25 Nisan 2011 Pazartesi

ÖZÜR

TDK “özür” kelimesi  için “bir kusurun, bir suçun elde olmadan yapıldığının ve hoş görülmesini gerektiren mazeretler bulunduğunun beyan edilmesi” manasında bir şeyler söylüyor.

Elde olmadan, yanlışlıkla yapılan kusura “hata” deniyor bildiğim kadarıyla ve “suç” farklı bir şey.  Hata hoş görülebilir ancak suç ancak affedilir.

Kolaylıkla yanlış anlaşılabilecek bir dünya kelime var burada, tahlili ince yapmak gerek. Dostoyevski’nin bir baş yapıt ürettiği bu konuda fikir beyan edecek değilim fakat anlamak istiyorum.

Anahtar kelimelerden birisi “niyet”. Kötü olmayan bir niyetle yanlışlıkla yapılmış ya da mecburiyetten yapıldığını ispat eden geçerli mazeretlere sahip bir kötü davranış söz konusu ise…yani birisine hak etmediği halde istemeden ya da mecburiyetten zarar verildi ise yapılan bu şeye “hata” deniyor. Peki bile-isteye yapıldıysa? O zaman suç oluyor. Suçlu neden özür diliyor? Pişman olduğu için. Öteki anahtar kelime de “pişmanlık.” Pişman olmadığı halde özür diler mi peki insan? Diliyor, çok  gördüm:)

“Zarar, haksızlık,  çıkar, ihmal” gibi başka anahtar kelimeler de var.

Netice itibariyle niyet kötü değilse özür dilemeye gerek bile yok, “pardon” der geçersin.

Bile-isteye bir durum var ise pişmanlığını beyan edersin en fazla.

Özür hangi durumda dilenir peki? Hiçbir durumda!.. TDK saçmalıyor, geçerli mazeret vs. işin hikaye kısmı, özür içerisinde samimiyetsizliği doğal olarak taşıyan kuru bir kelimeden başka bir şey değildir ve bencilcedir. Samimiyete adım atmanın göstergesi “telafi çabası” ve hatta” diyet”tir. Buyurun yeni anahtar kelimeler:) Bu kadar çok anahtar kelimenin varlığı bir anahtar kelimenin falan olmadığını gösterir.

Aklımın erdiği yaşlardan beri benden özür dilenmesinden nefret ederim ki bu zaman zarfında benim de bir çok özür dilemişliğim vardır. Demek bu yüzden sevmiyormuşum ve demek ki ben de samimiyetsizmişim. Ama telafi çabalarımın varlığı da samimiyetime delalettir ki oldu böyle şeyler. Diyetler de oldu ama istemsizdiler genelde, bir takdir-i ilahi mahiyetindeydiler.

Affetmek teorik bir kavram ve en temel ihtiyaçlarımızdan… ve içinde ciddi miktarda kibir barındıran bir faaliyet. (Bkz. Dogville) Temel ihtiyacımızın kibre dayalı ve teorik kalmaya mahkum bir şey olması da aczimizin başladığı yerdir, ilkel doğamızın soluk borumuza tıkadığı paçavra topudur.

22 Nisan 2011 Cuma

F5


Depremde Avcılar’daki bir evin zemin katındaki evinde uyumakta olan arkadaşım 03:02 itibariyle uyanıp ses,sarsıntı ve dökülen sıvaların etkisiyle korkmuş normal olarak…ve yorganı kafasına çekmiş . Yanında uyuyan kocasına sarılmamış, zemin kat kaçmasının kolaylığından yararlanmayı düşünmemiş, yorgana sığınmış.


Amigdala diye bir organımız var. İlkel davranışlarımızdan sorumlu. Korkuyla uyarılıyor, hayatta kalmamızı sağlayacak hareketi  çok hızlı yapmamızı sağlıyor. Bebekken kontrol büyük oranda bu organda  iken büyüdükçe algıyla çalışan beyne geçiyor kontrol  ve amigdala işlevsizleşiyor. Ta ki çok korkana dek…Çok korktuğumuzda hızı yetersiz kalacağı için amigdala kontrolü beyinden devralıyor ve hızlı bir ilkel tepki üretiyor. Ürettiği tepki akla saçma gelen bir tepki de olabiliyor çok zaman ancak bilinç altı hesaba katıldığında amigdalanın hayatta kalmaya yönelik tedbirleri asla saçma değil…

Uyku, katillerin bile çeşmesi,
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.
Teselli pınarı, sabır memesi,
Size şerbet, bana kum dolu çanak.

