15 Aralık 2016 Perşembe

KÖTÜ ŞEYLER OLURKEN ORADAYDIK AMA DEĞİLDİK

Büyük bir kalabalık olarak yalnızdık ve yalnızlığımız da oldukça kalabalıktı. Bütün Taksim Meydanı’nı dolduracak kadar susabilirdik ama konuşuyorduk. Ara sıra bir sosyal medya uygulaması bipliyordu bir yerden, bakıyorduk.
Ben gazetelere bakıyordum.
Fenerbahçe Antalya’da çok mühim bir 3 puan bırakmış, zirve yolunda kan kaybetmiş.
Filanca şampuanı kullananlar çok mutluymuş.
Halep’tekiler mutlu değilmiş çünkü Halep kan kaybetmekteymiş, ölmekteymiş.
En iyi ihtiyaç kredisi bu bankada.
Biz de o şampuandan kullanıp mutlu olmak istiyorduk ama dedim ya biraz fazla yalnızdık. Daha birkaç gün önce canımıza iki bomba atılmıştı,  44 kişi eksilmiştik, söyleyecek çok sözümüz olduğu için söyleyecek hiçbir şeyimizin olmayışı tam da bu yüzdendi ama yine de konuşuyorduk.
Bazen kendimizdik,  genellikle değildik. Bütün yaşamalar "şimdilik"ti fakat “sıra ne zaman bana gelir?” sorusunu aklımızdan uzak tutacak kadar da Türk’tük....bununla beraber ağrımıza giden şeyler vardı. Üzgünden çok öfkeli ama en çok da çaresizdik. Bir de anlamak istiyorduk.
Tuhaf bir şekilde giderek yalnızlıklarımız gibi biz de birbirimize benzemekteydik…bazılarımız hariç!
Hayatın kendini dayatmasının ayrı, hayatın kendisini dayatırken kimin kendisinde olduğunu önemsemeyişinin ayrı muzdaribiyiz. İçeride ve dışarıda bir şeyler öyle ısındı ki artık akmaya başladı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Dünya tarihinin en kısa özeti: şu insanın insana ettiği!

7 Aralık 2016 Çarşamba

KAVUN KAMYON ŞARKI KÜLEBİ

Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır. Kamyonlar kavun taşır.
İçimdeki şarkı bitti.

1 Aralık 2016 Perşembe

MELANKOMİK NOTLAR - 34

Kuşun uçmaklığı rızkının peşindeliğindendir, bizim özgürlüğe yormamız  densiz bir hüsn-i talil sadece.

Black Mirror’a sardım…o bir neymiş yahu, nefesimi kesti! 6 bölüm izledim şimdiye dek (6 bölüm 2 sezon ediyor, ilk 2 sezon 3’er bölüm sadece) ve her bir bölüm için düşündüklerimi yazsam 6 tane yekpare yazı çıkar şuraya, öyle dolu, öyle zekice her bölüm. Şimdiye dek nasıl haberim olmamış, nasıl atlamışım hayret!

İnsanın kötü hissetmesinin sebebi kötü olmasıdır ama sırf kötü olmadığı için iyi hissedebilir insan. Biraz daha karışık aslında bu konu ama uzatmayacağım.

Kibir bize kendimiz olmamız için çok lazım bir şey fakat fazlası tanrı sanrısına sebep olduğu için kötü. Özeti bu kadar kısa ama çok uzun ve girift bir mevzu bu, aklımda toparlamayı başarırsam yazısını yazarım fakat cüret isteyen bir şey bunu yazmak, çok zor çünkü.
Cüretimiz var çok şükür, akıl da idare eder ama o toparlama kısmı sıkıntılı :)

Başkalarına da oluyor mudur böyle bilmiyorum ama fena bir şey yapıyorum ben, tanımadığım bazılarının günahını alıyorum...
Hakkında hiçbir şey bilmediğim birisinin geri zekalı olduğunu bildiğim biriyle çok iyi anlaştığına şahit olduğumda "bu kadar iyi anlaştığına göre kesin o da geri zekalı" gibisinden bir düşünce geçiyor içimden. Sonra utanıyorum kendimden ama düşünce işte, geçiyo napiim, engelleyemiyorum. Merak ediyorum işte ben gibi başkaları da var mı diye? (Kesin vardır.)

“Bu şehirde” kalıbı bir şarkıya-şiire girmişse orada kesin yalnızlık vardır, acı, aşk, hasret, ayrılık falan vardır. Nasıl bir hüzün şeysiyse artık “bu şehirde” dedikten sonra başka şey demene gerek bile yok, hüzün garanti….Saçma!

Ayrılık kelimesinin eş anlamlıları: hicran, firkat, firak…kesin başkaları da vardır! Nasıl lazım bir kelimeyse türetmiş de türetmişler, çok ayrılmışlarsa demek!
Eskimo dilinde karın yağış şekliyle ilgili 30 kelime varmış. Lapa lapa, sulu sepken, tipi gibi…bizde de var ama toplasan 5 tane çıkmaz. Bir şeyin bir kültürde ne kadar mühim olduğunu anlamanın en kolay yolu o şeyle ilgili ne kadar çok kelime olduğuna bakmak. Bu hesapla mazimiz birazcık ayyaş çünkü eş anlam bakımından kadeh kelimesi ayrılık’tan da zengin:  sagar, peymane, cam, ayağ, piyale…hep kadeh demek bunlar, bilmediğim başkaları da kesin vardır.
Bir de konuyla ilgili değil ama bir divan şiirinde “rüzgar” kelimesi geçiyorsa kastedilen zamandır, zaman rüzgar gibi geçer ya, o hesap, zaman demezler, kapalı istiareyle bahsederler zamandan. Gerçekten rüzgar demeleri gerektiğindeyse rüzgar demez “bad” derler…harbi ilginç şu bizim atalar! 

Güzel şeyler de tıpkı fena şeyler gibi kaçınılmazlık arz eder. Hayat bir tercih gibi sunmaz kendini, dayatır.

Küçük mutluluk ne yaa? Olmuşken adam gibi olsun.

24 Kasım 2016 Perşembe

KARŞILIKSIZLIK

Kötü çek gibi bir şey işte bu. Çek gerçek, meblağ gerçek, imza gerçek…ama hesapta karşılığı yok!

Ticari bir olgudur tabi şu dediğim ama bu karşılık meselesinin mecazi izdüşümleri hesapta yeterli para olup olmaması kadar mühim…ve gerçektir.

Sultan Makamı’nda Sultan, Asiye’ye “senin eksiğin benim Asiye” der, bir başka yerde de “Asiye ben seninle karşılaşacağımı bilseydim başka türlü yetiştirirdim kendimi” der.

Sultan dünyaya neden geldiğini bilmektedir.

