ama hissizleştim sanki. Sanki bana uzak olmadığını bildiğim şeyler öyle değilmiş gibi. Kötü de değil iyi de değil bu ki bunun bir süreçten ibaret olacağının, bir sonu olacağının da bilincindeyim. Mühim değil yani, altı astarı süreç işte:p

Bir film seyretmiştim çok eskiden. Kadın geçici hafıza kaybı yaşıyordu, hastanede başlıyordu film. Olaylar geliştikçe bir yandan hafıza ufaktan ufaktan çözülüyor bir yandan da geriye dönük olayları aydınlatacak gelişmeler oluyordu. Gayet müşfik ve ilgili bir de kocası vardı kadının. Filmin sonunda anlaşılıyordu ki bu müşfik görünümlü şerefsiz koca dile gelmez rezillikler yapmış, kadın bünyesinin kaldıramayacağı bir şeye şahit olmuş ve…beyin fişi çekmiş! Geçici hafıza kaybının sebebi buymuş meğer, bünyenin kaldıramayacağını bildiği için kaldırma işini zamana yaymış beyin. Böyle çok kötü bir şey olduğunda hafızanın fişini aniden çekiyor beyin ve yavaş yavaş veriyor geri!.. Film olsun diye uydurulmuş bir şey değil bu, böyle bir beyin koruması (sigortaların atması işte) gerçekten var, psikolojide buna bişi bişi deniyordur kesin de ne dendiğini ben bilmiyorum, ama bu filmi izleyene kadar varlığından haberdar olmadığım bir şeydi bu, çok etkilenmiştim. Gözünü sevdiğimin bünyesi, ne acayip marifetlerin var senin!

Bünyenin kendini korumaya dair başka bir dünya yöntemi var, hatta o korumaları kendimiz zannederek yaşıyoruz biz. Filmdeki kadar üst düzey travmatik olmasa da herkesin aktif halde korumaları var, istisnasız herkesin var ve bu korumalar aslında öz benliğimize ait nitelikler değil, şartlardan dolayı geçici olarak yürürlüğe konmuş, bir çoğu da yürürlükten hiç kalkamamış (ne yazık ki)korumalar. Olağanüstü hal uygulaması gibi bir şey işte yahu! Depresyon da bir hastalık değil aslında, yasın 4. evresine denk düşen bir koruma sadece. 5. evreye geçene kadar (5 son) bünye insanın elinden bir şeyler yapma isteğini alıyor ki o abuk subuk ruh haliyle atraksiyonlar çevirip saçma işlerin altına imza atmasın, başına olmaz işler almasın kişi. İnsan en az evde pineklerken tehlikeli oluyor demek ki…hem kendisi, hem başkaları için. Zaman dolunca “çıkabilirsin artık” diyor beyin, tahliye oluyorsun. Yani depresyon kişi hayata olumsuz baktığı için falan ortaya çıkmıyor, insanın kendi içinde başlayıp biten bir şey değildir, bir dış sebebi vardır, o olumsuz sebebe beynin öngördüğü bir koruma tedbiridir. Bünyeyi antidepresanlara boğarak (duygusal ağrı kesiciler) süreci kesintiye uğratmak sorunu çözmüyor, sadece yokmuş gibi yapabilmeye yarıyor. Sorunu çözmediği gibi yasın layıkıyla yaşanmasına engel olduğu için de yaşanmamış yasların bizi ömrü billah takip etmesine yol açıyor. Vücudun normal çalışma düzenini bozması da cabası! Pis,toksik şeyler yani. Bu son derece kapistalist ilaçların (evet kapitalist ilaç) leblebi gibi yutulması hakkında çok fena düşüncelerim var! Üst düzey hastalıklar hariç tabi. Gerçekten hasta olana verilmeli bu ilaç ancak, dertliye değil. Derdi olmak bir hastalık değil ki herkesin derdi var. İşte dertli olmayı hastalık diye tarif edip onu uyuşturmaya çalışan sisteme de kapitalizm deniyor!

Konu bu değildi ya, nerden girdim, bi sürü yazmışım depresyonla ilgili! Korumaydı konu. İşte bu korumaların “normal davranış” olarak değerlendirdiğimiz bin türlü çeşidi türlü çeşit insanlar tarafından her daim gözümüzün önünde sergileniyor. Uzaklara bakmaya gerek yok, aynaya bakınca da bir çok koruma görür gören bir göz:) Kötü şeyler değil bunlar, hep olan gündelik şeyler, korunuyoruz işte fena mı! İşte her ne olduysa (her neler ya da, her ne bir çok şeyler belki de) benim beyin galiba 15 gündür kaşarlanma kürü uyguluyor bana, korumaya aldı beni. Bütün sesleri suyun altından duyuyorum sanki, cin gibi uyanığım her sesi duyuyorum her şeyin farkındayım  ama tepki veresim yok, üşeniyorum:) Allahtan çevremde “mutlu oll mutlu oll, mutluluk senin içinde, pozitif falan yani, virk virk” diye tepinen “mutsuz” kimseler de yok:) (Kel olayı, merhem olayı) Devinimsiz, nemli-sıcak uyuşuk günlerimi gürültüsüz geçiriyorum çok şükür:) Paso film seyrediyorum bu güzel, okuyorum da az da olsa, bunlar iyi. Fotoğraf üretmiyorum hiç o fena! Gerçi sabah otoparkta çekiyordum az daha…ışığı tutturamadım:p  bi de acelem vardı, bi de köpek gölgeye kaçtı!

