23 Şubat 2012 Perşembe

EKSİK SU

İnsanın hayattaki tek ve nihai arzusu bütün olmaktır.
İnsan bütünleşmek ister çünkü bütünleşince susar.
Bütün olmayı öğrenmek için dinlemesi ve konuşması gerekir ki dinledikçe dağılır, konuştukça daha da çok dağılır. Lanetli bir fasit dairedir bu. İnsan hayatındaki huzursuzlukların kaynağı da bu kötücül paradokstur.
Yalnızlığımıza bunca ağlamamız burdandır, yalnızlıktan böyle korkmamız bundandır.

Bu şiiri çok severim. Şairi de (Ziya Osman Saba) çok güzel bir adamdır.

SEBİL VE GÜVERCİNLER

Çözülen bir demetten indiler birer birer,
Bırak, yorgun başları bu taşlarda uyusun.
Tutuşmuş ruhlarına bir damla gözyaşı sun,
Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler...

Nihayetsiz çöllerin üstünden hep beraber
Geçerken bulmadılar ne bir ot ne bir yosun,
Ürkmeden su içsinler yavaşça, susun, susun!
Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler...

En son şarkılarını dağıtarak rüzgâra,
Beyaz boyunlarını uzattılar taslara...
Bir damla suya hasret gideceklermiş meğer.

Şimdi bomboş sebilden selviler bir şey sorar,
Hatırlatır uzayan dem çekişleri rüzgâr
Mermer basamaklarda uçuşur beyaz tüyler.

Şair “ürkmeden su içsinler yavaşça, susun, susun!” derken zannedilmesin ki konu hayvan sevgisidir. Değildir. O güzelim güvercinler sessizlik içinde, yavaşça sularını içerse şairin içinde de bir şeyler birbirine kavuşmuş olacak, kısa da olsa bir huşu zamanı  edinmiş olacaktır…içinde yaşamak için. Kısa bir müddet de olsa bir tam olma, tamam olma hissi-hali yaşanacaktır.
Yahya Kemal’in “leyl-i tarabda bir dahi mızrab uyanmasın” dediği haldir bu hal, dünyanın ve içinden bir türlü çıkamadığımız şu zamanın durduğu haldir.

En sevdiğim hayvan bu sevgili, bu canımın içi güvercinlerdir…ve bilirim nasıl su içtiklerini…ve anlıyorum şairi ben…

Sidharta’nın her şeyi akan nehirden öğrenen kayıkçısı geliyor bir de aklıma. Kayık kolay, kayıkçı da tamam…ama nehir yok. Çünkü bakmadığım bir yerden akıyor nehir, baktığım yerde yok.

22 Şubat 2012 Çarşamba

ERKEKLİK MESELESİ

Geçen haftadan bir haber. Aynen şöyle:

“48 yaşındaki Malcolm Jarvis iki kızı ve eşiyle birlikte nehir kıyısında yürüyüşe çıktı.

Bu sırada ailenin köpeği Bentley kazların peşine takılıp buz tutmuş nehrin üzerinde koşmaya başladı. Ancak buz kırılınca köpek kendini suda buldu. Sulara gömülmeye başlayan köpeğin yardımına ise sahibi yetişti.

-4 derece havada kıyafetlerini çıkaran Jarvis, buzda sürünerek köpeğinin sıkıştığı kırığa kadar ulaştı. Köpeğe ulaştığı sırada ikinci talihsizlik yaşandı ve Jarvis'i taşıyan buzlar da kırıldı.

Ancak suya düşen Jarvis, köpeği yakalayarak kıyıya çıkarmayı başardı. Kurtarma anı o sırada nehir kıyısında yürüyüş yapan Peter Lawson tarafından görüntülendi.”

Haberde ilgimi çeken şey içinde erkekliğin tarifinin saklı olmasıdır. O kadar ki “erkeklik nedir?” diye bir ders olsa o derste örnek olarak gösterilebileceğini söyleyebilirim.

Aile güzel güzel gezerken birden aileden saydıkları köpek aptalca bir kararla (köpek işte neticede) kendi hayatını tehlikeye atıyor ve kendisinde aile bütünlüğünü sağlama sorumluluğu gören baba -4 derecede soyunuyor, buzlar üzerinde emekliyor ve ailesini muhtemel bir travmadan kurtarıyor. Adam ailesinin huzurunun bozulmasını engelliyor bir başka bakış açısıyla.
Adamın kısa macerasında  fiziksel güç, dayanıklılık, koruma ve güven bir arada. Evet adamda bir “erkek “gücü ve dayanıklılığı var ama bunu abuk subuk bir gösteriyle göstermiyor, işe yaradığı anda ortaya çıkartıyor bu fiziksel üstünlüğü ve ailesini gerektiğinde nasıl koruyabileceğini gösterip ailesine güven veriyor.
Kızlar bu sebepten babaları gibi koca arar, babalarına güvenirler çünkü.

