Depremde Avcılar’daki bir evin zemin katındaki evinde uyumakta olan arkadaşım 03:02 itibariyle uyanıp ses,sarsıntı ve dökülen sıvaların etkisiyle korkmuş normal olarak…ve yorganı kafasına çekmiş . Yanında uyuyan kocasına sarılmamış, zemin kat kaçmasının kolaylığından yararlanmayı düşünmemiş, yorgana sığınmış.
Amigdala diye bir organımız var. İlkel davranışlarımızdan sorumlu. Korkuyla uyarılıyor, hayatta kalmamızı sağlayacak hareketi çok hızlı yapmamızı sağlıyor. Bebekken kontrol büyük oranda bu organda iken büyüdükçe algıyla çalışan beyne geçiyor kontrol ve amigdala işlevsizleşiyor. Ta ki çok korkana dek…Çok korktuğumuzda hızı yetersiz kalacağı için amigdala kontrolü beyinden devralıyor ve hızlı bir ilkel tepki üretiyor. Ürettiği tepki akla saçma gelen bir tepki de olabiliyor çok zaman ancak bilinç altı hesaba katıldığında amigdalanın hayatta kalmaya yönelik tedbirleri asla saçma değil…
Uyku, katillerin bile çeşmesi,
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.
Teselli pınarı, sabır memesi,
Size şerbet, bana kum dolu çanak.
Bu “Çile”dendi, bu da “Kaldırımlar 1”den:
Ne sabahı göreyim ne sabah görüneyim,
Gündüzler size kalsın verin karanlıkları.
Islak bir yorgan gibi sımsıkı bürüneyim,
Örtün, üstüme örtün serin karanlıkları.
“Ben”iyle aşırı yoğun şekilde alakadar olan Necip Fazıl’ın yorgana kayıtsız kalması tuhaf olurdu zaten.
Çocukken (her çocuğun ağladığı sebeplerden) ağladığımda altına girdiğim bir divan vardı. Çok güzel bir güzelliktir divan, yere kadar sarkan örtüsü olur, içeride fazla gürültü yapmadan zırlarsanız kimse bilmez orada olduğunuzu, paşa gönlünüzün dilediğince ağlama özgürlüğüne sahip olursunuz. Bir kez de garajda yem fıçısının içinde aynı özgürlüğün tadını çıkardığımı hatırlıyorum. Üç yaşında falan olmalıyım, en fazla dört. Şimdiki çocukların garajı zaten yok da divanları da yoktur, muhtemeldir ki elbise dolaplarında ilan ediyorlardır ağlama cumhuriyetlerini.
Atilla Atalay’ın “Ağlama Dolabı” diye enfes bir hikayesi vardır. Hikayenin sonunda bir evin ağlama dolabı olarak kullanılabileceğini; ağlama duvarı, ağlama dolabı gibi mekanlara ağlama evinin de eklenebileceğini pek güzel anlatır. Evin kocaman bir dolap olduğunu söyler, dünyanın en büyük ağlama dolabı…Ağlama divanı ve ağlama fıçısını eksik bırakmış, ben sadece ekledim.
3-4 yaş çocukluğumdan canlı yayın:
Sonra Yahya Kemal’in “His var mı bu alemde nekahet gibi tatlı” dizesi sahne alır. Ağlama biter, çünkü bitmek zorundadır, fani dünyadaki her şey gibi bir başı ve nihayet sonu vardır, biter. Kaç litre ağlayabilir ki bir insan, hele de bir çocuk…Genizde tatlı bir sıcaklık, rahatlama, gürültü varsa bile hakim bir sessizlik hissi, tatlı bir sükunet. Kaybedilmiş şeyin kaybedilmişliğinin verdiği tuhaf rahatlık. Bilinç altı dakikalardasınızdır, en çok kendiniz olduğunuz zamanlardır. Nihayet bunlar da biter bitmek zorunda oldukları için, örtü aralanır, gerçekliği rahatsız edici gün ışığına suratsız bir “merhaba”… ve döngü yeniden başlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder