23 Şubat 2016 Salı

EN ÖZ LİSANIMIZ: ŞUURSUZCA

 “Hak-i payine yetem der ömrlerdir muttasıl, 
Başını taştan taşa vurup gezer avare su”
Fuzuli’nin Su Kasidesi’nden bu beyit. Bununla ilgili bir şeyler yazacağım ama öncesinde biraz dolaşacağım.

Şu sürekli toplu halde uçan sinek gibi böcekler bir iddiaya göre vakitsiz ölmüş birinin parçalarıymış. Hep bir arada uçmaları aslında bütünlüğü sağlayabilmek, daha doğrusu bütünmüş gibi hissedebilmek içinmiş. Acı çekiyormuş o böcekler bütünlüksüzlükten dolayı. Sultan Makamı'ndan bunlar.

İki sebepten saçmadır bu iddia.

İlki, asıl böceğin insanın kendisi oluşudur. Yani o tek böcek kadar bütünlükten uzaktır insan. Kainattaki şu dolanmamız o böceğin şuursuzca uçup durmasından başka hiçbir şeydir. Şu meşhur cennetten kovulma meselesi işte. Parçanın parçası da parçadır, biri ötekinden daha küçük diye farklı bir bakış muamelesine tabi tutulamaz.

İkinci sebep; “vakitsiz ölüm” tarifinin saçmalığıdır. Kime göre vakitsiz? Japonya’da ortalama seksen küsur yıl iken hala Afrika’nın bir çok ülkesinde kırk küsur yıl olan “ortalama insan ömrü” baz alınarak yapılmış nisbi bir tariftir bu. Bunun vakitlisi ne kadar ki? Kaça olur, kaçta anlaşırız?
Vakitsizliği böyle yaşsal nicelikte değil de yapılacak işlerin yapılmış olup olmamasında aramak da mümkün. Buradan da bir şey çıkmaz, makul bir vakitlilik tarifine buradan da ulaşamayız. Çünkü yapılacak işler bitmez. Hem yapılacak işler listesini belirleyen kim ki? Adam asıl yapması gerekenleri kendi şahsi listesine dahil etmemiş olabilir.

Deli saçması bir iddiayı çürütmek için yapılmış açıklamalar da deli saçması olmaya mahkumdur biliyorum…ama bu açıklamalar derdimi anlatabilmek noktasında işime yarıyor. Şöyle ki; “vakitsiz ölüm” kısmı saçma tamam ama bir aradaymış, bütünmüş gibi hissedebilmek için birbirine yakın uçan böcekler meselesi çok mühim. Bu böcekler biz vakitsiz ölünce falan değil biz yaşarken uçanlardır…

Nereye uçuyor peki bunlar? Aradıkları sanki o taraftaymış gibi büyük bir kararlılıkla bi tarafa doğru uçar bunlar, sonra birden döner geri uçmaya başlarlar. Sonra sağa, biraz kuzeye, yukarı, aşağı…yaptıkları şey aslında çok da büyük olmayan bir metrekarede şuursuzca dolanıp durmaktır. Onları dışarıdan izleyen biri bu şuursuzluğa, amaçsızlığa, dahası kaybolmuşluğa kolayca şahadet edebilir ama o böcekler asla kabul etmezler…kaybolduklarını. Domuzlamasına da kararlı ve inatçıdırlar.

Pülverize olmuş su dahi tekrar bir araya gelip damlayı oluşturabilir, o damlalar bir araya gelip okyanusa dönüşebilir. Yani su parçalanabilen ama parçalanamayan bir şeydir. Diyor ki Fuzuli; su, sevgilin ayağının toprağına ulaşabilmek için sürekli olarak başını taştan taşa vurarak avare avare dolaşır. Ha su ha böcek...ha insan. Avarelik ortak hünerimiz. Ve bütünlükten uzaklığımız.

Dağlardan aşağı inen dereler, nehirler sonunda denize ulaşır. Parça sonunda bütüne dahil olup bütün olur.

Mühim bir ayrıntı:
İnsanın insana duyduğu aşkın bir sonunun olmaya mahkumluğunun sebebi, iki parçanın bir araya gelmesinin bütünü oluşturmaktaki yetersizliğidir. Okyanusa ulaşmadıkça dinmez damlanın hasreti, iki damla su ise bir okyanus etmez. Ama iki damlanın bir okyanus edebileceği sanrısı insanın en tabi sanrısıdır. Etmediğini anlaması zaman alır, o zaman dolunca da "aşk bitti" denir. Halbuki "ölen hayvan olur, aşıklar ölmez" di mi? :) Yunus'un buradaki kastı tabi ki okyanustur, ilahi aşktır.

Suyu hareket ettiren güç, yer çekimidir. Suyun hareket etme sebebi okyanusa ulaşmaktır. Yolu dolaşıktır, yönü değişkendir ama asli hedefi hiç değişmez: bütün olmak.
Yer çekimi aşktır. Eski adı daha güzeldi bunun, aşka daha uygundu çünkü. “Cazibe-i arz” derdi eskiler şimdi yer çekimi dediğimize.

Şu dediklerim tasavvufun özüdür. Felsefenin neden hiç bitmeyecek bir şey olduğunun da cevabıdır. Tasavvuf, felsefenin bittiği yerde başlar.

Velhasılı…biz bütünün hasretiyle yanan şuursuz parçalar… küçük metrekarelerimizde büyük bir ciddiyet ve kararlılıkla amaçsızca dolaşırken…içimize aşkın düştüğünü söyleyenler olur. İnanmayın, yalandır. Çünkü aşk içimizde değil, biz aşkın içindeyiz.


Not: Su metaforu mühim. Zor anlayanlar için tane tane karşılık yazasım var:

Kural: parçanın en temel eğilimi koptuğu bütüne tekrar kavuşmaktır. Sılayı özleyen gurbetçi gibi.

Deniz: Bütün,
Suyun deniz yüzeyinden buharlaşarak gökyüzüne yükselmesi: Ruhun ait olduğu bütünden kopması, ayrılık. Bu ayrılığın yer çekiminin hilafına oluşu mühim,
Damla: insan,
Yağmur damlasının bir dağ başına düşmesi: Doğum, dünyaya düşme,
Yer çekimi: Aşk,
Damlanın yer çekiminin emrinde başka damlalarla birleşip, giderek büyük akarsulara dönüşerek sonunda denize dökülmesi: Ömür.
Denize dökülme: Ölüm. (Mevlana "şeb-i arus" diyor.) 


Son söz: tabi ki aşkın içindeyiz çünkü yer çekimine tabiyiz. Kainatta ama az ama çok her yerde muhakkak bir çekim var. Aşk her yerde ve biz ona tabiyiz.


Sonradan not: Bu yazı eksik. Şurada tamamladım:
http://efervesanbalik.blogspot.com.tr/2016/02/en-oz-lisanimiz-suursuzca-2.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...