Suya düşen ailenin köpeği değil de bebeği olsaydı bu güven verme bu derece yüksek olmazdı zira o zaman anne de hayatını riske atabilirdi, bir “kim olsa yapardı” durumu oluşurdu. Adamın hareketinde “köpek de ailedendir, ailemin bütünlüğünü bozdurmam” kararlılığı var. Gezintide baba olmasaydı, anne köpek için suya atlamazdı muhtemelen.

Bir erkeğin kendisini en erkek hissettiği an kadınını (ya da ailesini) koruduğu andır. Erkek genetiğinin özü budur. Kendisine kadından daha fazla miktarda verilmiş olan fiziksel gücün bir amacı mağara döneminde yabani hayvanları avlayıp ailesinin et ihtiyacını karşılamaksa diğer görevi de ailesini dış tehlikelerden korumak, gerektiğinde savaşmaktır. Evet, erkek doğası şiddet barındırır, görevi olan, işe yarar bir şiddettir bu. Bir kadın istediği kadar erkeğinin nazik, romantik vs. olması gerektiğinden bahsetsin, bir erkekten ilk beklentisi kendisini koruması ve koruyabilmek için de “erkek gibi erkek” olması, erkek gücüne sahip olmasıdır. (Erkek gücünden sadece fiziksel gücü kastetmiyorum, ruhsal güç de buna dahil, kararlılık, cesaret, azim, çalışkanlık vs.)

Peki ya güçlü olduğunu karısını döverek gösteren “güçlü” erkekler? Gücün kadın döverek gösterilmesi?
Böyle bir şey söz konusu değil…erkeğin bu tavrı gücün değil güçsüzlüğün ifadesidir. İçinde “gücün ancak kadına yetiyor” cümlesi gizilidir…bu cümledeki “ancak” da iktidarsızlığın ispatıdır.  Kendisine kadınını koruması ve beslemesi için verilmiş gücü  kadını üzerinde sınayan erkek gücünden şüphe duyan erkektir, bir zafiyet söz konusudur, güç hedefini şaşırmış, koruması gerekene zarar vermektedir.
Gerçek güçlü diye gücünü olur olmaz göstermeyene, kullanmayana denir ki köpeğini kurtaran adamın tavrı tam da böyledir. Karısını dövense kaba gücünü (aslında güçsüzlüğünü) olur olmaz sergilemektedir.

Çok didaktik oldu bu yazı, sevmediğim türden oldu ama söz açılmışken “kadına şiddet”le ilgili birkaç şey yazmasam olmaz!

Kadına el kalkar mı hiç? Kalkmaz  tabi. Erkeğe kalkar mı peki???
Bu el kalkmaması cümlesini kurarken özellikle “kadın” diye belirtince sanki erkeğe kalkması normalmiş gibi oluyor. Bir saçmalık yok mu burada?
Misal 3 kadın bir olup bir erkeği bağlasa da işkence etse…hak  olur mu? Peki o erkek iplerden kurtulup bunların üçüne de Allah ne verdiyse girişse…haksızlık olur mu?
Mesele yanlış takdim ediliyor. Kadının maruz kalmaması gereken ve maruz kaldığı bir fiziksel şiddet var elbette, okumuş etmiş kadınlar bile bu “iktidarsız erkekler”in fiziksel şiddetinden nasiplenebiliyor ama konu salt bir “kadına şiddet” şeklinde ele alınırsa eksik olur, konu biraz daha karışık…ve kanunsal- polisiye tedbirler yetersiz kalmaya mahkum.

Şiddet sadece fiziksel değil ayrıca, başka türleri var !
Kabaca sözel ve duygusal diye iki çeşit şiddetten daha bahsetmek mümkün.
Sözel şiddet; alay etme, dedikodu yayma, aşağılama, lakap takma vs.
Duygusal şiddet; sevmemekle tehdit, korkutma, öz güvenini zedeleme vs.
Şiddet kesin olarak kategorize edilemez ama fiziksel şiddet dışında şiddetlerin olduğu da yadsınamaz bir gerçek…ve bu şiddetleri kadın da pek güzel kullanabilir hatta erkekten daha iyi bile kullanabilir!