Sultan’ın içinde olduğu şey bir karşılığını bulma halidir. Aynı zamanda kendisinin de karşılık olduğu iddiasındadır. “Ağlamaya değecek kadar güzel bir şey bulduğunu” düşünmektedir. Ağlamakta tereddütsüzlüğündeki referansı da Fuzuli’dir:
Arızın yadiyle nemnak olsa müjganım n’ola?
Zayi olmaz gül temennasiyle vermek hare su.
Halbuki öyle ağlamakla falan işi olacak türden zırlak bir tip değildir Sultan, avına kilitlenmiş ve avını asla başkasına kaptırmayacak şahin kadar güçlü ve kararlıdır, erkekliğinden asla şüphe edilemez…ama konu Asiye olunca pazarda annesini kaybetmiş çocuk kadar çaresizdir, ağlamaya hep hazırdır, göz yaşları an meselesidir.
Ve şerefim hakkı için söylüyorum; zerre halel getirmez Sultan'ın erkekliğine onca göz yaşı...göz yaşı, erkekliği şüpheli olanı bozar ancak, erkeğin sağlamına hiçbir şey edemez!

Evlenme teklifini de aşağı yukarı bu minval üzre yapar, “ben sana talibim” derken aslında dediği “karşılığım olur musun?” dur. Asiye’nin “ne için?” sorusuna da “ne varsa insanın içinde, kavga, dövüş, hırgür, sevişmek, didişmek, çoğalmak, hepsi için” diye tumturaklı bir cevap verir çakal :) 
Tüm bunlar da bir mutfakta olur… derme çatma eski bir evin mutfağında dört mevsim bir zarafet, mufassal bir saadet tastamam yaşanır.

Karşılığın bulunmuşluğundan Sultan gibi emin olamayan bedbaht nasipsizlerse içine düştükleri karşılıksızlık hissinin manasızlığındadır-boşluğundadır. 
Koca evrende beyhude yere hacim kapladıkları düşüncesi canlarına batmış demir diken gibidir. 
Demirden dikenler öldürmez ama acıtır.

Bu bedbahtlar dünyaya neden geldiklerini bilmemektedir.

Ses olmuşken doğru kulağa gidememişlik, ok olmuşken hedeften olmaz uzaklara savrulmuşluk, böyle bir öksüzlük, gurbet ellerde hasta düşmüşlük, su olup akmak var iken bir bidonda kalakalmışlık…gibidir karşılıksızlık.


İstek üzerine not:
Arızın yadiyle nemnak olsa müjganım n’ola?
Zayi olmaz gül temennasiyle vermek hare su.
Yani; yanağını anmaktan dolayı kirpiklerim ıslansa (ağlasam) ne olur ki? Belki gül biter temennisiyle dikene su vermekle su ziyan olmaz...diyor.
Kirpiklerini dikene benzetiyor ve ağlayarak o dikenleri suladığını söylüyor. Gülün dikenini sulamanın gülün yetişmesine vesile olması gibi belki ağlamasının da gül gibi güzel bir şeye vesile olabileceğini...göz yaşlarının ziyanlık olmadığını, bunca ağlamanın boşa olmadığını söylüyor.

23 Kasım 2016 Çarşamba

ANİDEN HELVA

En zoru diriyi gömmektir. Ölmesi her ne kadar mukadderse de ölmeden gömmesi zor olur. En zoru diriyken gömmektir.

“Hiçbir dış etken, gece olunca birbirini şehvetle arzulayan bir çifti ayıramaz” der Goethe bir romanında. (Gönül Yakınlıkları'ydı galiba) Bu söz doğruysa çift taraflı bir canlılığın gömülmesinin imkansızlığından bahsedebiliriz ancak sözün iç etkenleri kapsamadığına da ilave bir dikkat göstermeliyiz.

“Diri diri gömmeyelim yazıktır” diye gömleğini yırtan kalptir…ona muhalefet edense mantık zannedilir ki öyle değildir… o muhalifin mantık olması mantığın varlığına ihanettir çünkü hiçbir rasyonel irade bir diriyi gömmeyi önermez.
“Gömelim gitsin” diye bağıran o gür ses egonunkidir. O ego ki mazoşist bir intikam duygusu en öz sermayesidir.
İç ses var bir de, toplamda dört kişi bunlar.

İç ses çok nadir konuşur ancak egonun ezilmesine pek taraftar olmadığı bilindiği için “gömelim mi, gömmeyelim mi?” kavgasında sessiz kalmasının “gömelim” demek olduğu bilinir.
Ayrıca fazla çetrefillenmiş işler, iç sesin pek de hazzettiği türden değildir.

İkiye iki biten bu oylamadan “iç ses ne diyorsa o” kararı çıkar…o sebepten egoya fazladan argüman vermek iyi bir fikir değildir, fazla hırpalamamak gerekir bazı şeyleri, bıçaklarken bile çok bıçaklamamak gerekir.

Homo sapiensin varlık kodları antisosyal bir yapılanma içindedir ve sadizm en çok mazoşizm şeklinde kendini gösterir. Bu yüzden gömülecek şeylerin ölmesi beklenmelidir.
Canlılığa hürmet bunu gerektirir…her ne kadar bencilce de olsa!

20 Kasım 2016 Pazar

BERMUTAD

Kelimeler gerçeğin indirgenmiş halleridir. Sesler de öyle.

Söylemeye değecek sözü olmayan pek çok bünye susamaz çünkü kendilerine tahammülü olmayanlar iç seslerini bastırmak için olan her şeyi gürültüye sarmak itiyadındadır.
Bununla beraber  sessiz sedasız pek çok ruh da içten gürültülüdür. Kendileri olmaktan başka çareleri yoktur, bir türlü susturamadıkları içleriyle dilsizdirler.

“Gözler yalan söylemez” derler. Yalandır, söylerler. Hakikatin gözleri de dilsiz olabilir.

Yüksek akılların gözleri söylenenleri değil de söylenmesi eksik bırakılmışları görmeye meyyaldir. Yüksek gönüllerin görmeye çalıştığı şeyeyse serap denir, inanmak da marifetleridir.

Her türden yükselmişlik sözlük anlamı bir mutsuzluğa işarettir. 

16 Kasım 2016 Çarşamba

MELANKOMİK NOTLAR - 33

Bu akşam çok erken uyudum, 1-2 saat uyudum, sonra kalktım yerime yattım ki...telefon çaldı, arkadaşım... aramayı sessize aldım, 5 dakika geçmedi bu sefer ablam. Aramayı reddedip hışımla telefonu komple kapattım ama o "hışım" uykuyu acayip açan bir şey, uyku komple gitti. Kalktım sonra geri aradım, ablam hatırımı sormak için aramıştır, arkadaşımın bir diyeceği vardır herhalde...tam tersi, ablamın diyeceği vardı arkadaşım hatırımı sordu.
Neyse işte, bu gece uzun olacak!

Süper ay dediler, çektik. Hiç de süper falan değildi valla.