3 Ocak 2012 Salı

MERAK ÖLDÜRÜR


Bir insan neden kitap okuyor olabilir?
a)      Sınavda okuduğu kitaptan soru çıkacağı için,
b)     Okuduklarından haz aldığı için,
c)      Okumaktan haz aldığı için,
d)     Okumanın iyi bir şey olduğu öğretisiyle sevişmek için veya tam tersi,
e)      Gerektiğinde ukalalık yapabilmek için (sosyal kaygılarla),
f)       Yapacak daha eğlenceli bir şey olmadığı için, vakit geçsin diye,
g)      Merak ettiği için.

a şıkkı yazılmak zorunda olduğu için yazıldı, burada sorun yoktur.
c şıkkını eleyebiliriz çünkü insan okumaktan zevk almaz. (İnsanlar bu yoruma kesin itiraz eder, biliyorum.)
f şıkkı oyalanma şıkkı, üzerinde düşünülesi değil. Daha doğrusu onun üzerinde düşünmek bu yazının konusu değil.
e şıkkına rastlamak gayet de mümkün, derinine girmeye gerek yok, başka bi yazının konusu.

d şıkkı mühim. İnsan “iyi okur” sıfatını bir şeyleri doğru yapıyor olmaktan dolayı kendini iyi hissetmek için üzerinde taşımak isteyebilir. Öğrenilmişe vefa yani itaat türünden bir tavır da olabilir bu, “okumayan bir ortamda inadına okuyan” türünden bir başkaldırı da olabilir. Her iki halde de okuyor olmak hayata karşı duruşun, kimliğin, kişiliğin önemli bir parçası haline gelir. Okuma halini dış etkilerin belirlemesine izin vermişliğin vereceği gizli rahatsızlığa rağmen insan okuyor oluşuna dayanabilir, ondan güç alabilir.

Geriye b ve g şıkları kaldı.
Çocukluğumdan beri hep düşündüğüm bir sorudur bu (çocukken okurdum) acaba haz aldığım için mi okuyorum yoksa merakımı gidermek için mi? Bu soru okuduğum dönemlerde (eskiden) hep bir şekilde gündemdeydi ve bir çok kez bu soru yüzünden bir kitabı sırf okumuş olmak için okuduğumu fark ederek okumayı bırakmışlığım vardır. “Zevk almıyorsan okumak manasızdır.” şeklinde  (belki sapıkça) bir ideolojim vardı ve merakın giderilmesinden alınan zevki de zevkten sayıyordum. Sorun neden merak ettiğimi açıklayamadığım zaman ortaya çıkıyordu çünkü sebebi açıklanamayan merak, sapkın hazlara alametti, kötü hissediyordum. Benim gibi zamanının önemli bir kısmını geyik içinde boş işler peşinde geçirmiş biri için bu hassasiyet tuhaf görünebilir ama o boş işler hep başkalarıyla yapılan “normal” şeylerdi. Kitap okumaksa insanın kendi içine gidip gelmesidir, kendisiyle konuşmasıdır. Herkesle birlikte yapılan saçmalıklar sırf herkesle birlikte yapılıyor olduğu için saçma sayılmayabiliyorken insan kendi gözünün içine baka baka saçmalayamıyor!

Hazzı tarif etmek kolay. Haz estetiktir, hoş şekilde söylenendir, beklemiyorken kapını çalan güzelliktir. Çeşitleri çoktur ama hazzı nerde görsen tanırsın.
Meselenin düğümlendiği yer “merak”tır.
“Merakın giderilmesi”  bir haz değil rahatlamadır, belirsizlik acısını bertaraf etmektir, belirsizliğin belirliye dönmesidir. Özniteliği kesinlikle hazsal değildir zira içinde “giderilme” olan bir tamlamadan bahsediyoruz.  
Sorun giderilmiş bir belirsizliğin giderilmiş olmasının seni neden rahatlattığını kendine izah edememendedir. Kaç tane Osmanlı padişahı olduğunu (36) merak edip şak diye cevabını öğrenebilirsin, bunlardan en uzun süre padişahlık yapanın (46 yıl) Kanuni olduğunu öğrenebilirsin bunlar kolay. Peki bunları neden merak ettiğini açıklayabilir misin kendine? Yanında bunları bağlayıcı bir çok bilgi olmadan bu iki bilgi “malumattır” ve malumatlar işe yaramaz şeylerdir. İşe yaramazlar çünkü hayatı ve dünyayı anlamana hizmet etmezler. Diğer bağlayıcı bilgilerin de hatırı sayılır bir kısmına sahip olup bunları dünyayı daha iyi anlamak için kullanabildiğinde rahatlayacak mısın peki?

Allah aşkına Madam Curie neden öldü? Dünyayı neden merak ettiğini merak etmekten nasıl vazgeçeceksin? Bu ipin ucu nerede?


“Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem asıl.”



Sonradan ilave not:
Aslında bir de h şıkkı var. Uyuşturucu etkisinden dolayı kitap okuyor olabilir miyiz?

Uyuşturucunun çalışma mantığı haz vermesinden ziyade firara imkan tanımasındandır, gerçekliklerden firar edebilirsiniz kafa güzelken. Bastırılmış geçmiş acılarla birlikte şikayet ederek kabullenmek zorunda kaldığımız günlük acıları topyekun bastırmaya, “öyle değilmiş” gibi yapmaya imkan tanıyan bir şeydir uyuşturucu. Kafayı bulunca sakin, huzurlu bir deniz kıyısındaymış gibi ya da alemin kralıymışsın gibi hissetmek mümkün…dür herhalde, denemedim hiç bilemiyorum. İşte kitap okurken de benzer bir konsantrasyon göçü yaşamak mümkün olamaz mı?

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...