31 Temmuz 2017 Pazartesi

PİS MAHLUK

“Özlemek özlenmek istemektir”…miş. Oruç Aruouba böyle buyurmuş. O öyle dediyse öyledir, amenna.

İçinde kocaman bir oyuk bırakan özlenenin içindeki bir oyuk olmak istiyor demek ki özleyen.

Derya Alabora’nın Masumiyet’te “ne pis bir mahluk be şu insan” demesi boşa değil, canı yanarken bile can yakmak isteyen bencil-pis bir mahluk şu insan.
Var olmak istiyor, bilinmek istiyor, yetmiyor etkili olmak istiyor.  En temiz aşklı işlerde bile kendini dayatmadan duramıyor.

“Öleyim de iyice özlesinler” diye öleni bile var, böyle bir ümitle ölüyor adam. Ama tabi ölümün başka sebepleri de var, “kuşpalazı, boğmaca, karaçiçek, sıtma, yürek enfarktı, kanser filan.”
Ölmek istemeyenler de ölüyor yani ki konu bu değil.

Demek istediğim…egomuz her işimize bulaşık. Tertemiz özleyemiyoruz bile, özlemi özlenme isteğine bulaştırmadan özleyemiyoruz.
Kendimizi aradan çıkartamıyoruz, çakma bir dünyadaki çakma tanrı gibiyiz… halbuki ayağımızı ıslatan şu su sonsuza dairdir, görsek göreceğiz, göremiyoruz.
Egomuz önümüze çekilmiş duvar gibi, hakikat onun arkasında, göremiyoruz.
Ve tüm bunlar sonsuz bir aşkın içinde, onu da göremiyoruz. 
Bütün manzarası yandaki apartmanın duvarı olan bahtsız apartman sakini gibiyiz işte, balkonumuz olsa ne olur ki, göremiyoruz.

Hakikaten yahu; ne pis mahluk şu insan!


Özlem için not:
Ey gönül, madenin ne kadar yufka!
Yeter ağlamana bir kuş ötüşü.

Necip Fazıl

26 Temmuz 2017 Çarşamba

ASIL

“Kimin şair olacağına kadınlar karar verir”miş.
Kim uydurmuş bilmiyorum da biri böyle bir şey yazmış bir yere, gördüm ben de az önce, böyleymiş.

Hiç de öyle değil, hakikate teğeti bile yok şu sözün.
Lohusa sendromu gibi bir sanrı bu, kadın “ben yaptım” sanıyor, kafası karışıyor ama o şiiri o adamın içine bir koyan var!..di mi?
Adam beyhude yere mi “güzelliğin on par’etmez, bu bendeki aşk olmasa” dedi yani şimdi?

Aklıma ilk gelen “peki bunca boktan şairin bunca sevgilisinin günahı ne” sorusu idi ama bunu mevzu etmeye değmez :)

Sene taa bilmem kaç, kitapçıda avare avare bakınıyorum, Attila İlhan’ın biyografik fotoğraf albümü diye bir kitap gördüm, yeni çıkmış, hemmen atladım üzerine, ne yapmam gerektiğini  biri sufle vermiş gibi sayfalarını karıştırmaya başladım, Suna Su’nun fotoğrafını arıyordum….
Hep merak etmiştim: bu şiirlerin muhatabı kadın nasıl biridir, kime yazılmış olabilir bu şiirler, hangi güzellik yazdırmış bunları bu adama? 
Evet Zehra da var, Sabiha da var ama ille de Suna Su yani, onu çok pis merak ediyordum.
Buldum da, tam sayfa fotoğrafı vardı. Allah için çok güzel kadınmış, öyle böyle güzel değilmiş hem de!

Ama şurası da bir gerçek ki hiçbir güzellik o şiirleri hak edemez, yok yani öyle biri, olamaz. Olan şey Attila İlhan’ın “imgelem kumaşından fazlasıyla ebruli, iyice rahşan bir afet biçmesi”nden başka bir şey değildir, daha da şairce bir söyleyişle Nedim’in “Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim, bir peri-suret görünmüş, bir hayal olmuş sana” demesidir olan şey tam olarak.