"Sıfırını sev" diye bir felsefe tutturdum, uyguluyorum. Sıfırımı da felsefemi de seviyorum :) 

Hayatımda ilk defa birinden davacı oldum, geçen gün de davaya girdik. O kadar da kötü değilmiş.

Birini rüyanda görmek onun seni özlediğine delaletmiş... ne acayip! Şu sıralar cümle rüyam acayip zaten, hayırlısı.

Pazar günü kitap fuarına gittim. Taksiyle gidecektim aslında ama unuttum, bi baktım arabayla yoldayım, E5'te geldi aklıma arabayı bırakacağım. Tüyap'ın otoparkını kapatmışlar, izdiham E5'i tıkamış, rezillik Arş-ı ala kapılarında...Önüne kadar gidip oradan dayanamadım saptım artık!  Beklemeye çok tahammüllü değilim napiim! "Hafta içi giderim" dedim, hafta içinin de üç günü geçti tık yok hala, son iki gün!

Yavuz Sultan Selim'in biyografisini okuyorum şu sıralar...çok süper adam yaa! Favori padişahımdır zaten, bir numara. Saltanatı biraz daha uzun olsaydı tarih kitapları şimdikinden çok değişik olurdu.
Napoleon'a (Bonapart tabi ki, 3. değil) hayranlığım ve merakım da yüksek, onun da biyografisini okudum bir miktar ama devam edemedim çünkü dili berbattı! Şu dil meselesini çözemediler gitti, okunmasın diye yazıyorlar bazı kitapları, olmaz ki ama yani!

Bu blog 83 aydır açık, en çok izlenmenin olduğu birinci, ikinci, dördüncü ve beşinci ay, son 4 ay. 1-2-4-5 numaralar son 4 ay yani. 7 yıldır öyle kendince mütevazı bir izlenme çizgisi tutturmuş olan blog 2016'da şekil değiştirdi, son birkaç aydır da evrim geçirdi adeta. İyi bari :) 

İki çeşit kedi var dünyada: Suzi ve diğerleri. Bakışlarıyla kendine meftun ettiği pek çok kişi zaten var da bendeki yeri ayrı tabi. Çok güzel bir güzellikmiş bir kedinin ev arkadaşlığı, hele de Suzi gibi bir kedinin. 

Bu arada blogun izlenmelerinin nicelik kısmı güzel de niteliğe dair fikrim yok, bu fena. Kimdirler, sadece açarlar mı yoksa açıp okurlar mı, ne düşünürler? Çok zaman bir konuşma esnasında lafı geçti de öğrendim birinin yazıları okuduğunu. "E madem okuyorsun bi ses çıkartsana, bak fikrin varmış ne güzel, yazsana altına" diyorum...yok, illa gizli gizli okuyacaklar. Arkadaş suç işlemiyorsunuz ki, nedendir yani şu gizlilik-gizem?

Kahve yaptım kendime...ki bu saatte hayatta yapacağım iş değil ama bu gecenin uykuyla ilgisi olamayacağı çok belli, gözler ferfecir! Film izleyim bari :)

1,5 gün sonra ilave not:
Gittim fuara, akşam saatleri olduğu için sakindi de...

Pazar günü trafikte satılan biletlerden almıştım, sahteymiş bilet!
"Bişi almicam" diye girdim, bi sürü kitap aldım gene! Dahası tek bir holü gezebildim, öteki holleri merak içinde olduğum için muhtemelen gene gideceğim. Oy ben nidem!

Fuara giderken yolda kalabalık bir liseli genç grubu olmaz bir yerden karşıdan karşıya geçmeye çalışıyorlardı, durdum, elimle de "geç geç" yaptım. Abartılı hareketlerle ellerini kalplerine götürüp "sağol dayıııı" falan diye bağırdılar bana, hatta tezahürat yaptılar. Nooluyo lan?!

11 Kasım 2016 Cuma

SÜPER ÇUBUK AMA 2 TANE

Tuhaf bir test anlayışı var kadınların.

Malzeme dersinde görmüştük, mühendislik dersidir…
Testler, test edilen ürünün heba edilip edilmemesine göre iki türlüymüş. Ürüne hasar vermeyen türden testlerde ürün testten sonra da kullanılabilir halde kalırken ötekinde denek ürün feda ediliyormuş. 
Ürünü tartmak hasarsız testlerdendir mesela ama ürünün ne kadar dayanıklı olduğunu öğrenirken ürünü pırtlatabiliyoruz...gibi.

Bir çubuğun kopma dayanımını ölçerken çubuğu iki yanından çekip çekip en sonunda kopartıyorsun…elinde çubuğun hangi kuvvet değerinde koptuğu bilgisi ve 2 adet işe yaramaz yarım çubuk kalıyor. Elde ettiğin değeri not alıyorsun, kopuk çubukları çöpe atıyorsun.
Aha şöyle:

1 numarada çubuk gayet gürbüz, güpgüzel bir çubuk iken kuvvet etkisiyle giderek uzuyor uzuyor ve en sonunda 5 numaradaki gibi 2 çubuğunuz oluyor. O 2-3-4 numaralar için de elastik bölge, plastik bölge, akma noktası falan gibi şeyler var da konumuz için önemsiz… 5 numarada görülen kopma noktasıdır işte, o mühim.
Aha bunlar da kopuklar:

Velhasılı bir çubuğun kopma noktasını öğrenmenin çubuğu kopartmaktan başka çaresi yoktur, bu mühim.

Kadınların en öz eğilimleri garanticilikleridir. Temel itkilerden başlayıp, avcı-toplayıcı döneme uzanıp, kadın fizyolojisiyle ilişkilendirerek sebebini açıklarım ben bunun, hatta kadınların erkeklerden ve evrenden neler beklediklerini de sokuştururum aralara da gerek yok… netice mühim sadece, kadın doğası garanticidir. İyi, anladık, nokta.

Kadın önce fark edilmek ister, alaka görmek ister, seçilen olmak ister, sonra da talep edilen olmak ister. Kozmetik sanayiinin varlık sebebi budur. Sade kozmetik değil tabi, başka bir sürü ticari çark kadınların albeni aşkının yüzü suyu hürmetine döner.

Ama kadının asıl mühim isteği, ennn en asıl mühim isteği tüm bunlar olduktan sonra olabilecek olandır: kadın seçmek ister.