Bir aralar adamın karısıyla rızası dışında ilişkiye girmesi tecavüzdü değildi diye tartışmalar vardı, herkes bağrınıyordu falan…şahsi fikrim kadının rızası dışında ilişkiye girmek bir şiddettir hatta suçtur, bence de bu böyledir ama kadının istisnasız her gece başının ağrıması da bir şiddettir yahu:)Bu yalandan baş ağrıması suç kapsamına giremiyor ama:) Tabi ki suç kapsamına girmesin de…bunun da bir şiddet olduğunu görmek gerek.
 Kadının erkeğe karşı şiddet olarak kullanabileceği o kadar çok şey var ki, bunları asla hafife almamak lazım…kadını hafife almamak lazım en başta.

Karışık yaa…oldukça eksik kaldı bu yazı ama tamamlamaya kalkarsam da çok uzar. “Konuya daha bütüncül bakmak gerek” diyorum sözün kısası, mevzu alabildiğine ayrıntılı ve karışık…ve gözü kadınla erkeğe dikip insanı gözden kaçırmamak gerek!

Nerden nereye geldim! Alışılagelmişin dışında bir yazı oldu benim için! Amaan bu da böyle olsun:)

Not 1 : Uygarlığın bize dayattığı davranış modeli bizim doğal yapımızla bir çok yerde çelişiyor. “İlkel olmayalım” derken doğamıza çok ters ve bizi ciddi  yaralayan şekilde davranabiliyoruz hatta bizzat uygarlık denen şey bizi böyle davranmaya itiyor, ortada gizli bir terör var aslında ama…bu terörden bahsetmek birilerinin işine gelmiyor, yığınlar ise bu terörün farkında değil. Anlatması uzun…ama “Crash” filminde polis çevirmesine takılan zengin zenci çiftin başına gelenler bu dediğimi enfes anlatıyor, film de (finali hariç) muhteşemdir,  tavsiye ederim.

Not 2 : Bir film tavsiyesi daha. Güç yerinde gösterilip, hakkıyla kullanıldığında nasıl insanı yücelten bir şey  olurken, yersiz gösterilip haksız kullanıldığında nasıl tiksinti yaratan bir şeye dönüştüğünü anlatan bir film izlemek için bkz. “A perfect World” filmi. Bunu daha da çok tavsiye ederim.

20 Şubat 2012 Pazartesi

HAYAT NE KADAN DA GÜZEL Dİ MIĞ?


-          Neşeli bir şeyler yazmak lazım.
-          Neden?
-          Ne neden? Gamla kederle geçer mi yahu bu hayat, neşeli olmak lazım, keyifli bir şeyler yazmak lazım.
-          “Keyif eşekte olur.” derdi dedem.
-          Ne demek ki o?
-          Bilmem. Anlamazdım ben de, hala da anlamış değilim.
-          Ben bilmem, keyifli bir yazı gayet de güzel olurdu şimdi.
-          Bir yazı nasıl keyifli olur? Arkasına minder de ister mi? “Keyifli bir fotoğraf, keyifli bir içecek, keyifli bir vırt zırt” ne demek ki? Nerenizden uyduruyorsunuz bunları? Uydurduktan sonra da beğenip sarmaş dolaş yaşıyorsunuz uyduruklarınızla. Doğrudan zina lan bu!
-          Zina ne be! İyimser olmak gibisi var mı? Sen de olabilsen azıcık keşke.
-          Sen kurtulduğuna eminsin, beni de kurtaracaksın yani. İyimserlik ne ki? Olanı olduğundan daha “iyi” görmeye şartlanmak... Sebep?
-          Kötümser olmak daha mı iyi yani?
-          Ortası yok mu bunun? Bu bişi bişi olma merakınız-telaşınız nedir sizin böyle arkadaş, illa  bişi olacaz yani!
-          Ya senin iyiliğin için diyorum ben.
-          Hayır, iyiliğim için demiyorsun.
-          Neden diyorum ya?
-          Söylediklerine inanmaya çalışıyorsun. İnanmaya çabalıyorsun çünkü içinde bir yerler bunları red ediyor, saçma geliyor. Bana onaylayayım diye söylüyorsun bunları, ben onaylayınca inanmak için yeni bir sebebin olacak.
-          Söylediklerimden emin değilim yani.
-          Değilsin tabi, olma da zaten. Aklın  bu ucuz felsefe bozuntularını reddediyor ama sen ısrarla inanmak istiyorsun çünkü inanmak hoşuna gidiyor. Yok her şey senin içindeymiş, istersen hep mutlu olabilirmişsin falan…Bu mantıksız şeylere inanabilmek için de beni kullanıyorsun şu an, benden onay bekliyorsun. Bir yandan da beni manipüle ediyorsun, benim üzerimden “iyi insan, iyilik yapan insan” ünvanını elde etme çabasındasın, aklın sıra vicdanını parlatacaksın.
-          Tamam bir şey demiyorum madem. Ne yapmak lazım peki?
-          Hayatı şanına yakışır şekilde karşılamak lazım.
-          Nasıl?
-          Olduğu gibi. Neyse o, çarpıtmadan ve sırasıyla.
-          Ne sırası?
-          Dilde gam var şimdilik lutfeyle gelme ey sürur, olamaz bir hanede mihman mihman üstüne…hanedekine saygı göstereceksin, ”sıradaki yaşanacak”a saygı göstereceksin, hiçbir “sıradaki”ni görmezden gelmeyeceksin. Dahası konuşmayacaksın, sadece yaşayacaksın. Mutluluk illüzyonlarıyla kafayı iyice haşlak yumurtaya çevirmenin ne gereği var ki?
-          Ama o zaman…
-          O zaman ne?
-          O zaman hayata hakkını vermiş olmayız ki…evrene, hayata, diğer canlılara alaka göstermek lazım, her yeni günü selamlamak lazım, güne doğan güneşi selamlayarak başlamak lazım.
-          Güneş hiç selamını aldı mı şimdiye kadar?
-          Hayır ama……..
-          Boş konuşma o zaman!

18 Şubat 2012 Cumartesi

BUNLARA GICIK OLUYORUM – 2


Haklı çıkma ihtimali ortaya çıktığında bokunu çıkaranlar.

Güzelim asfaltı orasından burasından kesildiği için (kesiyorlar hakikaten) langır lungur gitmeme sebep olan yollar.

Bir tek kendisini akıllı sananlar.

Klavyenin tuşları arasına giren parçacıklar.

Mutfak kalebodurlarının üzerinde oluşan yapışkanlık, bu yapışkanlığın üzerine basmam. (Şekerli bir şey dökmüşümdür.)

Evde terlik giymek.

Balkondaki yaseminlerin yapraklarının üzerinde oluşan ve bir türlü giderilemeyen tozlar.

Temizlikçi kadın gittikten sonra bir takım eşyaları bulamamak, bulduktan sonra tekrar eski yerlerine almak. (Defaatle ikaz etmeme rağmen eşyaların yerlerini değiştiriyor. Kendince ve anlayamadığım bir mantığı var ve o mantığa göre düzenlemeler yapıyor.)

Sürekli elime dolanan şeylerin aradığımda sırra kadem basması. (Küçük fırça ve faraş, sizden bahsediyorum!)

Bilgisayar başında iken internetin pırt diye gitmesi.

Bi halt olmadıkları halde kendilerini bi halt sananlar. Bunların “kendini ağırdan satan kız” modeli var ki (sümüklü) delirtir…ki uluorta deliremezsin de, öylece oturur tahammül edersin içinde “püsküresin olup da püsküremediğin” cümlelerle.

Dans vs. ile ilgisi olmayan cafelerdeki yüksek müzik sesinden dolayı sohbeti bağırarak yapmak zorunda olmak, karşıdakini duyabilmek (ve anlayabilmek) için ilave çaba sarf etmek.

Cd player’a film koyunca (bazı filmlerde) “vıhhhffşşdunnnnn” diye çıkan aşırı yüksek ses. Filmin kalan hiçbir yerinde bu yükseklikte ses çıkmıyor, sadece en başına koyuyorlar  en yüksek düzeyli sesi, kumanda elinizde yokken, henüz ne olduğunu anlamamışken.

Arabada müzik dinlerken bozulan cd yüzünden 3 dakikalık şarkının atlaya atlaya 1 dakikada dinletilmesi.

