26 Şubat 2016 Cuma

EN ÖZ LİSANIMIZ: ŞUURSUZCA – 2

2. yazı değil aslında ilk yazıya ek. İlk yazı: http://efervesanbalik.blogspot.com.tr/2016/02/en-oz-lisanimiz-suursuzca.html
Şimdi o yazıya eklersem kaybolur bu diyeceklerim, mühim olduğunu düşündüğüm için 2. bir yazı gibi yazdım. Yazarken aklımdaydı bunlar ama nasıl olduysa unutup yazmadan yayınlamışım.

Bunu bir yerlerde yazmıştım ben. “İnsan ne ister? İnsan erimek ister, kaybolmak ister, içinde kaybolmak ister.” demiştim.

Öylesine, şiirsel olsun falan diye edilmiş bir laf değil bu. “İçinde kaybolmak”tan kastım parçanın bütüne kavuşup bütüne dönüşmesi, bütünlenmesi. Erimek ne peki?

Bir tencereye konmuş bir kalıp Sanayağ...bıraktığınız yerde öylece durur. Hareket etmez.
Ama ocağı yakarsanız başlar hareket. Eriyerek hareket eder, hareket ederek erir.
Yani; yol almak için erimek-dağılmak gerek.

Kendimde ve başkalarında müşahede ettiğim bir şeydir bu dağılma isteği. Ruhun derinlerinden gelen netameli bir istektir. Tezahürü telaş şeklindedir fakat varlığı incedir. Şiirlerin, şarkıların, filmlerin ekserisinin bilinç altı hep bu dağılma isteğiyle doludur, görürseniz görürsünüz. Hüzünden neden zevk alıyor oluşumuzu anlaşılır kılan şeydir. Pek çok öfke patlamasında, kırma dökmede, bozmada varlığına şahadet edilebilir. Süfli görünümlü antisosyal tavırların içinde varlığa dair doğum sancıları gizlidir aslında. Şiddetin görünen muhatabı ile asıl muhatabının farklı olduğu dışarıdan seçilemediği için adi suçlu muamelesi görür genelde zanlı…ki kendisi bile farkında değildir şiddetini besleyen kaynağın. 
Durağanlığın anlamsızlığından bunalan sanayağ kalıbı varlığa kanatlanabilmek için içindeki ateşle erimeye başlar ve hareket eder işte, olay basit…(Bok basit)
Bunu anlatabilmem çok zor biliyorum çünkü bir his bu sadece. Sadece kendimde değil herkeste gördüğüm bir his. Dağılmak istiyoruz, dağılalım ki harekete geçebilelim. En sonunda bütün olabilmek için öncesinde iyice parçalanmak gerek.

Akabilmek için, denize doğru yol alabilmek için bize suyun akışkanlığı gerek, buzlar yol alamaz.

25 Şubat 2016 Perşembe

UZAK

Sene taa bilmem kaç, 12 yaşındayım, Ağustos ayıydı. Tam 21 gün Çanakkale'de kalmıştım. İlk defa annemden bu kadar uzak kalmıştım ve annemi çok özlemiştim. (Gün saymak, hesaplar yapmak, bi de üstüne bunları akılda tutmak bende doğuştanmış demek)
Daha sonraları türlü sebeplerle çok daha uzun uzak kaldım annemden ama hiç birinde o 12 yaşımdaki kadar özlemedim. Hiç bir zaman ana kuzusu da olmadım zaten.
O duyguyu özledim. Annemi özlemeyi özledim.

23 Şubat 2016 Salı

EN ÖZ LİSANIMIZ: ŞUURSUZCA

 “Hak-i payine yetem der ömrlerdir muttasıl, 
Başını taştan taşa vurup gezer avare su”
Fuzuli’nin Su Kasidesi’nden bu beyit. Bununla ilgili bir şeyler yazacağım ama öncesinde biraz dolaşacağım.

Şu sürekli toplu halde uçan sinek gibi böcekler bir iddiaya göre vakitsiz ölmüş birinin parçalarıymış. Hep bir arada uçmaları aslında bütünlüğü sağlayabilmek, daha doğrusu bütünmüş gibi hissedebilmek içinmiş. Acı çekiyormuş o böcekler bütünlüksüzlükten dolayı. Sultan Makamı'ndan bunlar.