Yazının konusu bu seçme prosesiyle alakalı. Kadın seçerken emin olmak için testler falan yapar. Merak ettiği temel soru “beni ne kadar istiyor?”dur. O sebepten gönlü varsa bile yokmuş gibi yapar, herif ne kadar ısrarcı ve sebatkar anlamaya çalışır. Öyle ya, bakalım bakalım adam benim için dağları aşıyor mu aşmıyor mu? Sonra aştığı dağ kaç metre? Elde metre dolaşır böyle ve daha yüksek bir dağ arar.
“Tamam” dedikten sonra da bitmez bu sınama işi, kadın kafası “beni ne kadar istiyor acaba?” diye biteviye mesai yapmaya programlıdır, cevap bulmak için de test eder durur. Her kriz bir sınama fırsatıdır (doğal kriz yoksa suni kriz de yaratılabilir), kadın “iyisi”nin hep bir “daha iyisi” olacağını bildiği için test etmekten geri durmaz ve test sonuçları arzu edilen değerleri karşılamaz ise gelecekteki bir “daha iyisi”ni bulmak ümidi saklı kalmak kaydı ile kırık çubuklar çöpe atılır.

Tüm bunlar olurken erkek efor halindedir, onun doğası da hareketli şeyleri hareketsiz hale getirmek (avcılık) olduğu için de bir şeyleri hareketsiz hale getirmek saikiyle ok atar durur. Kaçanları kovalar evet ama sonsuza kadar değil, vazgeçip yeni hareketliler aramak da doğası gereğidir. İşi şansa bırakmamak için aynı anda birden fazla hareketliye ok da atabilir. Ama bunlar konumuz değil.

Mevzunun pırtladığı yer o çubuklardan kaç tane olduğudur. Öyle ya, test merkezine 1.000 tane çubuk gelir, onlardan 1 tanesini rast gele seçer teste sokar kopartırsınız, geri kalan 999 çubuğu teste sokmaz satarsınız. Hepsini kopartacak halimiz yok herhalde! 
O tek çubuk kalan 999 çubuğun kefilidir, az çoğun delilidir, bu işler böyledir. Alman’ı, Amerika’lısı falan hep böyle yapar.

Onu diyorum işte, elinizde eğer tek bir tane çubuk varsa o çubuğu kopartmayın! Soktuğunuz testler kopana kadar devam eden testler olmasın yani…çünkü kopmuş çubuğun naturası sağlam olsa bile artık size fayda sağlayamaz!..çünkü 2 tanedir ve 2 yarım 1 tam etmez.

Badel harabül Basra…(Heyhat!)

Bu kadar garanticilik bünyeye zararlıdır. Baktın çubuk dayanıklıya benziyo, zorlama yani daha fazla, at çantaya, geri kalanını Allah’a bırak. (Tevekkül) Risk olmak zorunda, risk yoksa kazanım da yok.

“Beni ne kadar istiyor acaba?” sorusunun belli bir dozdan sonrası rasyonel değildir, makul bir cevapla yetinmek gerekir. O makul ölçüyü tutturamazsanız test sonucunda oldukça dayanıklı olduğu kanıtlanmış…ama kopmuş çubuklarınız olabilir!

Dünya gezegeni döner iken “ah, vah, of” gibi ünlemleri ciddiye almadan döner.

Çok acayip bir etki daha var. Kadınların toplamı sabit bir cephanesi var ve cephanedeki mermi adedi azaldıkça fizyolojik etkilerin psikolojik etkiye dönüşmesi neticesinde testlerden murad edilen değer giderek düşme eğilimindedir.
Yani vakt-i zamanında 9 newtonluk bir kuvvete aslanlar gibi dayanmış da kuvvet daha da artınca kopuvermiş (kırılıvermiş) ve “neden 10'a kadar dayanamadı” diye burun kıvırılmış, harcanmış bir herif mevcut iken…bir zaman sonra ıkına sıkına 5 newton’a ancak dayanabilmiş heriften gider çocuk yapar kadın. (O da 4,5'tan 5)
Atmıyorum valla, bana bakmayın, ilmi hakikatler bunlar, tarih bu dediklerimin örnekleriyle dolu. (Akşam pazarı, basiret bağlanması, karanlıktı seçemedim, kader işte, salaklık vs.)

Bakın çok hüzün verici bir şeydir şu son söylediğim, dramdır yani, net.

Lüzumundan fazla garanticilik sadece bünyeye değil insanlığa da zararlıdır. Bu ağır test şartlarından en iyi kimler geçer biliyor musunuz? Yalancılar.

Kadınların temelde ne istediğini çözmüş bir erkek, taklit ederek kadınları çok kolay manipüle edebilir. Yeter ki öz saygısı düşük olsun.

Kadının kendisini "en" çok istediğini sandığı erkek, öz saygısı "en" düşük (sahtekar) erkek olabilir.

İşte bu sebeplerden yalancıların çocuk sahibi olma ihtimalleri dürüstlerden daha yüksektir. Yani gelecek nesillerin giderek artan oranda “yalancı gen” taşıması, yalancı olması mukadderdir.
Böyle böyle seleksiyon motoru kötüye-negatife çalışır… lüzumundan fazla garantici kadınlar yüzünden yalancılığı artmış erkekler (kozmetik erkekler), giderek artan bir oranda dölleyecek gelecek nesilleri…yani.

Şu garanticilik canavarı layıkıyla zapt-ı rapt altına alınamaz ise dünya için olacak olan şey, kifayetsiz muhteris popülasyonu giderek artar iken,  zürriyetsiz menzil almışların soylarının tükenmeye yüz tutmasıdır:
Yay gibi eğri olursan elde tutarlar,
Ok gibi doğru olursan yabana atarlar.
Yay gibi eğri olursan elde kalırsın,

Ok gibi doğru olursan menzil alırsın.

Sevgili kadınlar;
Valla kendim için bir şey istemiyorum ama gelecek nesilleri yakmayın be…

Not: Konuyla direkt alakalı değil ama çok severim bu sözü, konunun alt katmanlarıyla da ilgisi var ayrıca. İskender Pala demiş ki:
Uzun bekleyişlerin kalbe yansıyan ihtilalleri olur.

Aslında lüzumsuz sonradan not: Yazıdaki semptomları bilince dair somut etkenler gibi algılamak yanlış neticeler verir. Bahsi geçen şeyler bilinç dışına dair itkilerdir. Determinist trenler yanlış şehirlere götürür okuyanı, flu düşünmek gerek.
Dediğim şekilde yanlış okuyanlar olmuş, lüzumsuz belki ama yine de not ekleme ihtiyacı hissettim.

10 Kasım 2016 Perşembe

SIFIR

Göğe bakmalı şiire antitez:
Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim,
Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde.

ve

Yer ile gök arasına sığamayan bir ömür, "heyhat" ve "beyhude" kelimelerinin tekinsiz benzerliğinde sıkışıp kalabilir.

3 Kasım 2016 Perşembe

POSTA

Güzelşeylergüzelşeylergüzelşeylergüzelşeylerdeoluyorhayattagüzelşeyler.

1 Kasım 2016 Salı

MELANKOMİK NOTLAR - 32

Hafızamda yaşayan file ot vermeyi kessem ölür mü ki?

Değişikse bizdendir. Değilse değildir.

