19 Şubat 2017 Pazar

sahici bir kaptanmışım gibi tükürüyorum

Zamanın her işi ustacadır da cerrahlığı acemidir. Diker, toparlar, bir güzel iyileştirir ama iz bırakır... pek de plastik olmayan bir cerrahidir onunki.

Aslında öyle çok edebiyata falan gelir bir mevzu değildir bu, kavanozda biraz kahve, insanda biraz acı kalmalar falan.... hiç öyle abuk subuk edebiyat kasmanın alemi yok, olan şey basit muhasebe hesaplarından ibarettir; borçlar, giderler, gelirler, gelmezler...

Bir hesaba göre gidenler giderken parça götürüp kalanı eksik bırakır fakat bir başka hesaba göre insan asıl o gitmeler neticesinde tamamlanır. Çelişki falan yok, parçaların eksilmediği müddetçe güzelsindir, eksildikçe insan-ı kamil olursun. Giden saadettir kalan olgunluk. 
İbranice kursuna yazılmak gibi bir şey işte bu da, bir sürü para dökersin, vakit harcarsın ve sonunda bilenlerden olursun...ne yapacaksan artık o İbranice'yi!
Biraz varılacak hedef mi gidilen yol mu muhabbetine benziyor ama tam öyle değil.

Nasır da insandandır ve insanı koruması istemeyerektir. Nasır diye Süleyman Efendi'nin lüzumsuzca vurup can yakan nasırını değil, kazma-kürek çalışınca insanın elinin içinde çıkanını kastediyorum. O çirkin deri katmanı küreğin sapı artık canınızı yakmasın diye gelir kaplar elinizi, evet şefkati biraz şekilsizdir ama kesindir! Kazma-kürekle işiniz bitince de yavaş yavaş kaybolur. Yani etinizin duyarsız olması gerektiği zamanlarda gelir acıyan yerlerinize oturur, o duyarsızlığa ihtiyaç kalmadığında da gider.
Bütün bunlar da zamanla olur, nasırın oluşması bir hafta, kaybolması birkaç haftadır.
Nasır oluşana kadar canınız çok yanar, kaybolurken fark etmezsiniz.
Ve nasır görmüş el kendini belli eder, dedim ya zaman kötü bir cerrahtır, iz bırakır.

Şu enerji allameleri, iyimserlik profesörleri, karma, hatta tasavvuf, olan her şeyin olması gerektiği için olduğunun altını çok kuvvetli çizer, İbranice şart yani!
Bilmiyorum gerçekten öyle midir yoksa bu fikir bir teselli ikramiyesi midir fakat tarihte nasırsız büyük adam bulunmadığı da bir gerçektir.

İyi de büyük adam olmak niye ki? Güzel olsak sadece ve öylece kalsak?
Tercih senin...değil!
Tercihin sana ait olamayacağı gerçeğini inkar etmeye hakkın var fakat girişeceğin her inkar "inkar edebilmeye erişiminin olmadığı gerçeği"ni inkar etmekten öteye geçemez, duvara çarpar başa dönersin.
İnsan kendini istese de inkar edemez, inkar edebilmek için kaderini ikna etmesi gerekir, edemez..
İç içe geçmiş bir sürü küçük programdan müteşekkil büyük programda nasibin yanmaktan, olgunlaşmaktan yanaysa güzel kalmak için en fazla boş boş debelenirsin.

Onu diyorum işte ben de...debelenme!




Not: İbranice örneği aklıma öylece gelmemiş, sebepliymiş, bir inkar başarısızının beynime sorti yapmasının marifetiymiş o örnek.

Attila İlhan'ın Kaptan-3 şiirinin son bölümü şöyledir:

kalbim bakır bir mangır gibi boynuma asılmış
ondan kurtulmak için sürgünlere gitmeye razıyım
nehir gemilerinde miçoluk etmeye ölmeye
seni terk etmeye razıyım parasız pulsuz çekip gitmeye
kuran'daki bütün belalara tevrattaki bütün belalara
ibranice öğrenmeye razıyım hapis yatmaya
kalbim yüzünden madem ki ellerimi parçaladım
kalemimi kırdım hayatımı çiğnedim ağladım
madem ki en büyük düşmanım kalbim benim kendimin
onu inkar ediyorum kalbimi inkar ediyorum
geceleri benim için dua etmelisiniz

üçüncü paralelde eski bir dünya gibi batacağım
malgaş halkı birkaç yüzyıl hikayemi anlatacak

16 Şubat 2017 Perşembe

STEPNE DELİLİĞİNE OTOPSİ

Yedeklenmek, tecrübe ettiğim duygular arasında “en fenası” olmaya fena halde namzet bir duygudur, boktandır!