İki sebepten saçmadır bu iddia.

İlki, asıl böceğin insanın kendisi oluşudur. Yani o tek böcek kadar bütünlükten uzaktır insan. Kainattaki şu dolanmamız o böceğin şuursuzca uçup durmasından başka hiçbir şeydir. Şu meşhur cennetten kovulma meselesi işte. Parçanın parçası da parçadır, biri ötekinden daha küçük diye farklı bir bakış muamelesine tabi tutulamaz.

İkinci sebep; “vakitsiz ölüm” tarifinin saçmalığıdır. Kime göre vakitsiz? Japonya’da ortalama seksen küsur yıl iken hala Afrika’nın bir çok ülkesinde kırk küsur yıl olan “ortalama insan ömrü” baz alınarak yapılmış nisbi bir tariftir bu. Bunun vakitlisi ne kadar ki? Kaça olur, kaçta anlaşırız?
Vakitsizliği böyle yaşsal nicelikte değil de yapılacak işlerin yapılmış olup olmamasında aramak da mümkün. Buradan da bir şey çıkmaz, makul bir vakitlilik tarifine buradan da ulaşamayız. Çünkü yapılacak işler bitmez. Hem yapılacak işler listesini belirleyen kim ki? Adam asıl yapması gerekenleri kendi şahsi listesine dahil etmemiş olabilir.

Deli saçması bir iddiayı çürütmek için yapılmış açıklamalar da deli saçması olmaya mahkumdur biliyorum…ama bu açıklamalar derdimi anlatabilmek noktasında işime yarıyor. Şöyle ki; “vakitsiz ölüm” kısmı saçma tamam ama bir aradaymış, bütünmüş gibi hissedebilmek için birbirine yakın uçan böcekler meselesi çok mühim. Bu böcekler biz vakitsiz ölünce falan değil biz yaşarken uçanlardır…

Nereye uçuyor peki bunlar? Aradıkları sanki o taraftaymış gibi büyük bir kararlılıkla bi tarafa doğru uçar bunlar, sonra birden döner geri uçmaya başlarlar. Sonra sağa, biraz kuzeye, yukarı, aşağı…yaptıkları şey aslında çok da büyük olmayan bir metrekarede şuursuzca dolanıp durmaktır. Onları dışarıdan izleyen biri bu şuursuzluğa, amaçsızlığa, dahası kaybolmuşluğa kolayca şahadet edebilir ama o böcekler asla kabul etmezler…kaybolduklarını. Domuzlamasına da kararlı ve inatçıdırlar.

Pülverize olmuş su dahi tekrar bir araya gelip damlayı oluşturabilir, o damlalar bir araya gelip okyanusa dönüşebilir. Yani su parçalanabilen ama parçalanamayan bir şeydir. Diyor ki Fuzuli; su, sevgilin ayağının toprağına ulaşabilmek için sürekli olarak başını taştan taşa vurarak avare avare dolaşır. Ha su ha böcek...ha insan. Avarelik ortak hünerimiz. Ve bütünlükten uzaklığımız.

Dağlardan aşağı inen dereler, nehirler sonunda denize ulaşır. Parça sonunda bütüne dahil olup bütün olur.

Mühim bir ayrıntı:
İnsanın insana duyduğu aşkın bir sonunun olmaya mahkumluğunun sebebi, iki parçanın bir araya gelmesinin bütünü oluşturmaktaki yetersizliğidir. Okyanusa ulaşmadıkça dinmez damlanın hasreti, iki damla su ise bir okyanus etmez. Ama iki damlanın bir okyanus edebileceği sanrısı insanın en tabi sanrısıdır. Etmediğini anlaması zaman alır, o zaman dolunca da "aşk bitti" denir. Halbuki "ölen hayvan olur, aşıklar ölmez" di mi? :) Yunus'un buradaki kastı tabi ki okyanustur, ilahi aşktır.