Zeka diye zekatı verilmemiş akla deniyormuş. Aklın zekatı da hayra yormakmış. Bunu öğrendiğim iyi oldu bak.

Ulan o değil de biraz da yolları tutsaydı aklında keşke şu hafıza, yollarda kaybolmaktan yoruldum! İsimleri, yüzleri, tarihleri, numaraları, olayları yani her şeyi öküz terabaytlık harddisk gibi tutan, bi tuttu mu bi daha bırakmayan hafıza, konu yollar olunca 1,44 mb floppy diskete dönüşüyor, e bana da yazık!

Aristokrat kompleksinin en tahammülfersa hali de aristokrat olmayan birinin bu komplekse kapıldığı hal.

Suzi’nin misafirlere davranışı giderek daha bir mesafeli olmaya başladı, öyle herkesle yüz göz olmuyor. Böyle zamanlarda bana gelirse tutup misafire vereceğimi bildiği için benden de kaçıyor, misafir gittikten sonraysa normal aile saadeti. Zeki piç!

Şu her şeye "bunun bana ne faydası var?" gözüyle bakanların hayal ettikleri dünya, brokoli tarlası gibi bir şey mi ki acaba? Nedir ki?

Ölmeden düşeceğine düşerek öl daha iyi anasını satiim.

Bu kız son zamanlarda çok pis favorim, bayılıyorum!

Samsung telefona antipatim karşılıksız değilmiş ki telefon düşüp ekranını kırdı. Yolları ayırdık kendisiyle, bi daha da tövbe!

Kadınlar başımızın tacıdır.



















Dejavu bizim işimiz. Oblomov'luğu da sizden öğrenecek değiliz.

Bu sanatçı olma işi... taşıt tanıma gibi bişi ha!

Oldukça kitabi bir meselenin içindeyim, bilmediğim sulardayım. Du bakalım ne olacak?

31 Ekim 2016 Pazartesi

BU AKŞAM

Yazışıyorduk... "Benim yaratıcılığım yazıda değil" dedi. Ben de "yabanda mı?" diye aptal bi kelime esprisi yaptım. Sonra takıldım ben o aptal espriye, yazıştık daha bir müddet ama ben takılı kaldım.

Sonra öyle etmem gerekiyormuş gibi Youtube'u açtım, şu ikisini seçtim ayırdım:

Sonra da tekrar be tekrar. Özellikle üstteki linkin etkisi tekrarlarca dinlenince katlanıyor!

O yar gelir yazı da yaban gül olur,
Yüzün görsem tutulur dilim lal olur,
Aşka düşen divane gezer del olur. 

Yazı dediği ova, "ova"nın öteki adı "yazı" ya, onu diyo. Ovalar kalabalık olur, kasabalar hatta şehirler olur ovalarda. O yar gelince kalabalık ovalar da, kimsenin olmadığı yabanlar da gül oluyormuş, yani o yar gelince "her yer" güle kesiyormuş...
İtikadımca aşk denen soyut hallerin somut ifadelerle anlatılmasında midede kelebekler uçuşmasından daha etkili bir tariftir bu, kokusu da var üstelik...gül kokusu.
Sonra içine düştüğü halleri anlatıyor işte, dili tutuluyormuş ki bu çok normalmiş çünkü aşka kim düşse divane gezermiş, deli olurmuş.
Ne güzel...

Evlerine vara da gele usandım,
El kızını ben kendime yar sandım,
Yüreğime hançer de soktu gül sandım. 

Ama işler değişiyor sonra, hiç de güzel değil buralar... kız meğer el kızıymış, onu yar bilmesi bir zannetmeymiş ve kız hançerlemiş bunu... o ise gül sanmış.
Hançer dediği reddedilmektir muhtemelen, "olmaz" demiştir kız, tek kelimelik çok büyük acılar sarf etmiştir ama o gül sanmıştır çünkü neticede kız hem bir şeyler söylemiş hem de ona söylemiştir, daha ne olsun?
Kötü olansa kızın başka bir şey söylemeyecek oluşudur, gül sanılan hançer koca tabiattaki son güldür.

Sonrası ümitsiz.

Mezarımı derin de kazın, dar olsun,
Altı lale, üstü de sümbül bağ olsun,
Ben ölürsem sevdiceğim sağ olsun.

Ölüm düşüncesi, kızın artık bir şey söylemeyecek hatta yüzünü göstermeyecek oluşudur. Bir "bakiye hayat" vardır yaşanacak ama o hayatın kızla hiçbir alakası olmayacaktır. Bunun böyle oluşu aşığa ölümdür, başka ne olacaktı ki?
Ama diyor ki: ben ölürsem o sağ olsun.
Yani sağ olsun, gitsin başkalarına yar olsun, ama sağ olsun.

Bir insanın diğerine olan aşkının gerçekliğinin ölçüsü basittir; gerçek aşık, sevdiceğinin mutluluğundan başka hiçbir şey düşünmez.
"Ya benimsin ya toprağın" düşüncesi, aşkla falan ilgisi olmayan, tamamen mülkiyet esaslı, tamamen egosantrik bir düşünce hatta histeridir.
Gerçek aşık "yeter ki mutlu olsun da, öyle icap ediyorsa başkasıyla olsun" diye düşünür-ister.

Zor di mi? Kim böyle egodan-nefsten tamamen azade bir aşka nail olabilir ki? Çevrenize bakmayın, aynaya da bakmayın, çok mikro bir ihtimaldir böyle birine rastlamışlığınız. Ama örneği yok değil.

Güzelsin, bibedelsin, şuhsun, alüftesin cana!
Söz olmaz hüsnüne, gelmez nazirin aleme hakka!
Senin her cevrine bin can ile sabreylerim amma,
Beni pek öldürür ey bi-vefa, ellerle bazarın.

Diyen Nedim değil doğru örnek.
İstemek, mülkiyet, ilişki gibi kavramlarla aşkın birbirine karıştırılmasının tarihinin yeni olmadığı, hatta bu karışıklığın gayet legal-anlaşılır olduğunu belirtmek için verdim bu yanlış örneği.
Kelimeleri yanlış yerlerde kullanıyor oluşumuz ata mirasıdır evet ama hiç örneği olmasa bile hakikat yine de hakikattir...ki örneği var elbette.

Aşık Veysel'den bahsediyorum. Kendisini terk edip başka bir adamla kaçan karısının kaçış yolunda ayakkabısının içinde para bulmasından bahsediyorum. Karısının kaçacağını sezen Veysel gizlice karısının ayakkabısına yerleştirmiştir bütün parasını. 
Zor işler...neler hissetti, içinde ne türlü ateşler yandı, ne tür ateşlerin içinde yandı acaba? Eee, kazanına göre ateş.