Adam zaten aşıktır da kadın üstüne gelmiş bulunur.

Olan şey…birinin içindeki yüksek şiddetle-gürültüyle yanan ateşe bir muhatap aramasıdır sadece, arayan bulur, bulursun bulmasına da…sonsuzun o bulduğunun içinde olmadığını anlaman ne kadar sürer ki?

ne vakit bir yaşamak düşünsem
sus deyip adınla başlıyorum
içim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
hayır başka türlü olmayacak
ben sana mecburum bilemezsin

Aşk bir baş etme yöntemidir, hiçbir kurala boyun eğmez, otoriteye asla sırnaşmaz… aşk hayatla en müdanasız tarafından bir baş etme yöntemidir. O aşka muhatap tutulan da “bana yapılıyor” sanır... halt etmişsin sen, komiktir yani başka bir şey değil.

Dediğim gibi; o şiiri oraya bir koyan var.

20 Temmuz 2017 Perşembe

NE BEKLİYORDUN Kİ?

Hayat Sefiller romanı gibi değil, The Vire dizisi gibi…

Romantizm-realizm arasındaki tercihimi her zaman realizmden yana kullanmış olmam objektifliğime halel getirmez çünkü salt bir zevk meselesi değildir bu, anlama formatıdır… ki romantizm hakikate parazit yapıp duran bir şey olduğu için sürekli yanlış anlarız bir şeyleri. (Romantizmden kastım mumlar, ay ışığı filan değil, edebi akım olan romantizmi kastediyorum, eski bir tarihte yazı yazmıştım bununla ilgili, oldukça da uzun bir yazıydı)

Bir ay önce şu cümleyi yazmışım bloga:
Bizler sonlu bir dünyaya sonsuzu sığdıramamanın muzdaribiyiz.

Yazdığımdan beri sorti yapıp duruyor beynime bu cümle, üzerine bir şeyler, pek çok şeyler inşa etmem gerekiyormuş sanki gibi bir his…şimdilik bina yok ama kuluçka kesin!

Her gün etrafımızda gerçekleşen ihtimallerin hep en olası olanlar olduğunu inkar edip (kuantum işleri) küçük ihtimallere dair hayaller kurmak çok insani bir sanrıdır ki aslında bir baş etme yöntemidir bu sanrı. Enerji düzeyimiz arzu edilenin hep altında olduğu için böyle sanrılardan-inkarlardan-yalanlardan beslenmek zorundayız. Hakikatlerse enerji vermez bilakis sömürür, “bana hakikati değil muradını ver, olmak istediğin gibi görün olduğun gibi değil, çünkü her yalan bir yaratış” meselesi işte…
Hal böyle olunca dört başı mamur hayatlar, tatlı intikamlar, cuk oturmalar en tabi enerji kaynaklarımız oluyor. E güzel…ama sorun var; ya suratsız bir gerçekle tuz buz olur her seferinde o hayallerimiz ya da zihin doz aşımına uğradığı için bize enerji veren o hayal artık enerji vermez olur. Pil gibi işte, enerji veriyor bir müddet ama sonra ya kırılıyor ya da bitiyor …kıçı kırık bir pilden ne bekliyordun ki, ebedibillah seni çevirmesini değil herhalde?

“Yalan balonlarımızı gerçeğin sivri iğnelerinden iyi korumalıyız” mealinde bir cümle yazmıştım eski bir yazıya, dediğim tam da budur. Ya inkar yeteneğin çok güçlü olacak ya da gerçeklerinle yalanlarını mümkün olduğunca paralel hale getireceksin.
Paralellik teorik bir fikirdir, pratikte var olamaz, bu sebepten bir baş etme yöntemi olarak inkar herkese lazım bir şeydir.