Bu “Çile”dendi, bu da “Kaldırımlar 1”den:

Ne sabahı göreyim ne sabah görüneyim,
Gündüzler size kalsın verin karanlıkları.
Islak bir yorgan gibi sımsıkı bürüneyim,
Örtün, üstüme örtün serin karanlıkları.

“Ben”iyle aşırı yoğun şekilde alakadar olan Necip Fazıl’ın yorgana kayıtsız kalması tuhaf olurdu zaten.

Çocukken (her çocuğun ağladığı sebeplerden) ağladığımda altına girdiğim bir divan vardı. Çok güzel bir güzelliktir divan, yere kadar sarkan örtüsü olur, içeride fazla gürültü yapmadan zırlarsanız kimse bilmez orada olduğunuzu, paşa gönlünüzün dilediğince  ağlama özgürlüğüne sahip olursunuz. Bir kez de garajda yem fıçısının içinde aynı özgürlüğün tadını çıkardığımı hatırlıyorum. Üç yaşında falan olmalıyım, en fazla dört. Şimdiki çocukların garajı zaten yok da divanları da yoktur, muhtemeldir ki elbise dolaplarında ilan ediyorlardır ağlama cumhuriyetlerini.

Atilla Atalay’ın “Ağlama Dolabı” diye enfes bir hikayesi vardır. Hikayenin sonunda bir evin ağlama dolabı olarak kullanılabileceğini; ağlama duvarı, ağlama dolabı gibi mekanlara ağlama evinin de eklenebileceğini pek güzel anlatır. Evin kocaman bir dolap olduğunu söyler, dünyanın en büyük ağlama dolabı…Ağlama divanı ve ağlama fıçısını eksik bırakmış, ben sadece ekledim.

3-4 yaş çocukluğumdan canlı yayın:
Sonra Yahya Kemal’in “His var mı bu alemde nekahet gibi tatlı” dizesi sahne alır. Ağlama biter, çünkü bitmek zorundadır, fani dünyadaki her şey gibi bir başı ve nihayet sonu vardır, biter. Kaç litre ağlayabilir ki bir insan, hele de bir çocuk…Genizde tatlı bir sıcaklık, rahatlama, gürültü varsa bile hakim bir sessizlik hissi, tatlı bir sükunet. Kaybedilmiş şeyin kaybedilmişliğinin verdiği tuhaf rahatlık. Bilinç altı dakikalardasınızdır, en çok kendiniz olduğunuz zamanlardır. Nihayet bunlar da biter bitmek zorunda oldukları için, örtü aralanır, gerçekliği rahatsız edici gün ışığına suratsız bir “merhaba”… ve döngü yeniden başlar.

21 Nisan 2011 Perşembe

MERDİVEN

Senin şahsi zaman mezarlığında dikili bir taşı olan her kişi türlü şekillerde senin için basamaktır. Hatta bazılarının basamak olmak dışında görevi yoktur neredeyse.
Basamaklar inmek ve çıkmak içindir.
Ama bazı basamaklar sadece indirir.

20 Nisan 2011 Çarşamba

SİTTİR GİT KAPTAN

- Çok yorgunum.
- Dinlen biraz, beklerim seni ben.
- Yok, bekleme kaptan.
- E seyir defteri ne olacak?
- Başkası yazsın.
- Neden ki?
- Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman…
- Eee?
- Beni o limana çıkaramazsın.

19 Nisan 2011 Salı

SORULAR

2 yıl boyunca diş teli takarak dişlerini düzelten birisi diş telini çıkarttığı gün ölürse… Mesela bi kazada…Daha fazla üzülmek gerekir mi ? Diş tellerine ödenen paraya acınmaz herhalde de arkasından “diş tellerini de yeni çıkartmıştııı!” diye ağıt yakılabilir.
Bi otopsi videosu izlemiştim, ceset genç-güzel bir bayana aitti, memeler neşterle kesilmişti ve doktor memenin içinden çıkardığı silikonu sallamıştı kameraya doğru…Allaam ne acayip!

“Aklında zoru olmak” ne demek tam olarak? Zor olan ne?

“Beni öldürmeyen şey beni güçlendirir.” anladık… Ama buradan beni güçsüzleştiren her şeyin beni öldürmek zorunda olduğu sonucu çıkmaz mı? Kaç kere ölür ki bi insan?