Biz normal faniler kendimizi aptal Türk filmlerindeki yahut aptal Hollywood melodramlarındaki esas oğlan - esas kızla öyle özdeşleştirmişizdir ki istenmemek aklımıza gelse bile gönlümüze uygun düşmeyeceği için bu ihtimali göz ardı ederek kurgularız her şeyi...ve o sakat kurgunun neticesi olarak da istemek ile aşk arasındaki kocaman alakasızlığı görmezden geliriz, inkar ederiz. Nefsin gölgesinde kalan gönül ışık alamaz, boy atamaz, öyle kavruk-minnacık kalakalır. Ama öyle değilmiş gibi yaparız, yalanımıza da inanırız.

Sosyal medyadaki bunca boynu büküğün böyle % 100 haklı olma sanrısının altındaki sebep bu yalandır.

"yollar tutulmuştur ferhat olamazsın"

Van türküsüymüş. Bütün akşamımı adı belirsiz ve kim bilir ne zaman yaşamış-ölmüş bu Van'lı için üzülmeye vakfettim. Bu akşam da böyle napalım?

25 Ekim 2016 Salı

BU BURDA DURSUN

Bu güne dek aldığım en güzel doğum günü mesajlarından birini aldım bu gün.
"Kör Çita Sendromu" adlı yazımda bahsettiğim arkadaşım yazmış. (Birkaç önceki yazı) Ama yazmış da yazmış, yazmış da yazmış..."benden mi bahsediyor?" fikriyle okudum, duygusala bağladım falan. Mutlu oldum...çok!

Bu mesajın kaybolmasını istemiyorum hatta ara ara gözüme takılmasını istiyorum, o sebepten duracağı en uygun, en emin yer burasıdır. İzin de aldım kendisinden, bu burda dursun.

Bu arada benden sitayişle bahseden böyle bir yazıyı yayınlamanın içinde örtülü bir kendini övme var mıdır? Vardır tabi. Ama neticede ben kimseye "yaz" demedim ki, benden habersiz yazılmış, laf olsun diye yazılmadığı da çok belli. Neden yayınlamayacakmışım?


24 Ekim 2016 Pazartesi

ETRAK-I BİİDRAK

Bazılarının kafası şarz etmiyor.
Bazılarınınki de şarj etmiyor.
Tek fark imla.
Hüzün verici bir fark.

23 Ekim 2016 Pazar

YARARSIZ ZARARLILAR & YARARLI ZARARLILAR

Yurdun umumi lavabosunda tıraş oluyordum. Yanımdaki aynada tıraş olan çocuğun göz ucuyla bana bakıp durduğunun da göz ucuyla farkındaydım. En son dayanamadı, döndü dedi ki:
Hocam seni görünce tıraş olmaktan korktum, bu ne hal?

Hal diye kan revanlığıma diyordu, bir kaç yerden kesmiştim yine suratımı. Öyle oluyordu, başkaları nedense güzel güzel tıraş olurken benim surat  zırt pırt kesiliyordu.
Çok sonra buldum sebebini...tıraş sonrası yüzüme boca ettiğim 80 derece kolonyanın marifetiymiş!
Kolonyayı tıraştan sonra kullanmanın hiçbir faydası olmadığı gibi cildi inceltmek şeklinde bir zararı da varmış. Ben kolonya sürmezsen olmaz sanıyordum, oluyormuş. Kolonya gidince kesikler de gitti. Cilt kalınlaştıysa demek.

Cilde kolonya neyse ruha şiir tam da odur...böyle bir incelme/inceltme hali/etkisi. Normal şartlar altında ruha çarpsa kanatmayacak bir jilet, bünyeye şiirle birlikte girince kan revanlık kader olur.

Bir yazı okumuştum geçen, şöyle bir pasaj geçiyordu içinde:
Sadece acıyla yüzleşmeyi göze alabilenler, acıya dayanabilenler insani özlerini koruyabilirler.
Acıya tahammül edebildiği sürece -özellikle de iç mücadelesinde- insan gerçeğe hala açık demektir.
Toplumumuzdaki gerçekten zayıf kişiler, acı çekenler değil, acı çekmekten korkanlardır. Toplumla uzlaşmayı başarıyla gerçekleştirmiş olanlar, asıl zayıflardır.

Şeytan en çok uzlaşmayı seviyor...derken kastım tam da budur. Kabul görmüş başarı ölçütlerine uygun başarılar elde etmişlerin güç tarifine uygun bir güce sahip olanlar...ve olmayanlar, yani "tutunamayanlar"...o kitabın konusu tam da budur, tek konusu budur.
Tutunamayan diye o güce sahip olmak konusunda beceriksiz ve/veya şanssız olduğu için tutunamamışlara denmez, tutunma imkanına sahip olduğu halde eğer o şekilde tutunursa insani özüne hasret kalacağından korktuğu için tutunmayı reddetmişlere denir.

Bu şiir denen şey de tutunmayı reddetmek için sebepler sunar insana, acıya talip olma konusunda cesaret verir. Kolonya gibidir işte, inceltir.

Bununla beraber...kolonya gibi yararsız, değildir.

30 Eylül 2016 Cuma

ANLAMAK YOK ÇOCUĞUM ANLAR GİBİ OLMAK VAR, AKIL İÇİN SON TAVIR SAÇLARINI YOLMAK VAR

Kadın ruhundan anlamak...
Anlamak ne ya, araba mı lan bu? Bozulduğunda "anlıyorsak" kaputunu kaldırıp bi bakacaz falan...hiç yok öyle bir şey.

Kadın ruhu gibi bir mevzuyu anlamak üzerinden ele almak çok batılı bir düşünce şekli. Batılılar hayata böyle bakar çünkü, bakar, anlamaya çalışır, bilmiyorsa sorar...ve ondan nasıl istifade edeceğini araştırır. Hiç şüpheniz olmasın sonunda da bulur!

Doğulular öyle yapmaz mı ki? Artık öyle yaptıkları kesin, dünyaya hakim olan istifadeci batılı kafası doğuyu da çoktan esir aldığı için doğulular da artık öyle yapıyor. Ama doğu kafası bu değildir aslında.

Doğu kafası istifadeci değildir. Anlamaya çalışır fakat çabası fayda bazlı değildir, empatiye yöneliktir. Doğu ile batı kafasını ayıran şey tahakküm fikridir. Batılının kafası ilk ve hep nasıl tahakküm edeceğini bulmaya çalışırken doğulunun derdi birlikte akmaktır. Belki bir olup karışarak ama "O"nun bütünlüğünü bozmadan birlikte akmak.

Batılı mülkiyet peşindedir doğulu ahenk, batılının servet istifi dışa yöneliktir doğulunun içe.

Şu antidepresanlar...neden kırsalda çok daha az kullanılıyor? Batı medeniyeti oralara çok girmemiştir de ondan.