Yani yedek kalemin, gözlüğün, bataryan olabilir, yedek atın bile olur ama bir insanı yedeklemek nedir? Hele de gönülle alakalı mevzularda!
Hayatın akışına asla paralel olmayan bir tutumdur bu, hayat çarklarının dışında durup da hayatın içinde olmak isteme garanticiliğinin yarattığı sakilliktir, yaşama korkaklığını mikroba dönüştürüp sağa sola hastalık diye bulaştırmaktır, enfeksiyondur, pisliktir. Akıllı olmakla falan da ilgisi yoktur, akıllı insan kendini sıfırla çarpmaz.

Yedekleme eğilimi tek başınayken var hissedememe sanrısının bir tezahürüdür. Bu tarz insanlar tek başlarına bir kafede oturmaktan rahatsız olurlar mesela, tek başlarına sinemaya gitmek onlara saçma gelir, herkes tarafından izlediklerini düşünürler, yüksek onay beklentili bünyelerdir. “Ben” ile “toplum”u sağlıklı şekilde kaynaştıramamış kişilerdir, teşhircilik de en tabi eğilimlerindendir. Yoksa bile varmış gibi göstermek zorundadırlar hep, kuyrukları hep dimdik görünmelidir, gerçek bir ağlamadan nasipsizdirler, gözyaşlarını da gösteremezler.

Yedekleme ihtiyacının kökeninde yoğun bir terk edilme korkusu vardır. Güven duygusu insanda çocukken oluşan bir duygudur ve yedekçi kişilerde bu duygu yeterince gelişmemiştir. Sadece başkalarına değil kendilerine güvenleri de sakattır ve illa-hep birinin istihdam edilmiş gibi yanlarında duruyor olmasının ihtiyacındadırlar, yalnızlığa tahammülsüzdürler. Bunları yan yana koyunca baskın bir öz değersizlik hissine sahip olduklarını da söyleyebiliriz. Bu olumsuz neticenin sorumlusu genelde anne-babadır.
“Seni başka sebebe ihtiyaç duymadan sadece sen olduğun için seviyorum, olduğun gibi kabul ediyorum ve seni asla terk etmem, sadece seni değil anneni/babanı da terk etmem.” Bu mesajı sözlerle değil hissettirerek çocuklarının ruhuna nakşedemeyen anne-babalar topluma yeni hastalar hediye edip duruyor.

Yedeklenmeye maruz kalmak “ya hep ya hiç”çi bünyelerde ekstradan hasara sebep olur. Gönül meseleleri naturaları icabı “ya hep ya hiç”çi olduğu için bu tip insanlar gönül meselelerini doğasına tamamen uygun yaşarlar ve muhatabının bir tüccar gibi hesaplar-pazarlıklar içinde olduğunu, mallarını sigortalamak isteyen tüccar zihniyeti taşıdığını anladıkları anda sadece o kişiden değil dünyadan soğurlar, yaşama istekleri azalır. Kimse fiyatı belli bir mal gibi hissettirilmekten hoşlanmaz.

Yedekçiler...hayatla dolaysız bir öpüşmeye cesaretleri olmadığı için araya naylon perde koyan ilgi tüccarları!..keşke bu kadar kalabalık olmasaydınız.

Bu sıkıcı yazıyı sabah sabah rüyamda gördüğüm için yazmadım, dün akşamki aslında çok farklı konulu bir sohbetin hafızamın ücra köşelerine ateş etmesinin,  aklımı tahrik etmesinin neticesi şu cümleler. Aklımda dolaşıp duruyorlardı, dedim “dolaşacaklarına burada dursunlar.”

7 Şubat 2017 Salı

TUHAF ŞEYLER BALLADI

Dünyanın en tuhaf 5. şeyi: Koku
Akıldan bir türlü çıkmaz, en son unutulandır, aynı anda hem bilinç altı hem bilinç üstüdür, içe işleyiş şekli tuhaflık arz ettiği gibi en içe işler.

Dünyanın en tuhaf 4. şeyi: Zihin
Hem anlıyor hem hissediyor yahut hiçbirini yapamıyor ama yine de maruz kalıyor.

Dünyanın en tuhaf 3. şeyi: Göz
Nasıl anlatıyor o kadar şeyi?

Dünyanın en tuhaf 2. şeyi: Aşk
Hem her şeyin içinde, hem her şey onun içinde… fizik kanunlarının dışında.

Dünyanın en tuhaf şeyi: Zaman
Bir ihtilal fenomeni…tercihler sunar; eğiterek dönüştürmeyi teklif eder, kabul etmezseniz dönüştürerek eğitir. 

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...