Bütün sesler evrene yükselip orda bir yerlerde toplanıyormuş. Kim gitmiş nasıl öğrenmiş bilmiyorum ama öyleymiş…İç seslerin de yükselip toplandığı ayrı bir evren var mıdır? Varsa hangi evren daha gürültülüdür?

Bi de Güneş'in türk olduğundan şüpheleniyorum...Doğmayı unutuyor bazen çünkü. Olabilir mi böyle bir şey?

Bu insanlar nasıl bu kadar kolay emin olabiliyor? Bildikleri bir şey mi var bilmediğim?

İnsan doğası özünde kötücülse sevme isteğinin kaçınılmazlığı bunun cezası mıdır? Ya da tam tersi midir? Nasıl genelleyeceğiz bunu? Ne çok zor!

Ego kendi ağzından büyük müdür? Nereye gidiyor ya bunca yediği?

Ne zaman öleceğim acaba?

13 Nisan 2011 Çarşamba

SEVDİKLERİM

- Ekşi yoğurt, sivri biber acısı, yaz kızartması,
- Uzaktaki otoyoldan geçen kamyonların lastiklerinin çıkardığı uğultuyla bozulmuş gece sessizliği,
- Dişçi’nin “bitti mi?” sorularımdan sonuncusuna verdiği yanıt,
- Sabah,
- İlk bahar yeşili, son bahar sarısı,
- Mavi,
- Excel’de çözmekte zorlandığım bir formülasyonu çözdüğüm an, monitörde ilk defa olarak gördüğüm fotolardan birine “evett!” dediğim an. İki an birbirine çok benziyor,
- Günün ilk sigarası,
- Çay,
- Güzel kokunun başlaması, kötü kokunun bitmesi. Güzel sesin başlaması, gürültünün bitmesi,
- Beklenen aramanın gelmesi,
- Yağmur ve/veya rüzgar sesi eşliğinde uykuya geçmek,
- Negatif reseptörlerdeki hassasiyet yitimi farkındalığı,
- Sessiz müzikte leyl-i tarab kaybolma,
- Otobüs yolculuğunun bitmesi,
- “Artık” azade olmak,
- Kaybettiğini bulmak,
- Bazen kaybolmak bazen bulunmak,
- El-ayak değmemiş kar,
- Sisli flu kırık beyaz güzel ihtimallerin geçen zamanla ete kemiğe bürünürken güzelliğinden vazgeçmemesi,
- Eski Amerikan arabası sesi,
- Mack,
- Rast,
- Affedebilmek, affedilmek,
- İlkbaharda yurt etrafındaki turlamalar,
- Oel ya da ihalede 1. olmak,
- Sabahlamayı müteakip aptal saptal neşeli cümleler,
- Pişmanlıksız feragat,
- Meryl Streep, Maria Farantouri, Safiye Ayla, Attila İlhan, Fuzuli, Panait Istrati ve diğerleri,
- 50’yle kıl payı geçmek,
- E lucevan le stelle.

12 Nisan 2011 Salı

BOZUK NOT 4

Küllerinden doğmayı biliyoruz, olabiliyor…Parçalar da bir araya gelebilir mi peki, ordan doğru doğmak da mümkün mü? Tuz parça cam kırıkları mesela, tekrar bardak olabilir mi? Ya can kırıkları?

TDKya yazasım var “kahrından ölmek” diye bir deyim olmamalı, saçma çünkü, silsinler bu tabiri deyimler listesinden. Ölmüyor çünkü insan böyle. Bünyenin ölümü yine böbrek yetmezliği, kan kaybı, solunum kaslarına inen felç gibi basit sebeplerden oluyor.

Muttasıl bir hab-i leyli, bir leyl-i namütenahi…Vay be, çok havalı:p

Arabalar ne şanslı, kontakları var.

Parlak-patlak flaştansa sürekli bir idare lambası yeğ değil midir? Amenna!

“Can’t take my eyes off you” Anlamını bilmiyorum ki mühimsiz,şarkı adı bu, closer’dan yadigar bonus. Ne güzel…

Bağdatlı Ruhi’den bir beyit var kafamda dönüp duran ama yazmayacağım, melali bu denli aşikar etmek olmaz. Yıllar sonra da okusam şu yazdığımı, ne demek istediğimi anlarım nasıl olsa.

“Beni kim kurtarır tanrı sataştırmış belalardan.” yazabilirim ama, neticede genel bir hal:)

Çok acayip rüyalar gördüm dün gece . Ama beklenmedik değildi.

Bok vardı kapattınız blogları! Uğraştırıyorsunuz Ktunnel falan!

