28 Aralık 2011 Çarşamba

BİRKAÇ FOTO - 2

Yenilerini üretemiyorum madem (geçici olarak) eskilerden bir şeyler paylaşayım da...fotoğrafik bişiler yapmış olayım bari:)
Araya bi de Safiye Ayla koydum...dün akşamdan bu yana dinleyip duruyorum, dursun burda, uygundur.


SAFİYE AYLA - yaşlı gözlerimi kuruttum bu gece










27 Aralık 2011 Salı

MELANKOMİK NOTLAR - 15

Tutarlılık sevimsiz sebeplere dayandığında, tutarsızlık da sevimli sebeplere dayanmadığında sevimsiz oluyor. Sevim de izafi iyi mi!


Dün fark ettim ki 1.5 aydır deklanşöre basmamışım hiç! 5 yılın rekoru bu, hiç bu kadar uzak olmamıştım fotoğrafa...2012'de acısı çıkar...umarım!

Sabah az daha ofisi yakıyordum! Elektrik kaçması:p

Elektrik çok kaçmadı şükür de…Kompresör bozuldu! Vida grubu dağılmamıştır umarım! (inşallah)

Eski bir şarkı gibi hissediyorum son günlerde! Ama hangi şarkı bilemedim. (klasik türk musikisi)

Viva La Muerte’ye yeniden başladım. İkinci kez okuyacağım az sayıdaki kitaptan biri olacak. Özetini falan çıkartasım var onun! Ardından da “Empatinin Yitimi’ni yeniden okumayı planlıyorum…Yaşlanıyor muyum ne!

Ama Empatinin Yitimi hakikaten özeti çıkartılası! Okurken bi duvardan ötekine savurdu durdu beni! Neler demiyor ki…Her şeyi diyor.

Profesör : savı olan kişi.
Doktor : iyileştirici.
Profesör doktor : uzmanlık alanını iyileştirici savları olan kişi!
Bu kelimelerin kök anlamları bu şekilde.
Yani bu ünvanların öğrenci eğitmekle bir ilgisi yok, ona hocalık deniyor.
Yani bir şey (fikir, nesne vs.) icat etmeden, sav (teori, kuram vs.) üretmeden olunan profesör doktorluk kağıt üzerinde bir ünvandan başka bir şey değil…
Türkiye’deki profesörlerin kaçı gerçek anlamda profesör doktor acaba? % 1? Yok canım, nerde, yoktur o kadar! Bilimi camda görse taş atar cinsinden ne kadar çok “bilim adamı!”mız var!

Ustası geldi bakıyo şimdi, edindiğim intiba vida grubunun dağılmadığı şeklinde. Eğer öyleyse çok şükür.

Yüksek markalı yüksek doktorlar inanılmaz paralar kazanıyor. Kendileri inanıyordur ona şüphem yok da…gecenin geç vakitlerine kadar da hastanedeler. Ne aralık yiyorlar o kadar parayı yahu! Yiyemiyorlar tabi...Evet paragözler belki ama yaptıklar işi para için yapmıyorlar. Karşılarında çok küçük hissediyorsunuz.

Şikayet ederken ölüp gidecez bi gün, bir çoğumuzun son sözleri şikayet içerecek. Bkz. müşteki  ölenler.

Ne olur hayatın soruları bildiğim tek dilde (Türkçe) gelse de açık seçik anladığım soruya açık ve anlaşılır bir yanıt versem. Isı transferi sınavına kril alfabesiyle girmeye zorlanıyor gibiyim.

Bazen…çok fena oluyor di mi? evet.

Gururla kibir farklı şeylermiş gibi düşünülür ama aslında bir farkları yok ve her ikisinin kaynağı da özgüvensizlik, onay beklentisi , öz değersizlik hissi. (Sanki bunu daha önce yazmıştım, bilemedim şimdi bak!)
Ve bunların özsaygı ile ilgisi yok, “alçaldıkça yükselirsiniz.” dedikleri tam da böyle bir şey. Gözünü sevdiğimin Japonlar’ı ne süper çözmüştür bunu.