Herkese lazımdır fakat çok kullanılınca boku çıkar, o sebepten gerçek iğnelerinin yalan balonlarına denk gelmesini engelleyecek tedbirler almak lazımdır.
Uzmanlar “başarı” diyor bu tedbirlere, yalandır, başarılı olmamızı efendilerimize daha iyi hizmet edelim diye istiyorlar, ne kadar çok terfi alırsak, ne kadar çok ev-araba taksidine girersek efendilerimiz o kadar çok para kazanıyor çünkü.
Herkesin bir şahsi lugatı vardır, uzmanların bir şeye ne isim verdiği önemlidir elbette ama asıl önemli olan o şeyin senin lugatındaki karşılığıdır. Şahsi lugatındaki tarifler ne kadar hayatın akışına paralelse, gerçeklerinle yalanların da o derece paraleldir. Yani gerçeklerinle yalanların mümkün olduğunca aynı yöne gitmelidir ki birbirini kesmesinler, kesiştiklerinde kazanan da hep gerçek olur, iğneye bir şey olmaz, balon patlar.

İşte böyle hayal kırıklıkları (iğne-balon kazaları) insanın burnunu hep aynı soruya toslatır: Ne bekliyordun ki?

En çok da “kafi” kelimesini doğru tarif etmek önemlidir. Balıklar mesela, tokluk hissine sahip olmadıkları için doymayı bilmezler, bütün balıklar aç ölür.

Hep “ne bekliyordun”a toslarız ama bizi  yanlışın başladığı yere götürecek soru “ne beklemeliydin”dir.  Lakin bu soruyu geçip “ne bekliyordun”a geldinizse ilk soru artık önemini yitirmiştir, badel harabül Basra yani… Beri yandan faturasını ödediğin dersi alabilmen için yani bugün değil ama gelecek için “ne beklemeliydin” sorusu da her daim önemlidir tabi.

İlhan Berk’in o muhteşem “sualler tanzim edilir yaşamaya dair, sorulmaz” dizesi tam da şu dediklerimdir. Sualler tanzim edilir ama sorulmazlar çünkü cevapların hoşa gitmeme ihtimali yüksektir, sorulmamış her soru gerçekten yalana doğru bir adım daha kaymadır, yalan balonunun biraz daha şişmesidir, sorulmamış sorular listesini fazla kabartmamak lazımdır bu yüzden.

Hatalar yapabilirsin ama hatalarından ders çıkartmalı ve tekrarlamamalısın filan…doğru fakat ağır sıkıcı-didaktik laflar bunlar…üstelik bu lafların hepsi egoyla ilgili.

Sadece hakikat-yalan denklemini güzel kurmuş insanlar akışta kalabilir, bu akışta kalmanın kodu da “eyvallah”tır.

Dünyadaki “ruhu  egodan ibaret, eyvallaha uzak insan” oranı giderek arttığı için doğrudan egoyu ilgilendiren mevzular da, şu başarı koçluğu işleri de giderek daha çok önem kazanacak ama…bir de kalp var yahu!
Kalp şu dediklerimin hiçbirini sallamaz, sonlu bir dünyada oluşumuz onun sonsuza akışını zerre sekteye uğratamaz, kitabı başkadır onun, çok başka bir dilden konuşur.

Evet egomuzla hayatta kalırız ama dünya kalbimizin yüzü suyu hürmetine dönüyor, kalbimizin yüzü suyu hürmetine varız biz.

Ve bizler sadece kalbimizin bildiği sonsuzu egomuza aratacak kadar da gafiliz, burnumuzun boktan çıkmaması bundandır. 
A101 raflarında aşk aramak gibidir yani şu.. bok bulursun :p

Ne bekliyordun ki?

4 Temmuz 2017 Salı

NASİPLİ GEDALARLA NASİPSİZ HAŞERAT MESELESİ

Söyle sevda içinde türkümüzü,
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz,
Yaşamak bu kadar güzelken?