Suyu hareket ettiren güç, yer çekimidir. Suyun hareket etme sebebi okyanusa ulaşmaktır. Yolu dolaşıktır, yönü değişkendir ama asli hedefi hiç değişmez: bütün olmak.
Yer çekimi aşktır. Eski adı daha güzeldi bunun, aşka daha uygundu çünkü. “Cazibe-i arz” derdi eskiler şimdi yer çekimi dediğimize.

Şu dediklerim tasavvufun özüdür. Felsefenin neden hiç bitmeyecek bir şey olduğunun da cevabıdır. Tasavvuf, felsefenin bittiği yerde başlar.

Velhasılı…biz bütünün hasretiyle yanan şuursuz parçalar… küçük metrekarelerimizde büyük bir ciddiyet ve kararlılıkla amaçsızca dolaşırken…içimize aşkın düştüğünü söyleyenler olur. İnanmayın, yalandır. Çünkü aşk içimizde değil, biz aşkın içindeyiz.


Not: Su metaforu mühim. Zor anlayanlar için tane tane karşılık yazasım var:

Kural: parçanın en temel eğilimi koptuğu bütüne tekrar kavuşmaktır. Sılayı özleyen gurbetçi gibi.

Deniz: Bütün,
Suyun deniz yüzeyinden buharlaşarak gökyüzüne yükselmesi: Ruhun ait olduğu bütünden kopması, ayrılık. Bu ayrılığın yer çekiminin hilafına oluşu mühim,
Damla: insan,
Yağmur damlasının bir dağ başına düşmesi: Doğum, dünyaya düşme,
Yer çekimi: Aşk,
Damlanın yer çekiminin emrinde başka damlalarla birleşip, giderek büyük akarsulara dönüşerek sonunda denize dökülmesi: Ömür.
Denize dökülme: Ölüm. (Mevlana "şeb-i arus" diyor.) 


Son söz: tabi ki aşkın içindeyiz çünkü yer çekimine tabiyiz. Kainatta ama az ama çok her yerde muhakkak bir çekim var. Aşk her yerde ve biz ona tabiyiz.


Sonradan not: Bu yazı eksik. Şurada tamamladım:
http://efervesanbalik.blogspot.com.tr/2016/02/en-oz-lisanimiz-suursuzca-2.html

OLMAK

Olmuyor.

21 Şubat 2016 Pazar

AĞZININ ORTASINA TERLİK

- Aşkın gemisi yüzebilsin diye gözyaşını denizler boyunca akıttın mı hiç?
- Yoo...hiç öyle bişe etmedim.
- Aşk diye vardığın secdelerde aldanmışlığın yüzüne kırbaç gibi çarptı mı?
- Secde?
- Nesini anlamadın dostum, aşkla varılmazsa o secdeye ne gerek?
- Yok onu demedim, secdedeyken kırbaç yüzüne nasıl çarpıyo? Seccadenin kılı batmış olmasın?
- Off, beni anlasın diye kimlere anlatıyorum ben kendimi? Ama sen de haklısın, sana nasıl yüklerim böyle bir görevi, ben bile anlamamışken beni...
- Neyini anlamadın olm? Sor söyliyim Cyrano.
- Anlamıyorum...bir yanım çiçek çiçek yaz iken öbür yanımın zemheri ayazı kış olmasını anlamıyorum.
- Ne var ki bunda? Söz misali İstanbul'da kışken Sydney'de yaz oluyor. Sonra terse dönüyor. Normal yani.
- Peki bu koca dünya benim kelebeğin gözü kadar gönlüme nasıl sığıyor?
- Ya yok, libidon yükselmiştir ama paran yoktur mesela...onun gibi işler bunlar, takma kafana.
- Benim şu dünyanın malına zerrece tamahım yok. Aşkımdan başka hiç bir şeyim yok.
- Hee, mail atmışsın Zehra'ya.
- Attım. Döktüm ayaklarının dibine  içimde aşka dair ne varsa. İster bir gül goncası gibi taşısın aşkımı göğsünde, ister sele versin şu kanayan gönlümü.
- Lan kelebek götü! Aynı gün butikte çalışan kıza da elden mektup vermişsin?
- Ne kadar dirensem de ona doğru gitmekten kendimi alıkoyamadığım bir çekim var onda.
- Ulan oğlum bu sendeki nasıl bir aşk ki lokma gibi oraya buraya döküyon da hala bitmiyo?
- Aynı gün olması mı seni rahatsız etti?
- Yoo ben rahatsız değilim de...sen rahatsızsın, net.
- Aşk oduna yanmışta rahat ne gezer dostum?
- De sktir!