Yarışma seviş :p

21 Aralık 2011 Çarşamba

DEVRİLMEYE TERCİHLİ ROM KADEHİ YAHUT BOR MADENİ


“Kesinlikle öyle” sandığın bir şeyin öyle çıkmayışından çok daha kötü bir şey “kesinlikle öyle değil” dediğinin öyle çıkması…Şaşırma duygun böyle böyle zamanla yalama olsa bile seni şaşırtabilecek yanılmalar her daim vardır ve nöbettedir. "Kendini ne kadar sakınırsa sakınsın insan denen canlının içinde dostluk arzulayan nurlu bir kutu vardır" diyen Latife Tekin ne kadar da haklı, sistem çalışmaya tam da onun dediği yerden başlıyor. Arzulayan insan inanmaya meylediyor, inanmak da yanılgıların ve devamında belki de travmaların kapısını aralıyor. İnsan inanır çünkü inanmak ister, gözünün önündeki olumsuz gerçeği göremez çünkü görmek istemez…çünkü muradı “öyle olmadığı”ndadır.
"Hakikat zorbası"ysa öyle belalı öyle yapışkan bir yiğittir ki yedi kat yerin dibine saklansan seni bulup yumruğunu suratının ortasına patlatmadan rahat etmez, en çok kaçtığın da seni ilk bulan olur.

Yaşadığımız ilk travma doğum. Sadece korunaklı bir yeri terke zorlanmanın yarattığı ruhsal travmadan bahsetmiyorum, doğumun bebek üzerinde hatırı sayılır fiziksel travması da var. Sonra bizi bir türlü anlamayan, asıl ihtiyacımızı bir türlü belli edemediğimiz koruyucularımızın üzerimizde yarattığı travmayla tanışıyoruz ki o koruyucuların varlığı nasıl çok zaman dehşetse asıl dehşet yokluk ihtimalleri. Dilsiz ve çaresiz dönemler bitip de dillenince huzura eremiyoruz ne yazık ki çünkü bize dayatılmış anlamlarıyla kelimeler derdimizi anlatmaya hiçbir zaman yetmiyor, ses düzeyine indirgenmiş gerçeklikten çok daha başka türlü ve çok daha bütüncül bir gerçeklik içinde bulunuyor benliğimiz.  Sonunda adını bilmediğim birinin dediği gibi “sizin istediğiniz gibi olursam bana dokunamazsınız.” prensibine iltica edip başka biri olarak tutunmaya çalışıyoruz hayata…

Muhteşem uygarlığımızdaki en büyük suç kendin olmaktır! Aptal ve parlak kişisel gelişim kitaplarında bize “mutluluk” diye tarif edilen ödülü kapmak için kendimiz olmamaya zorlanıyoruz ve bir gün artık geri dönüp bulamayacağımız kadar uzaklaşmış oluyoruz “asıl kendimiz”den.  En büyük ödüller kendinden en çok uzaklaşmışlara gidiyor…görüntüde!

Bize insan olmanın ferahlığını yaşatan şey samimiyettir… ve yine aynı samimiyettir bize yanılgıların, güven kırıklıklarının kapısını açan. Bir samimiyet asla cezasız bırakılmaz muhteşem uygarlığımızda… En büyük hakaretlere en büyük cezalara maruz kalmamıza sebep hep samimiyetimizdir, kendimiz olmakta direnmemizdir.
Seni ruh hastası ilan eder bu sistem eğer lüzumundan fazla samimiysen. Samimiyetten pişman olmak da bir samimiyettir...ama unutmamalıdır ki ekmek hamurundan pasta olmaz!...

Bu bir tercih meselesidir…
Ya insan olmanın ferahlığından ayrı kalmamak için kendinle ters düşmeyi göze almazsın ve samimiyetinden ödün vermezsin ki bu insanın kendi içine yaptığı bir yatırım olduğu için bir bakış açısıyla bencilce hatta kibirli bir tercihtir…
Ya da bu yüce uygarlık senden ne istiyorsa verirsin... “Şeyler” alırsın karşılığında. Şeyler, yani arabalar, evler, mevkiler…onaylanmış ilişkiler, onaylanmış yuvalar, onaylanmış çocuklar, onaylanmış metresler...onaylanmış kirlenmeler, onaylanmış kendinden vazgeçmeler…itibarlar, iltifatlar alırsın…yeter ki samimi olup olmadığını göz ardı edebiliyor ol, en büyük iltifatı sen alırsın, en çok sen alkışlanırsın, en çok ilgiyi sen çekersin...
Sarhoşluğun ve sapkınlığın bile onay görebilir eğer sistem lüzum görürse, eğer doğru oynarsan.
Peki ya aşk? hayır, onaylanmış aşk alamazsın çünkü onun onay mercii yoktur, pazar gazetesi eklerinden, kadın dergilerinden falan takip edersin ancak aşkı... 
Meşrebine uygun olanı seçersin, tatmin diye yaşarsın.