Şöyle bir şey var akşamdan beri beni esir alan:

İnsanda koynuna girip uyuma isteği yaratan bu şarkıdan haberdar olmam yeni değil, 1-1,5 senesi var, o zaman da böyle öksesine tutulmuştum, adeta içine düşmüştüm, içime düşmüştü. O gün bana ilk dinleten "ben kendimi kurtaramıyorum bundan" diyerek dinletmişti, aynı ben gibi öksedeydi o da. Sonra unutmuşum her nasılsa, dün akşam bir başka birisi hatırlattı, eski bir dostu kucaklar gibi kucakladım ben de.
Salome ile Foti'nin hikayesini anlatıyor şarkı, eğer Salome ağlarsa Foti'nin kalbi ilk kez yanacakmış...bir kağıt parçası gibi yanacakmış. Öyleymiş.

Birinin iddiasına göre bu şarkıyı yapan kişi şöyle diyesiymiş bu şarkı için:
Ey soylu insanoğlu;
Şu hayatta tok gözüküp de aç ölen tek canlı sensin sanırım. Acılarınızdan beslenin bi zahmet, sizi ömrü billah tok tutar biliyorum. Acınız yoksa bile bu şarkıyı dinleyerek edinebilirsiniz, size sadakam olsun.

Bu sözler kime aittir bilmiyorum ancak yakıştırma o kadar yerinde, tarif o kadar rafine ve zarif ki yüksek hayranlık duydum yazarına.

Bunu daha önce de yazmıştım: insan olmanın ölçüsü empatidir ve bu hesapla acıyı hissedebildiğiniz kadar insansınız...demiştim. "Mutluluk denen haz, etkisi geçici uyuşturucudan başka bir şey değildir" diye eklemiş de olabilirim, hatırlamıyorum.
Bir düstur daha:
İnsanlığımızı hissedebildiğimiz ölçüde hissedebiliyoruz varlığı-yaşamı.
Yani varlığı hissetmenin, yaşamayı hissetmenin yöntemi mutluluk denen esrarlı sigaraya abanmak değil acıyla tanış olmak, övür olmak.
Bunca hüzünlü şarkıyı, şiiri, romanı, filmi boşuna üretmediler, boşuna değildir onları bunca sevmemiz, önümüze düşen sadakadır onlar, toplayıp toplayıp varlığı hissediyoruz, insan oluyoruz. Eyvalllah.

Şiirdeki "Neden herkes güzel olmaz yaşamak bu kadar güzelken" sorusunun yanıtı:
Çünkü herkes acıyı hissedemez, aramızda yaşamı hissetmeyenler var ki onlar yaşayan ölülerdir, aramızda hayatta olmayanlar var...ve ölüler ölemez!

İnsan, dallarla, bulutlarla bir,
Ayrı maviliklerden geçmiştir
İnsan nasıl ölebilir,
Yaşamak bu kadar güzelken?

Cevap:
Ölüler ölemez, dirilerse bu yaşamaktan nasibini tamamlayınca bir başka yaşamaya yelken açar. O sebepten ölebiliyoruz yaşamak bu kadar güzelken. 
Ne mutlu bu dünyaya hatırı sayılır bir nasiple veda edenlere, insan olarak gidenlere, ne mutlu tok ölenlere...

Asıl diyeceğimi şimdi diyorum:
Yaşama sevinci diye adlandırdığımız şey aslında yaşamı hissetmekten başka bir şey değildir...ama bize yaşadığımızı hissettiren şeyler üzerimizde sevinçmiş gibi durmaz, idrak etmemizi zorlaştıran da o sevinç gibi durmama hali zaten.
Şekille açıklayabilirim bunu...
Şu şarkının içine girmeyi başararak dinlerseniz hem gözlerinize yoğun bir hüzün çöker hem de gülümsersiniz. İşte sevinçmiş gibi görünmeyen ama aslında sevinç olan şey tam da yüzünüzdeki o ifadedir.

Not: Şiir, Fazıl Hüsnü Dağlarca'nındır.

Not 2: Geçen yazı gibi bitsin bu da, not kısmına azıcık Necil Fazıl koyayım:
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...