ADİSYON

-Neden?
-Yaz akşamlarını düşün. Ki istanbul’da ekstra güzel olurlar. O şefkatli serinliği düşün, üzerine bir şey almazsın ama üşümezsin de. Ne sıcak ne soğuk, temiz bir serinlik sadece.
-Evet ama…
-Pekala o serinliğin kokusuz kokusunu da düşün o halde. Kokmadığını bildiğin ama muhteşem koktuğuna rahatlıkla yemin edebileceğin havayı düşün. Bunun da hesaba dahil olduğunu düşünmüş müydün?
-Evet, tamam ama…
-O zaman hanımelinin kokusunu da hesaba ilave edelim…Ve hatta mum çiçeğini. Yoklar evet ama vardılar, biliyorsun, yerleri ezberinde. Ekledin mi onları da hesaba?
-Ekledim.
-Ya çayı? Cırcır seslerini?
-Hatırlıyorum evet, ekledim…
-Tüm bunlar şehirler arası yol kenarı bir mola yerinde de bir araya gelmişti bir akşam, ekledin mi onu da?
-Anladım.
-Hiç sanmıyorum. Yaşamış mıydın tastamam? Eksik kalanı söyle bana.
-Eksik falan yok. Ama bana soru sorma artık cevap ver, neden?
-Örnekleri çoğaltmamı ister misin? Önce perakende olarak tozlu toprağın üzerine düşerek sana eve kaçabileceğin kadar zaman veren yaz yağmurlarını düşündün mü? Sen kuru toprağa bakarken küçük ve yuvarlak ıslatmalarını seyretmene de izin veren düşünceli yağmurlar hani…Hatırladın mı? Hesaba dahil olamayacak kadar küçük müydüler?
-Hayır asla.
-Metal çatıdaki aceleci seslerini de katalım mı?
-Katalım. Kötüleri de katalım ama.
-Kötüler? Bu saydıklarımı “ama”larla kirletmek adil olur mu peki?
-Olmaz.
-Nankörlük ediyor olabilir misin?
-Evet mümkün…ama acaba güzel olan onlar mıydı yoksa duymaların tazeliği miydi?
-Yanıtı kendin ver. Verdin de zaten. Benden ne öğrenmek istiyorsun daha?
-Neden?
-O zamanlar yoktu da şimdi nereden çıktı bu kadar “neden” ?
-Bilmiyorum. Sorusuz bir cevap istiyorum ben sadece.
-Toprağa düşen ilk perakende damlalar kadar temiz misin?
-Değilim. Olamazdım, olsam da kalamazdım.
-Yüzüne çarpanlar kadar?
-Hayır...
-Hanımelinin kokusu da mı bir şey öğretmedi sana? Esrik bir tastamam dakikanın öğretemeyeceği şey yoktur, ne yaptın sen dakikalarını?
-Geçtiler, bilemedim…
-Peki şimdi nasıl alacaklı çıkabiliyorsun? Nasıl bir hesap içindesin?
-Alacaklı değilim.
-E o zaman?
-Borcumu ödeyebilecek kadar mala sahip değilim, sorun bu. Sermayeden yemişim.
-Bakamadığın aynalara bakmaktaki bu anlamsız ısrarın ne peki?
-Ne kadar çok “peki” kullandın.
-Cevap ver!
-Bilmiyorum. Jileti dilinde gezdirmek gibi. Ya da pil yalamak. İradem dahilinde değil sanki.
-Hiçbir jiletin insanı geveze yapma etkisi yoktur. Bu rahatsız edici gürültü neden? Bunca okul okudun, susman gerektiğini söylemedi mi sana kimse?
-Söylemedi ne yazık ki. Sınavda buradan soru çıkmıyordu.
-Saçma! Demagoji yapıyorsun. Suskunluk kuralını en başından biliyordun!
-Biliyordum evet.
-Müflissin! Bir gölcük dolusu kurbağa kadar da gürültücüsün, rahatsızlık vericisin. Bilmen gerekenden fazla bilgiye sahiptin hep. Metal çatıya vuran yağmurun sesini unutturacak kadar, o sesi bastıracak kadar gürültü yapmak neyin nesiydi ha? Hanımeli kokusunu kurbağa bataklığı kokusuna tahvil edecek kadar kötü bir tüccarsın sen. Ve müflissin işte.
-Kabul. Yenisini isteyemeyecek kadar kredi tükettim, zayi ettim. Ama birazcık ışık ve azıcık da kullanılmamış hava lütfen. Birkaç nefeslik sadece.
-Neyle ödeyeceksin?
-Yüzsüzüm. Ödemeyeceğim.
-Hak etmelisin, üzgünüm.
-Vazgeçtim, sadece soruma cevap ver, neden?
-Öğrenmek zorunda mısın illa?
-Bilmiyorum. Cevap ver sadece!
-En son ne zaman öğrendiğinde daha iyi hissettin? Öğrenmesi sana neşe veren en son şey neydi?
-O kadar unuttum ki.
-Devam et o zaman.
-Etmekten başka çarem yok, o kısmı bana bırak, sen sadece cevapla, neden?
-Neden olmasın?