Garsona köle gibi davrananlar, aşırı ve sahte nazik garsonlar, suratsız garsonlar, aptal garsonlar, ukala garsonlar, restaurantdaki profesyonel palto tutma ya da kapı açma triplerini gerçek sanıp “sahip” kıvamına gelenler, paltomun tutulması, arabamın kapısının açılması, altı astarı 1 lira için arkamda birinin “sağ yap-sol yap” diye kendini yemesi. Hasılı her türden abartılı-sahte nezaket gösterisi ve bunları gerçek sananlar!
Otopark görevlisi arabanın kapısını açmasın diye kapının yanına gidene kadar basmıyorum kapı açma düğmesine, arabaya biner binmez de acilen 1 lirasını veriyorum ki “sağ yap-sol yap” diye yırtmasın arkamda kendini…gene de yırtıyorlar ama!
Bu arada ayna kullanmayı hafriyat kamyonunda öğrenmiş (araba kullanmayı da kamyonda öğrendim zaten) birine, gepgeniş bir yerde “düz gelin, sağ yapın” denmesi de ironiden öte biraz…ne bileyim, aptalca işte!

Uçağa biniş seramonisi. (Kontrol, kontrol, sıra, sıra sıra!!!) Uçaktan inerken de ilk inen olamamanın verdiği ruhsal acı!

Yer bulunamayan otoparkta fır fır dönenmek.

Arabayı  henüz  yıkatmışken yağan yağmur. (Buna istisnasız herkes gıcık oluyor.)

Çok kolay yargı sahibi olanlar, çok kolay taraf olanlar, tuttukları tarafın kötü iş yapmayacağından, düşmanı oldukları tarafın da iyi iş yapmayacağından emin olanlar. Kısaca “lüzumsuzca emin olanlar.”

Temcit pilavına dönmüş sığ cümleleri “yeni bulunmuş muhteşem şeyler”miş gibi sunanlar. Bi de akıl verir durur bunlar…akıllarınca.

Akılları sıra cool görünmek adına eylemsizliği yüceltenler.

Battaniyenin nevresimin içinde toplanması, yattığın yerden bir türlü düzeltememek.

Verdikleri sözleri tutmayanlar. O kadar ki doğrudan ikiye ayırıyorum insanları “sözlerini tutanlar ve tutmayanlar.” diye. Tutmayanların nazarımda 2. sınıf bir hali var.

Yemek ya da benzeri şeylerin taşarak ocağın henüz temizlenmiş emayesine dökülmesi. Böyle durumlarda kapak açıklığı-alev şiddeti ayarını doğru yapamadığım için kendimi affetmem çok zor oluyor.

Damsız içeri alınmamak, hödük bir bodyguard tarafından sapık muamelesi görmek.

En zeki hatunun bile yakasını tam olarak kurtaramadığı bir takım kadınsal garabetlikler.

Sürekli gülümseyen, daima uzlaşmacı sahtekarlar.

Yalancı coşku.

Evde geçirmeyi tasarladığım pazar gününde havanın çok güzel olması veya tam tersi. Bir de, ben ne zaman fotoğraf çekmeye çıksam ışık kötü olur, ne zaman evde olsam ışık süper olur…gibi bi hissim var.

İmla hataları. Özellikle konması gerektiği halde konmamış  virgül. Bir de şu ayrı-bitişik yazılma durumları bir türlü çözülememiş “de-ki-mi” lerin yarattığı kaos.

Aptal çeviriler! Kitap okumaktan soğuttular beni! Hele de çok güzel bir kitap berbat bir çeviriyle elinizdeyse…doğrudan travma! Bıraksan olmaz, okusan olmuyor.

Bir şeyi almak için o şeyin üzerinden ya da önünden başka bir şeyi almak-çekmek zorunda kalmak. Bunu nasıl atlamışım bunca zaman, en tepeye yazılası bir gıcık olma bu benim için, ifrit olurum! Bence eşyalar-şeyler bitişik nizam apartmanlar gibi değil müstakil evler gibi konuşlandırılmalı.

Bir dünya insanla her daim çepeçevre çevrili iken o insanlardan hiç birinin olmasını istediğiniz insan olmaması.

13 Şubat 2012 Pazartesi

BEN:1 BEN:0

Hiçlikten
Geldiğin,
Piçlikten
Bildiğin,
Açlıktan
Öldüğün,

Açlıkla
Geldiğin,
Piçlikle
Kaldığın,
Hiçlikte
Öldüğün

ve

Açıkça
Bildiğin,
Bir düzlem üzerinde yine kendinle değil misin?