Huysuz ve huzursuz batı ne huzur bulur ne de huzur verir. İnsanları kadın-erkek diye ikiye ayırıp kadın olanlarının ruhunu çözmeye kadınlar mutlu olsun diye mi çalıştığını sanıyorsunuz erkek batının?  Hiç öyle değil :)

Not: Başlık Necip Fazıl'ın bir şiiridir.

29 Eylül 2016 Perşembe

SOYADI DOE OLANLAR YAZMASIN

Jane Doe, John Doe, Adsız, İsimsiz, Anonim, Noname, Laedri...

Ricam odur ki;  bundan kelli yazdığı yorumun altına ismini yazmayanlar,  yorumlarının sonuna isimlerini ekleye!
"Yok ben illa ismimi belirtmeyeceğim" diyenler de lütfen yorum yazmaya.

Hiç tarzım değil böyle bir uyarı fakat bir sözün niteliğini belirten tek şey ne söylediği değildir, kimden geldiği de o niteliğin tamamlayıcısıdır, mühimdir. Apartmanın dış kapı ziline basıp kaçar gibi, biri bişi yazmış ama kim belirsiz. Hem sonra soruyorum kim olduğunu, cevap yok...olmaz ki. Olmamalı yani.

İsim belirtmek yahut belirtmemek konusunda ısrar var ise yorum yazmamak hususundaki hassasiyetimin benzer bir hassasiyet ile  karşılanması önemle rica olunur.

Bİ DUR!

Geçen akşam bir arkadaşımla “bi dur” meselesini konuştuk. Bu isimde bir mesele yoktu aslında, meseleye bu adı sonradan ben verdim. Sonradan isim bile taktığıma göre konuşma kafamın içinde devam etmiş demek ki.

Benim şu hayatta hakkını en veremediğim ata sözü “söz gümüşse sükut altındır” diyen atanın sözüdür.

Bir o taraftan bir bu taraftan derken böyle basamak basamak, incir çekirdeği kadar mevzu gökyüzünü kaplayabilecek bir hal alabiliyor. Bu basamak basamak tırmandırmadaki tereddütsüzlüğün ana sebebi kendini dayatmaktır genelde ama benim için öyle değil, ben netlik peşindeyim, bir şeylerin öylece ortada kalması beni rahatsız ediyor. Yani herkes eteğinde ne varsa döksün ve sonunda bir ortak noktada buluşulsun gibi bir kaygım var, gerçek bir anlaşma istiyorum yani, güzelce mutabık kalındıktan sonra kapansın konu... fakat öyle olmuyor, o basamakları tırmanan gerilim sonunda bir infilaka sebep oluyor…buluşulması gereken bir orta nokta kalmıyor.

Zeka ile akıl arasındaki fark budur işte. Zeka ham madde gibi bir şeydir, akılsa onu işleyen şuurdur. İnfilak ihtimalini göz ardı edip netlik peşinde koşmaya devam etmek zekaya teslim olmak demektir. Zeka niceliksel bir şeydir, akılsa nitelik kokar. İnfilak ihtimalini göz ardı etmek demek niteliği göz ardı edip gerçekliği niceliğe indirgemektir. Hüsran kaçınılmazdır.

Zekanın gözden kaçırdığı kelime “kıvam”dır. Akılsa o esnada sürekli konuşan çenelerin uzlaşabilecek bir kıvamda olmadığını fark edebilir. Zeka kıvama dikkat etmez, akıl eder. Konuşurken bu kıvam parametresi Demokles’in kılıcı gibi her daim tepemizde sallanıp durmalı, yürürlükte olan şey zeka değil akıl olmalı.

Uzmanların bu sendroma koydukları ad basittir: tepkisellik.

Tepkisel hallerimin idrakinde olduğum için kendimce bir düstur geliştirdim, “söyleyecek güzel bir şeyin yoksa sus” dedim kendime, uygulamışlığım da çoktur. Fakat bu kıçımdan uydurduğum düsturdan çok daha kıymetli ve rasyoneldir şu sükutun altın olması meselesi. Sus ulan işte, sus, bu kadar. Haklı olsan da sus, değilsen de…zaten o ajite olmuş beyinle haklı isen de çok kolay haksız çıkarsın ki. Beyin ajiteyse sus, en süper düstur budur aslında.

Şu tepkisellik herkesin başına bela bir şey ve bu sebepten herkes kendinden pay biçerek çok kolay hak verir şimdi diyeceklerime. Tartışmanın en hararetli yerinde, gerilim ibresinin artık iyice kırmızıya döndüğü bir yerde…pat diye telefonun şarjı bitse mesela yahut karşılıklı konuşur iken aniden çok fena çişin gelse…ya da yandaki masada kavga çıksa, ne bileyim yakınlarda bir tüp patlasa falan... Tartışma devam edemese yani, bir süreliğine kesilse, araya zaman boşluğu girse…tartışma sonradan kaldığı yerden devam ettirilirse tarafların uzlaşabilmesi ihtimali çok daha yüksektir. Birilerinin ajite bir beynin ürettiği bir cümle ile yaralanması ihtimali de düşer araya zaman girince.
Madem tartışmanın bölünmesi bu kadar makbul bir şey o zaman bu bölünme için dış kaynaklı bir sebep aramak neden ki? Tartışmanın en hararetli yerinde baktın ki uzlaşma çok uzak, birden diyeceksin ki: bi dur, sonra konuşalım.
Bunu dedikten sonra kalk masayı falan terk et yani, telefonu kapat, hiç sorun değil. 
Yeter ki bozuk kıvamını düzeltmene izin verecek kadar izin ver zamana, çünkü zaman halleder.

Zamanında bir patronum bişi demişti bana, 15 yıl geçmiş hala aklımda. Demişti ki:
Çok önemli bir karar alacağın zaman…istifa etmek, evlenmek, boşanmak vs gibi, çok önemli bir karar söz konusu olduğunda…kesin kararını ver…ama uygulama. Bekle 24 saat geçsin. Bi uyu, uyan. 24 saat sonra hala aynı kararında isen o zaman uygula kararını.

24 değil 124 saat bile olabilir şu araya konması gereken “tampon” zaman…ama konulmaz. Bu aceleciliğin sebebi de sabırsızlık falan değildir, egodur. Egondur çünkü çok güvenirsin sözünün doğruluğuna, haklılığının kesinliğine falan. Güvenme bu kadar çünkü sandığın kadar haklı olmadığını yahut haklılığını göstermek için izlediğin yolun yanlışlığını sonradan gösterebilir sana hayat.

Bazen hastalık gibidir haklılık, ihtimale ihtimal ver.

26 Eylül 2016 Pazartesi

SEN İSTİNYE'DE BEKLE

sen istinye'de bekle ben buradayım 
içimde köpek gibi havlayan yalnızlığım 
belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git 
çünkü ben buradayım karanlıktayım 

İki gündür aklımın içinde deveran ediyor bu şiir. Öyle muayyen bir sebebi olmak zorunda değil, severim şiiri, çok severim, o da dönüyor işte, başka sebep aramak yersiz.

çünkü elimi kestim beni kan tutuyor 
şarabım bütün ekşi suyum soğuk 
yanımda olmadın mı seni seviyorum 
belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git 

Şiirin adı: Gece Buluşması.
Attila İlhan’ın icadı bir şey olan gerilimli aşk temasının manifestosudur bence bu şiir. Manifesto olmaya aday başka şiirler de var fakat şu “belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git” nakaratı mevzuyu tek cümlede öyle etkili, öyle 12’den anlatıyor ki “gerilimli aşk”ın manifestosu “katiyyen” bu şiirdir.

yüzünü ıslatmadan ağlayabilir misin 
gece yarıları telefon ettin mi hiç 
karanlık adamlar hüviyetini sordu mu 
ben senin olmadığını arıyorum 
belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git 

En sevdiğim kıtası budur. “yüzünü ıslatmadan ağlayabilmek” dizesi de bir kavramı efradını cami ağyarını mani tarif etmek bakımından benzersizdir. Kısacık ve çok etkili bir ifade, böyle derin-uzun bir meseleyi bu kısalıkta ve muhteşemlikte anlatabilmek için biraz Attila İlhan olmanız gerekiyor. Ben hiç olamadığım için bu kavramdan bahsetmem gerektiğinde bu dizeden yararlanmışlığım çoktur.
Ama asıl bomba arkada: ben senin olmadığını arıyorum.
Daha ne desin yahu, nasıl anlatsın?

yabancı gibisin miyop gözlerin kısık 
bana ait ne varsa hepsi seni korkutuyor 
sana ait ne varsa hiçbiri benim değil 
belki ölmek hakkımı kullanıyorum 
belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git

Şiir bitti. Şair “belki ölmek hakkı”nı kullandı, o 5 dakika sona erdiğinde kızın yanında değildi.
O 5 dakikalar içinde “doğru yer”de olmayı başarabilseydi bir Attila İlhan’ımız olamazdı.  “ölmek hakkı” derken bahsettiği mecazi ölüm kavramı da oldukça detaylı-derin bir ruh-düşünce durumunun ifadesidir. Bahsetmeye girişirsem yazı çok uzar lakin üzerine düşünülesi olduğunu söylemeliyim.  

Gerilimli aşk şudur: Attila İlhan hem bazı imkansızlıklar hem de farklılıklar içindedir aşık olduğu kızlara karşı. Aysel’le olan farkını, Aysel için imkansızlığını “Aysel git başımdan” şiirinde şöyle anlatır:
sevindiğim anda sen üzülürsün
sonbahar uğultusu duymamışsın ki 
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş 
uzak yalnızlık limanlarına 
aykırı bir yolcuyum dünya geniş 
büyük bir kulak çınlıyor içimdeki 
çetrefil yolculuğum kesinleşmiş 

Solcu bir militandır çok zaman Attila İlhan fakat nasıl bir solculuksa onunkisi o “genel solcular” içinde de pek bir yeri yoktur. Çok ciddi eleştirilere maruz kalmak kaderi gibi bir şeydir. Yani memleketi kurtarmak noktasında belirli bir kampa dahil olabilmek becerebildiği değildir, fikirleri müstakildir. Bununla birlikte ideolojik bağlamda pek kimseye yaranamamış olsa da seveni çoktur. Bir şiir matinesinin sonunda elinde küçük bir kız çocuğuyla yanına yaklaşan kadın kendisine nasıl büyük bir hayranlık beslediğini belirttikten sonra elindeki çocuğu tanıştırır üstada: kızım, suna su.

Ölerek bizi terk etti fakat seveni hala ne kadar da çok…
Böyle sevenlerinizin olması polis tarafından aranmanızı engellemez. Militanlar genelde aranır, hatta yakalanır hapse falan girerler.
İşte böyle aranan militanlar, ne zaman nerede olduğu belli olamayan, kaçmaya her an mecbur olabilecek militanlar öyle sigortalı bir işte çalışır gibi sevgililik edemezler. Duyduğu “sonbahar uğultusu”nun peşinden gitmenin bir bedeli vardır. Sevdiği insanları zor durumda bırakmamak için de zaman zaman iter onları, “aysel git başımdan seni seviyorum” falan der.

İtmesinin tek sebebi başının belada oluşu değildir, farklılığı da bir sebeptir. O “içinde köpek gibi havlayan yalnızlığı” hayatı boyunca havlamış bir yalnızlıktır. Hislerinin benzersizliği aynı zamanda karşılıksızlığının ifadesidir. Bu sebepten yalnızlığı kesif ve kesindir…hep.
Böyle hem sağlam çalışan bir kafaya hem de derin bir duygu dünyasına sahip olmanın bedeli yalnızlıktır, Attila İlhan bunun ilk örneği değildir, son da olmayacak.

Biri vardı. Di-li geçmiş zaman kullandım çünkü hayli zamandır irtibatım yok. Hakkında zerre olumsuz düşüncem olmayan ve hakkımda zerre olumsuz düşünceye sahip olmadığından emin olduğum fakat öyle olması gerektiği için irtibatı sıfırladığımız bu işlek zeka, derin ruh, güzellikler mümessili “biri” ile ilginç bir ritüelimiz vardı. Bu şiiri ilk benden duymuştu fakat Allah bilir benden bile fazla sever olmuştu. Ne zaman görüşsek yahut telefonlaşsak sohbetin olmadık bir yerinde “hadi oku” derdi ve “ne okuyayım?” diye sorma gereği hissetmeden bu şiiri okurdum. Aynı görüşmede 4-5 kez okutmuşluğu vardır. Şiiri ezbere bilmezdi fakat ara ara eko yapar gibi sözlerimi tekrarlardı ben okurken. Ses kaydı olarak da telefonuna kaydetmişti.
Bir eşyanız vardır, kırıktır, kırık olduğu için kullanabileceğiniz bir yer olmadığı gibi yine o kırıklığından dolayı evde nereye koyacağınızı da bilemezsiniz o eşyayı. Çöpe de atamazsınız. Koyarsınız işte bir yere, durur orada öylece. Nasıl da kıymetli olduğundan zerre şüpheniz yoktur fakat hiçbir yer de onun yeri değildir. Yaptığı tek şey durmaktır, durur. Bu eşya, anılar evimde üzerinde bu şiir asılı olarak duruyor iki yıldır. Her gözüme iliştiğinde öyle küçük bir gülümserim, güzel şeyler dilerim O’nun için…o kadar.

Şiirin iki gündür beynimde deveran etmesinin sebebi belki de bu "zarif ruh"un aklının köşesinde bir yerlerde beni anarak kulağımı çınlatmasıdır. Belki de öyle değildir. Geldi işte aklıma, yazmasam olmazdı, yazdım.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...