17 Şubat 2016 Çarşamba

APTALLIK

Aptallığa ihtiyacım iki türlü.

İlki anlamakla ilgili. Bir şeyi "ben zaten biliyorum" havasında dinlersen kuvvetle muhtemel yanlış anlarsın. İçindeki ön yargı kalkanları inik olarak dinlemelisin, aptal gibi yani. Aptal gibi dinlemeli, yavaş anlamalısın. Yoksa mevzunun içine layıkıyla giremezsin, her türden sürat, indirgenmişliğin ifadesi.

İkincisi de insan olmakla ilgili. Artık aptallık yapmamak, hiç kül yutmamak, artık kandırılamamak... artık inanmamak... kalbin çürüdüğünün ispatı.  Ancak kalbi tamamen çürümüşler hiç kandırılamaz. Her türden kötü art niyeti ezberlemişlerdir, daha kendilerine ulaşmadan sezerler o kötü niyeti, çünkü kendileri de o kadar kötü düşünebilmektedir. Kötülük yapmamak kötü olmamaya yetmez. Bu kül yutmaz hale de "tecrübe" diye isim takarlar. Kalbin çürümesinden başka nedir ki tecrübe... tecrübe, masumiyetin katilidir.
Hiç kimseye, kendisini kalıcı olarak değiştirebilme payesini vermemeli insan, akıllanmamalı. Neyini götürürse götürsün aptallığını götürmesine izin vermemeli. Aptallık giderse, heves ve direnç de peşinden gider...gitmesin.

Hasılı...hem beyne hem kalbe lazım bişidir aptallık. Allah kimseyi aptallıktan ayırmasın.

15 Şubat 2016 Pazartesi

MELANKOMİK NOTLAR - 26

% 72 sol beyin çıktım. Bu puanla politbüroya bile girermişim yani, o derece radikal. Ama o kalan % 28 de gayet işlevselmiş. Hasılı tuhaf bi terkipmişim işte. İyi bari.

Ne varsa gidemiyorum bir türlü şu Hatay’a. Birkaç yıl önce uçak biletini yakmıştım, şimdi de sisten uçuş iptal oldu. Fotoğrafçıların ikinci kutsal mekanı olan (ilki Mardin) bu şehre gitmeyeyim diye uğraşıyor evren, vardır illa bi bildiği.

Bu evren bi değişik zaten. Gayet tuhaf oyunlar oynuyor benimle son zamanlar…oyunsa iyidir :)

Oyun demişken, yaratıcı dramada da bişiler oynayıp duruyoz, eğlenceli olmasına gayet eğlenceli de…beynim de gelişiyordur arada inşallah! Gelişince ne olacaksa artık :p

Sergiyi açtık nihayet. Her bakımdan tatmin ediciydi her şey, çok şükür, eleştiriler de oldukça olumluydu. Bitişi bir yandan bir rahatlama hissi üretirken öte yandan üzüyordu ama ekip boşa çıkarttı bu ikinci hissi, 2. proje isteklerini yüksek sesle beyan ettiler, “hayır” demek gelmedi içimden :) Hiç dağılmadan aynen devam… Hayırlısı bakalım. Yalnız hala konu bulamadık, o fena!
Benim şu hayatta yaptığım en akıllıca iş…olmaya güçlü bir adaydır fotoğrafa bulaşmış olmam, net.

Bu insanlar…belli etmeseler de nasıl da fena halde, nasıl da bir ağızdan kedicik…
Pek çok bıçaktan kaçmayı başarabilseler bile egolarının bıçağından sakınamıyorlar kendilerini. Ve, bazısının içeri bazısınınsa dışarı doğru fırlattığı çığlıklar cümle huzur talebini sonuçsuz bırakıyor.

Saç ektirmem için ciddi baskı var! İşin tuhafı giderek aklıma yatmaya başladı, araştırmaya bile başladım. Bozar mı  ki beni acep böyle bir operasyon? Zor işler!

Sherlock Holmes izlemeye başladım, ilk bölüm hayal kırıklığı. Sen adamı silah tehdidi altında iki haptan birini içmeye zorla, sonra da “kendi istekleriyle içtiler çünkü ben çok zekiyim” diye hava at. Hadi leyyn!
Gözüm; iddiayı yükseltip finale dair beklentiyi arttırmak kolay da...finalde de altında kalmamak lazım o iddianın! Marifet düğümlemekte değil yani çözmekte. Saw 1 ve 2, Seven, The Devil’s Advocate gibi istisnalar deli gibi yükselttikleri beklentiyi muazzam bir finalle karşılıyor ama dediğim gibi istisna bunlar, genelde finaller iddianın altında eziliyor. The Usual Suspects de bu istisnalardan sayılır genelde ama bence değil.

Yan flüt öğrenesim var. Yakınlarda bi kurs bulursam olur bu iş. Du bakalım.

Suzi geçen gece delirtti beni. Ben uyumaya çalışırken üstümde zıplayıp durdu, olmadı halının üstünde fırt fırt bişiler etti, koşturdu falan ki hiç yapmazdı böyle. O kadar ki “deprem olacak herhalde” dedim, hayvan değişti çünkü. Zor şartlar altında da olsa uyudum, ta ki o büyük bir gürültüyle gece lambasını yere çalıp kırana kadar! Eşyalara zarar vermek de hiç ona göre değil… Zıplayıp kalktım, gün ışıdığında hala uyanıktım. Deprem falan da olmadı. Neydi ya ulan bu?

Sözlerimin yanlış anlaşılması anksiyete gibi bir şeylere sebep oluyor bende, içim sıkışıyor resmen. Anlaşılmaksa muhteşem! Bunların ikisini de 1 saat arayla yaşadım da geçen akşam, oradan geldi aklıma :)

Lan ne biçim oldu bu yazı?! Çok somut, gurbetçi mektubu gibi. Hiç tarzım değil!
Neyse, bu da böyle olsun.

13 Şubat 2016 Cumartesi

BAHTİYAR-2

Bahtiyar (Kerem Atabeyoğlu) mail atmış bana "Ortak Dostumuz Bahtiyar" subject'iyle...okumuş "Bahtiyar" yazımı ve pek çok güzel şey yazmış. Maili buraya alıntılardım ama bana özel yazılmış neticede, aşikare etmek olmaz.

Bir insan bu kadar mı mutlu olur? O kadar mutlu oldum, o kadar mutluyum. Sağ olsun, var olsun. 

10 Şubat 2016 Çarşamba

BAHTİYAR

Adı: Bahtiyar.
Ahmet Kaya şarkısı değil, Sultan Makamı karakteri. Nedense geldi işte aklıma. Kerem Atabeyoğlu’nun muazzam bir oyunculukla hayat verdiği oldukça üç boyutlu bir karakterdir.

“Üzüntü denizlerinin canavarı” der bi yerde Eko dalga geçmek için kendisine. “Bahtiyar üzülmek için gene kendisine bir şey bulmuş”tur. Adıyla fena halde ironi içindedir bütün her şeyi.

Hayat, Bahtiyar’ın bir türlü erişemediği bir türden akar hep, etkisizdir. İnsanlar, olaylar, haller, durumlar hep onun istemediği gibidir. Sesi yüksektir, ne isteyip ne istemediğini çok net söyler ama dediğinin tam tersinin olmasına da bir türlü engel olamaz. İşsizdir, daima meteliğe kurşun atar, etkisizliğinin mühim sebepleri bu özelliğinde (özelliksizliğinde) gizlidir.

En öz lisanı şiddettir. Düz adamdır, bir sorunun çözümüne dair aklına ilk gelen şey hep “adamı” dövmektir. Ama sadece erkek olanlarını…kadınlara karşı gösterişsiz, renksiz ama çok belirgin bir şefkati vardır. Böyle kalıplı bir “kazma”nın içine yerleştirilmiş bu şövalye ruh nedense sakil durmaz. Karısı vardır, Işıl, Bahtiyar’ın devasa cüssesine inat minnacık bir kadındır. Bahtiyar’ın karısını dışı sert, içi jel sevme şekli bambaşkadır. O minnacık kadının kendisini diriltme gücüne dair söylediği pek güzel bir replik vardı ama…arayıp bulmak gerek. Arar bulursam eklerim buraya.

Hep “yırtmak”tan bahseder. Bu yırtmaya dair öngördüğü yöntemse “bi seferlik kirlenmek”tir. Bir sefer çalacak, kirlenecek, ondan sonra “beyler gibi, paşalar gibi” tertemiz bir hayat yaşayacaktır. Hayatın bir köşesinde onun için hazırlanmış güpgüzel ve tertemiz yılların olduğuna dair inancı ölmez bir türlü. Bir şey olacaktır ve bütün güzel şeyler o şey olduktan sonra olacaktır  ama nedense olmaz bir türlü o canına yandığımın şeyi. Uzun (çalışmaklı) yolları da düşünür tabi. Denemeler, projeler hep onun işidir. Necati Abi’yle (ki Necati Abi de hakkında uzuuun bir yazı yazılası fevkalade mühim-mümtaz bir şahsiyettir.) giriştiği şu diyalog bu uzun ama garantili yola dair güzel fikir verir:

Bahtiyar: Bir de acil iş bulmam lazım abi. Öyle Palyaço Refik'le falan olacak iş değil bu.
Necati Abi: İyi ya, yarın bakarsın bir şeyler.
Bahtiyar: Öyle yapıcam. gidip bütün dükkanları tek tek dolaşıcam. Tek tek kafamı sokup "adam lazım mı abi?" diyicem... Bu da, zoruma gidiyor be abi!
Necati Abi: Neden? Nerelerine yakıştıramıyorsun? Bak oğlum, ben de senin gibiydim. Bir gün baktım, kendimi ciddiye almaktan kaskatı kesileceğim. Hiç bir şey değilim ama, kıl aldırmıyorum burnumdan. Bedelini ödedik tabi. Nerene zor geliyorsa, kes at oralarını Bahtiyar. Devekuşu çiftliğiymiş, taksi filosuymuş... mazeret bile değil. Yalan bunlar!
Bahtiyar: Necati Abi ben...
Necati Abi: Makul bir sayfa aç oğlum. makul, alçak gönüllü bir sayfa. Önemli olan da bu. Hiçbir vasfın yok, hem de incilerin dökülmesin istiyorsun. O deve kuşları bile güler buna.
Bahtiyar: O kadar mı be Necati Abi?
Necati Abi: Biraz ağır kaçtı ama, o kadar..

Bir türlü açılamaz tabi o makul sayfa, dediği şekilde iş arar gerçekten ama bulamaz…güzelim Bahtiyar pek çok yürek ezikliğiyle döner yine akşam mahalleye…mağlup ve  üzgün. İş ararken bir arzuhalcinin daktilo yazmasına bakarak Bahtiyar’ın tedavülden kaldırılmasına ilişkin kendi kendine söylediklerini de yazasım var ama…arar bulur yazarım onu da inşallah.

Nereden geldi sabah sabah aklıma bu üzüntü denizlerinin canavarı şahsiyet, bilmiyorum. Kendime benzettiğimden hatta onda kendimi bulduğumdan olabilir. Olmayabilir de. Ama çok severim bu karakteri, net. Onu sevmem kendimi sevmemden midir ki acaba? Fikrim dahi yok.