Son bir şey…kendin olma lüksünde gözün varsa yekpare yalnızlığının farkında olmayı da göze almışsın demektir. Kaçmayı, inkar etmeyi reddetmişsin demektir.  Buna yüreği olan önden buyursun. Malum “herkesin bir kimsesi vardır, bir de kimsesizliği.”

"üşümüş gökte o yalnız bulut  
kendini hiç yerinde hissetmeyeceksin
keyif senin
istersen talihini billur akıntılarla bir tut
ellerini göğsüne kavuştur
doğu batı kuzey güney diyerek
koştur
bir üç ve beş istersen rom kadehleri gibi
nasıl ki unutulmuşsun
devril
ve bitir maceranı.”

19 Aralık 2011 Pazartesi

SEHVEN ŞİKEST

Vazgeçmenin ferahlığı kaybetmenin karanlığıyla birlikte hissediliyorsa olan şey aslında kaybolmanın tenhalığıdır. Güneş ufkun bir yerlerindedir ve her an doğabilirdir ama herkes göremeyebilir. Doğmayabilir de yani, kişiye göre değişken, izafidir yani…güneş bile.

Beri yandan her kaybettiğin kaybettiğin yerde bulunmayabilir. Bu durumu uzmanlar “bir yerin kaybedilen yer zannedilmesi” şeklinde açıklarlar. “O yer” aslında o yer değildir yani, bir yanlış yerdir o yer. Yürümüştür belki de kaybedilen…kaybedilenin yürümesi hadisesini de uzmanlar “zaman” diye açıklarlar.

Zamanlar doğru zamanlar, yanlış zamanlar diye ikiye ayrılır. “Kayıp zamanlar” vardır bir de ki uzmanlar bu konuda büyük ölçüde dilsizdir. Bir kısım uzman kaybın söz konusu olamayacağını, her şeyin, “her şey bir gereklilik arzeder paradigması”nda nefessizlikten boğulması lazım geldiğini savunurken bir başka kısım uzman “pişmanlık” kelimesinin lazım olmasa icat edilmeyecek bir kelime olduğunda hemfikirdir. Bu 2. kısım uzmanlara göre o arzedilen gereklilik lüzumsuz bir gerekliliktir, yani gereksizliktir, sıfırdır. Sıfır da çarpmada her şeyi yutar malum. Olan şeyin bir çarpma mı yoksa dokunma mı olduğu upuzun tartışmalara yol açarken  yutulan şeylere ne olduğuysa bambaşka çeşit bir takım uzmanların konusudur.


Sonra...akıp geçen zamanlar, niyeyse geçen zamanlar, boşa geçen zamanlar, makbule geçen zamanlar...sustum tamam.

Gidilecek  bir yer (en az bir yer) hep vardır. Gidilmekten vazgeçilen yerler için var olansa gitmeyişler ya da gidemeyişlerdir. Bazı uzmanlar buna “yazık” der. Bazıları da demez. Bazen de içinden çarpılır insan, içinde çarpılır.
"

"kırk dokuz kışını bir yol daha yaşasam
ubangi-şari’ye gitmeye kalkmam
margot’yu bıraktığım bulutlu akşam
camlar kar suyundan sırılsıklam
kulaklarımda notre-dame’ın çanları

sabahın tamtamlarıyla sarsılan sarhoşlar
beyoğlu’nda cam çerçeve bırakmamışlar
lokomotif hışmıyla bitiriverdiğim kışlar
sonradan nasıl bütün yıla yayılmışlar
çıkarıp aradan sonbaharı ilkbaharı"

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...