-         Nerde?
-         Şurda…şurda bir kenarda yaşayabilirsin. Birazını şimdi yaşa, kalanına sonra bakarız.
-         Olur. Başka kural var mı?
-         Var, çok var, ihlal ettikçe öğrenirsin.
-         Bir şeyin suç olduğunu ben onu işledikten sonra mı öğreneceğim yani.
-         Tabi tabi, rahat ol.
-         Rahatım.

Ben sizi görmüyorsam yoksunuz. Bir isminiz yoksa ya da tanıştırılmadıysak…yine yoksunuz.
Bilmediğim tariflerinizi bildiklerime benzetemezseniz tarafımdan yok sayılır ya da yok edilirsiniz.
Keyfinizce girip çıkabilirsiniz hayatıma, dolaşabilirsiniz…ama mümkünse çimlere basmayın. Ve benim daha öncesinde ellemediğim bir şeyi lütfen ellemeyin.

-         Yahu! Öyle bir köşede kedi gibi uyuklamakla geçmez bu hayat! Yırtık bir hırkayı sürükler gibi de sürükleyemezsin peşinden!..hayatını.
-         Nedenmiş? Az bi gülümsesene sen.
-         Yok ya ben gülerim.
-         Gül anasını satiim.

2 Şubat 2012 Perşembe

ÇARESİZ "ASLINDA"LAMALAR

Bir ispat için bir ömür harcamaya değer mi? Değmez.
Cevabı “okbejtif akıl” verdi. Objektif akıl, yani içinde bizim olmadığımız, yani duygulanmalardan yoksun, yani  dışarıdan…ve sahte.
Bir ömür bir ispata yeter mi? Yetmez.
Bu cevabı veren de herhangi biri…herhangi birimiz-biriniz. Oldukça içeriden, oldukça insan.

Bilir misiniz ki çalmasını hiç bilmediği bir enstrümanı çalabilseydi muhteşem çalacağını iddia edecek kadar çaresizdir insanoğlu…ve diretir…ve ispatlamaya çalışır çünkü yaşamakta kalmaya çalışır.

İşe yaramaz değilim baba.
Aslında orospu değilim sevgilim. (eski sevgiliye)
Ben aslında sözünün eriyim, güvenilirim, hem yiğit hem de mertim. (bu da eski sevgiliye)

Ey insanlar!
Ezik değilim, asosyal değilim, çirkin değilim… bilakis oldukça kültürlüyüm, her ortama uyum sağlamasını da bilirim…
Köylü de değilim, kıro hiç değilim, hatta sizinle birlikte kırolarla gayet güzel alay edebilirim..bir deneseniz?
Sonra benim laf oturtmalarım vardır çok fena, hazır cevaplık mı? işte bendeniz, haha, hiçbir lafın altında kaldığım görülmemiştir…çünkü karşımdaki ne derse desin ben konuşmaya devam ederim. Çok süper ince espri anlayışlarım da vardır. Televizyonlardan sadece belgeselleri seyrederim, diziyle falan işim olmaz.
Sonra siyasi falan öyle çok fikrim var ki! Hem sapına kadar müslümanım  hem de Atatürkçülük’te rakip tanımam…bir bilseniz beni ah bilseniz!
Sonra film festivalleri benden sorulur, şarkının iyisini en iyisinden bilirim. Sanatsal bir şeyleri ben bilmiyorsam o şeyler kesin çok gereksizdir, yoksa bilirdim. Bir de güzel dans ederim ki…ama gerek yok.
Bilmek isteseniz bilirsiniz, hadi birazcık çaba gösterin, alıcı gözle bakın bana, baksanıza ne kadar esprili ve ince belliyim, ışığı yandan yediğimde profilden nasıl güzel göründüğümü fark etmediniz mi? ya yeni saç rengimi? Dekoltesizken bile güzel olduğumu değilse de dekoltesiz güzelliğime bile çok güvendiğimi fark etmediniz mi?
Ben dünyaları içerim de yalpalamam, attığımı vururum, arabayı iğnenin deliğinden geçiririm son sürat…başka türlü performanslarım da var, çok açık söyleyemem burada ama bilinmesini isterim…ve ayrıca çok uzun, en uzun.(umarım öyledir, kesin öyledir)

Ve ben…hakkımda kimin ne düşündüğünü hiç sallamam, umrum olmaz…bildiğimden şaşmam, önemli olan kendimi nasıl hissettiğimdir, benim kendime ne dediğim önemlidir sadece.
Ve yalan söylemem ve yanılmam hem de asla!

Birazcık benden ister misiniz?

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...