4 Şubat 2016 Perşembe

HİSSİKABLELVUKU - LALETTAYİN - AMİYANE TABİRLE

5-6 yıl evvelisi... O sıralar sıkça görüştüğüm biriyle konuşurken içinde “hissikablelvuku” geçen bir cümle kurmuştum.  Gülerek “o ne be?” diye sorup ben anlamını açıkladıktan sonra kendisi de heves etmişti yeri geldiğinde bu kelimeyi kullanmaya…fakat bir sorun vardı, kelimeyi hatırlayamıyordu bir türlü, telaffuzda da zorlanıyordu. Tam kendine göre bir çözüm buldu sonradan bu probleme, “hebelük” diye isim taktı bu anlı şanlı kelimeye, o “hebelük” deyince ne demek istediğini anlıyordum artık ve her seferinde gülüyorduk.
Çook sonradan Marlyn Monroe gibi bir yıldıza dönüştürüldü bu kelime bir kelime şirketi tarafından. (Bazı kelimeler güzeldir A.Ş.) Hoş oldu, güzel oldu, kelimenin aslını zaten hep sevmişimdir fakat rast geldiğimde hala “hebelük” diye okuyorum bazen ben bu kelimeyi. :)

“Lalettayin” vardır bir de, onu da hep sevmişimdir. Kelimeyi uzuuun bir zaman boyunca tek bir kişiden duydum sadece, babamdan. Fakat o “lanetaym” derdi, ben de bu kelime böyle sanırdım. Böyle İngilizce gibi bişi, zamanla ilgisi var falan sanki…ama kullanış şeklinden “gelişigüzel” demek olduğunu çözmüşlüğüm taa çocukluğumdadır, zaman maman yoktu yani işin içinde, gelişigüzel demekti bu kelime ve kötü bir şeydi. Kötüydü çünkü her işin düzgün yapılması gerekliliği konusunda sağlam bir hassasiyet geliştirmiş olan babam için “lanetaym” yapılan işler kötü işlerdi. Ben severdim ama, kelimeyi de anlamını da…hala böyleyim.

Bir de toplantılarda falan gülmemek için kendimi çok zor tuttuğum bir kelime vardı, daha doğrusu ifade. Patronumun kullanmayı pek sevdiği ve sık kullandığı bir ifade: amiyane tabirle.
“Kaba söylenişle” gibi bir manası var bu ifadenin ve komik falan da değil hiç. Komiklik başka yerdeydi, patronum yanlış anlamıştı bu ifadeyi. Gayet donanımlı ve ağzı süper iyi laf yapan patronum nasıl becerdiyse “abiyane tabirle” şeklinde anlamıştı bu ifadeyi ve anladığı anlamda kullanıyordu. Yani “abice bir söyleyişle, abican bir tavırla” manasında. Eleştireceği zaman cümlenin başına “ben senin abinim bak” manasında “abiyane tabirle” diye bu uyduruk ifadeyi koyar sonra büyük bir ciddiyetle eleştiriye başlardı. Bense gülmemek için dudaklarımı ısırırdım.
Benim gibi bu tarz hataları düzeltmeye son derece meyyal bir redaktör ruh onca zaman neden düzeltmedi patronunu? Bilmiyorum. Patronum olduğundan falan değil, beni hem çok severdi hem de dandun konuşabilirdim kendisiyle, bu yanlışı düzeltmeme sebebim korku değildir kesinlikle. Hayallerini yıkmak istemiyordum sanırım, ben onu bir kez düzeltirsem o artık hiç kimseye “abiyane” nasihatler edemeyecekti. İyi ki de düzeltmemişim.

Sonradan ek: Şu “abiyane tabir” meselesi...o çok sevdiğim “Bana hakikati değil muradını ver. Olmak istediğin gibi görün olduğun gibi değil. Çünkü her yalan bir yaratış.” sözüne acayip cuk oturuyor. Adamın muradı “abiyane” telkinlerde bulunmaktı ve ben o muradı “amiyane” hakikatlerle bozmamışım düzeltmeyerek. Hülyasını lekelememişim. Dahası bir yanlış anlamadan dolayı uydurduğu “abiyane”lik müessesesi de “her yalan bir yaratış” cümlesine cuk oturuyor. Demek ki Hüseyin’lik yapmadığımda daha mutlu edici olabiliyorum :)