1 Nisan 2011 Cuma

CLOSER

“Closer” adlı filmi seyrettim dün akşam. Piyasa işi bir şey sanıyordum ki öyleymiş gibi de başladı. Romantik komedi sandım. Ama tatlı-sulu karpuz tadındaki başlangıçtan sonra bol acılı biberler ve biberin acısını çekmiş tuzlu domatesler servis edildi! Neye uğradığımı şaşırdım! Film ilişkileri konu alıyor gibi ama ilişkiler sadece araç, asıl dert çok başka…Tek tek irdelenesi dört farklı karakterin, olan şeyler karşısında dört farklı duruş geliştiren dört karakterin içinde beni en çok sahte-gerçek ismiyle Alice etkiledi. Görüntünün aksine en gerçekçi karakter odur kanımca. Yalandan bir murat çizip muradıyla en gerçek şekilde sevişen bu gözü pek yaşama arsızı... inanılmazdı.
Tekrar seyredeceğim, tane tane seyredeceğim. Aşağıdaki diyaloğu filmin etkisiyle uydurdum.

- Ayağa kalk.
- Neden?
- Kralın emri.
- Çıkaramadım ben… Hem cumhuriyet olmamış mıydık en son?
- O başka.
- Nasıl başka?
- Öyle seçimle gelip seçmeyince giden bir kral değil.
- Ya?
- Alemin kralı.
- Ormanda mıyız? Aslan bana “kalksın” diye emir mi yolladı? Sen kimsin?
- Kralımızın sadık hizmetkarı.
- Bana bak Sadık, kapıyı ört, holün ışığı gözüme doluyor. Ört hadi uyuyacağım.
- Sadığım ama adım Sadık değil. Ayağa kalk.
- Sadakat fetişi için saat geç değil mi? Uyumak üzereydim hatta uyuyorumdur belki. Nerden girdiysen ordan git.
- Ayağa kalkman uykunu açacaktır, kralımızın şefkatli kolları seni rehavetten koruyacak ve doğru yolu gösterecektir.
- Uykuya hürmeti olmayan münasebetsiz uşağını uyuyan birine yollayıp “kalk, kalk” diye bağırtan bir kralın göstereceği yoldan gidecek kadar aptal değilim.
- Ne kadar aptalsın peki?
- Oldukça. Ama sınırları belli bir aptallık bu, sizinle işim olacak kadar değil.
- Çoban güdebilmek için sürünün sürülüğüne ihtiyaç duyuyor olsa da ayrım yapmadan tek tek güder koyunlarını. İnat etme, uyan ve peşimden gel.
- Sen kapıyı kapatır kapatmaz uyuyacağım tekrar. Aklım yatak odama nasıl girdiğini bilmediğim bir yabancının peşinden gitmeyecek kadar yerinde. Git, aklımın da benim kadar uykusu var, uyuyacağız.
- Aklının değil benim peşimden gel. Aklına değil bana güven. Aklın çok istiyorsa bırak oracıkta uyusun, sen benimle gel. Ben yabancı değilim hem.
- Kimsin ya?
- Alemlerin kralının sadık hizmetkarı.
- Sıcak yatağımdan kalkıp alemlerin kralına akacağım, üstelik aklımı yanıma almadan. Ne içtin sen en son?
- Hiçbir şey. Aklı çıkışmayınca benliğini alkol dolu bardaklarda boğmak benim değil senin yöntemin. İtaat et ve rahatla. Kalk hadi.
- Müşfikleşti şimdi de! O her şeyi bilen koyun güdücüsü kralına sor bakalım lazım olduğunda neredeymiş? Elimde sıcak-nemli bir uykudan başka bir şey kalmayınca mı hatırladı sürüden ayrı sürüye aykırı koyununu?
- Gözünü senden hiç ayırmadı ki hiç. Kibirli aklın izin verseydi kafanı kaldırıp her hangi bir yöne baktığında onunla göz göze gelebilirdin, bunun olmasını istemedin.
- Gözlerindeki yansımam beni rahatsız ediyordu, yapamazdım.
- İzleyen gözlerin farkındaydın yani en başından beri.
- İzliyorlardı evet ama sahip çıkmayan bakışları vardı, güvenemezdim.
- Neden doğru yolun daha önce gidilmiş olanlardan biri olamayacağı saplantısındasın? Samimiyet dediğin klavuzun da tıpkı aklın gibi kibre batmış bir haz düşkününden başka bir şey olmadığını ne zaman anlayacaksın?
- Beni yoldan aklım çıkarmadı, faili meçhul bir şeyler iş başındaydı.
- Meçhul falan değiller, beklentilerinden bahsediyorsun.
- Evet sanırım haklısın. Kurban katilini tanır. Ama benim katilim aynı zamanda benim yaşama enerjimin kaynağı, ona ihtiyacım vardı.
- Asla. Ne şekilsiz büyümüş hormonlu beklentilerine ihtiyacın vardı ne de kibirli aklına. Yapman gereken tek şey uymaktı.
- Denedim. Anlaşamadık, uyuşamadık.
- Uyuşamadın çünkü seçeneklerde olmayan şeyler istedin. Riyakar, samimiyetsiz, sıradan, aptal etiketlerini düşüncesizce yapıştırıp ölümüne hakir gördüğün insancıklar senin gibi ilave enerji kaynakları aramadılar. Sandığının aksine senden daha çok farkındaydılar.
- Neyin?
- Olmadığının.
- Neyin olmadığının?
- Anlamak zorundasın değil mi?
- Anlamamalı mıyım?
- Hayır, anlasan da olur ama şart değil anlaman.
- Seçimlerim yanlış mıydı?
- İşte asıl anlaman gereken bu. Yanlış olan neyi seçtiğin değil seçimine ne kadar sahip çıktığın ve seçmediğini ne kadar gözden çıkarttığındır. Sen ikisini de yapamadın. Sorgulamak zorundaydın hep.
- Sorgulamamalı mıydım?
- Bu sana kalmış. Ama anlaman gereken tek şey anlamanın gereksiz oluşudur. Ama sen durmaksızın kurcaladın ve yalan olduğunu anladığın an sırt çevirdin her muradına, seçtiğini hırpaladın, seni hırpalayanı seni seçmeye zorladın.
- Bir yalandan murat olur mu?
- Muradın kendisi yalandır zaten. Sen sadece hangi yalanı murat edineceğini seçersin ve yalanına sahip çıkarsın. Kibirli aklın “hangisi” sorusuyla dağıttı her şeyi, seni kimseyle paylaşmak istemiyor çünkü.
- Ne yapmam gerekiyor peki şimdi?
- Bize katıl.
- Siz kimsiniz?
- Sürü.
- Ne sürüsü?
- Çobanından başka hiç kimsenin düşünmediği gürültücü-mutlu sürü.
- Bu mümkün mü? Sürüye katılmam yani, hiçbir şey olmamış gibi.
- Bu sana bağlı. “Miş gibi” yapabilme yeteneğini geliştirebilmene bağlı. Muratlarının yalan olduğunu anladıktan sonra da yanında durabilme yeteneğine bağlı. Asıl gerçeğin yalanın ta kendisi olduğunu, servetinin yalanlarından ibaret olduğunu ve bu yalan balonunu servetini gerçeklik iğnelerinden koruman gerektiğini anlamana bağlı.
- Hani anlamam gerekmiyordu.
- Anlamayacaksın zaten, anladığını sanacaksın. Anlaman da yalan olacak.
- Benim için hala ümit var mı?
- Açıkçası çok değil. Ama bize katılırsan haşhaş tarlalarında gönlünce karnını doyurabilirsin, seni düşüncesizce “kandıracak” derelerde su içebilirsin bizimle.
- Kulağa hoş geliyor.
- İlkel tabiatına teslim ol. Gerçek özgürlük ram olmaktadır. Büyük zekanın senin yerine her şeyi düşünmesinin rahatlığına alışınca ayrılmayacaksın yanımızdan.
- Pekiii…
- “Peki” yok, soru yok. Kalk ve gel sadece.
- Nasıl?
- Sabah uyanınca konuştuklarımızı hatırla yeter.
- Ben rüyalarımı aklımda tutamam ki.
- Biliyorum.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...