Sonradan ek 2: İstatistik.
Kelimeye karşı fetişim yok da anım var. Hayatımın kahkahayı patlatmamak için kendimi ennn çok sıktığım anlarından birinin müsebbibidir bu kelime.
Sene bilmem kaç…iş görüşmesi yapıyorum. Alacağım adam da makineci, örme makinesine bakacak, beden işçisi yani. Ama öyle bir entel dantel kasıntılarda ki görüşme yaptığım işçi, Mustafa Yolaşan gibi konuşma telaşında benimle. İncelmekten kopacak neredeyse ama giymeye çabaladığı gömlek de kendisine hiç uygun değil. Alengirli kelimeler kullanmaya çalışıyor, yanlış yerlerde kullanıyor ama yanlışın farkında olmadığı için mahcup da olmuyor. Bu halleri de bende göstermediğim bir gülümse yaratıyor ama bozmuyorum, gayet ciddiyim…ciddiydim yani, taa ki “yalan söylemek benim istatistiklerime uymaz.” cümlesini yumurtlayana kadar.Gariban “yalan söylemek bana yakışmaz.” cümlesini yeterince tumturaklı bulmadığı için “istatistik” kelimesini kullanarak gözlerimi kamaştırmayı hedeflemişti sadece aslında... ama o cümleden sonra görüşmeye devam edemedim artık. Hızlıca bitirdim, acilen yolladım ve kendi kendime gülmeye başladım odada.
İşe? Almadım tabi ki, öteki işçilerin ahlakını bozardı. :)


Sonradan ek 3: Bu kelimeleri de severim, bazılarının sesini, bazılarını nedensiz. Aklıma şimdilik bunlar geldi, gene gelirse gene yazarım:
Meyyal, beyaban, filhakika, requiem, tahayyül, muhayyel, muhayyile, dilemma, meyus, fresh, dıngıl, saba, müspet, bakiye, hamuş, temayül, mütemayil, bibedel, gıllıgışlı, süfli, münasip, beyhude, münzevi, neva, bineva, mutmain, müştemilat, müdrik, aguş, nigah, değirmi, rücu, ruhsar, didar, dildar, bilmukabele, bilakis, amenna, ruberu. 

2 Şubat 2016 Salı

AAZINA ETTİĞİMİN KAPISI!

“Karanlık. Harcanmak istiyorum. Hiç böyle hissettin mi?”

Bir roman cümlesi yahut replik değil. Dize de değil. İlgi arsızı hüzün simsarı sahte kalemşörlerin edebiyat olsun diye yumurtladıkları ucuzluklardan da değil.
Bir sms mesajı sadece. Whatsap yoktu o zamanlar…

Whatsap yoktu ama alkol vardı, hafif alkollü ama ağır kahır hallerdi. Mesajı alır almaz kuş gibi çırpınmaya başladığımı hatırlıyorum, mesajın ne demek istediğini anlamadığım halde... O anda çabam anlamaya yönelik de olamazdı çünkü bilmem kaç günlük bir sessizliği bozan bu mesajın müellifi alkollü şahıs, bir yandan da araba kullanıyordu, telaşlanmıştım. Ama mesajı anlamak için hayli zamanım oldu sonradan, anladığım zamanlarım da oldu.

Edebiyat kelimelerden ibaret değildir ve gerçek edebiyatla tanışmışlığım, konuşmuşluğum, başka pek çok şey yapmışlığım vardır. Edebiyatın hiiç de öyle edebi tavırlar-tripler içinde olmadığını biliyor oluşum da bundandır. 
Ve...beni hayatımda kimse istememiştir bu çılgın edebiyatın istediği kadar.

Bu mesaj bir lanetin giriş kapısıdır benim için yıllardır. O kapı ki ne zaman düşsem hep önüne düştüğüm bir çeşit sıladır , beynimin lanet mesaisi, aklımın anlama vardiyasıdır. İçimde gezdirip durduğum bir odaya açılan ama bana açılmayan bir kapı. Bi çeşit insanın kendine hasreti…

Ve gecikmiş cevaplar:
Karanlık? Evet. Harcanmak? Tabi ki. Hiç böyle hissettin mi? Evet.
Peki kendini özledin mi? Çok.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...