28 Ağustos 2016 Pazar

DAİMİ ÖZNE

Hastayım; enfeksiyon basması, mikrop kuşatması etkisindeki bünyede gelip giden bir ateşle ıslak ıslak (ter) ev mesaisindeyim. Tv izler bile oldum, o derece bir ev hali. İşte öyle bir salak istirahat halinde bir diziye bakınırken gün görmüş, belli ki mütedeyyin, sakallı bir amca bir çıkışma-nasihat cümlesi olarak şu lafı etti  ötekine az önce:
Nikah, önce akıla değil aşka düşer.

Yani..."akıla da düşer" demeye getiriyor ama aklın o payını hiç inkar etmeden nasıl da güzel teslim etmiş asıl pay sahibine payını.  Her türden payın asıl sahibi neresinden tutsan hep aşktır.

Kim kime hissetmiş, neden öyle etmiş, akıbet ne olmuş? Bu sorular ayrıntı bile değil, fasarya. İçindekiler böyle on numara aşklı, güzellikli, incelikli şeylerdir de tutup hepsini bir kıtipyosa harcamışsındır...eee? Bunlar aşkın konusu değil ki, bunlar senin konun. Magazin bunlar magazin, öze dair hiç bir şey ihtiva etmeyen kişisel dedikodular.
Şu dünyada gerçek anlamda hürmeti hak eden tek şey aşktır ve aşk bu konuda kimseyi sallamaz. Çünkü, dedim ya, hürmete layık olan aşık değil aşktır. Şiirden bile daha saygıdeğerdir ki şiir onun adamıdır...Bir özne karışıklığı var, "aşk ile" ifadesinden hareketle sanki insanlar özneymiş de aşk katalizörmüş, araçmış zannediliyor.  Bilakis, insanlar bir tezahürün aracıdır sadece, aslolan aşktır... aşk, hayatın daimi-değişmez öznesidir.

Heh işte, nikahtı, medar-ı maişetti, çocuktu, kıldı tüydü...bunlar aşkın neticesi bile değil, döküntüsü. İnsan bir dağa aşk ile değil aşk için tırmanmalı, nefesini beş vakit aşka tazim halinde alıp vermeli. Pis kokulu durağan yeşil bir suyun kenarında yaşıyor olsa bile...

18 Ağustos 2016 Perşembe

GERÇEK YÜZ

Erkekleri çileden çıkartıp “Buymuş işte gerçek yüzün.” diye hönküren bir kadın modeli var. (Bir twitten mülhem bu cümle) Bu modelin erkeğinden de var tabi de kadınlar daha mahir bu konuda.

Çileden çıkmışlığım birden fazla keredir. Etki-tepki-etki-tepki derken hakikaten başka bir “şey”e dönüşüyorsun. Çileden çıkarken çileden çıkartmak da eşyanın tabiatı gereğidir tabi, uzmanlar buna “tepkisel davranış” diyor…ama benim asıl takıldığım o “gerçek yüz” meselesi.

O gerçek yüz, kriz varkenki yüz müdür yoksa yokkenki mi? Kopyacı zekalar hemen “varken tabiiii” diye atlar biliyorum ama kazın ayağı öyle değil, sürekli krizler içinde yaşayalım diye yollanmadık ki bu dünyaya. Ki kriz hali devamlılık arz ediyorsa o duruma kriz denemez.
Açıklama:
Kaos: İki düzen arasındaki düzensizlik hali….yahut iki kararlı düzen arasındaki kararsız düzen. Bir bakış açısıyla kararsızlığın, karmaşanın kendisi de kendi içinde kararlı bir düzendir. Kararsızlıkta kararlı bir düzen, türbülans. Nereden baktığınıza göre değişir gerçeklik.

Hah işte, hayat denen şey bi kaos bi değil bi kaos bi değil diye akıp gittiği için o “gerçek yüz” analitik bir bakış açısıyla bu iki halin ortalamasıdır. Ya da “gerçek yüz” diye bir şey yoktur.

Ama…Açken yiyecek alışverişi yapma, mutluyken söz verme, öfkeliyken karar verme…şeklindeki nasihate göre “gerçek yüz” diye bir şey var. “Açken sen, sen değilsin” diyen reklam da var! Lan iyi de açken ben, ben değilsem kimim ki?
O nasihat faydayı yücelten bir rasyonelitenin ifadesidir, o reklam da bu rasyonelliğin kurumsal reklamıdır. Gerçek hayatsa bu ikisini de yedikten sonra midesinde hala yüksek bir boşluk barındırandır.

Tek boyutlu bir aritmetik kafayla “ben kimim?” sorusunun rejimler değiştikçe değişen cevabını anlamak imkansızdır. Ne olduğunu, neyin içinde olduğunla birlikte düşünmek zorundasın.

Nymphomaniac filminde bir çeşit yargıç rolündeki birisi, yaşı artık kemale ermiş birinin içindeki pedofiliyi keşfeder. Adam pedofildir ama o yaşına dek bu günahı hiç işlememiştir. Ahlaki, vicdani sebeplerden yahut korkudan, sebep önemsiz, işlememiştir…adamın içinde şeytan vardır ama hiç harekete geçmemiştir. Yargıç kişi, cezalandırma imkanına sahipken kendini bunca sene tutmayı başardığı için ödüllendirir “sanık”ı.

Tamam, pedofili çok uç bir örnek, çok daha küçük şeytanlardan bahsederek soruyorum: içimizdeki şeytan envanterinden haberdar mıyız?
Bizde hiç olmadığını sandığımız şeytanların uygun ortamı bulduklarında ortaya çıkmasının bizde yarattığı şaşkınlık…o envanterden habersizliğimizin ispatı olabilir mi?
Mesela ben, fena halde kıskanç olduğumu 35 yaşımda öğrenmiştim ki kendimi “hiç de öyle değilim” diye tarif etmiştim onca yıl. Yani, kıskanmamın makul karşılanacağı haller içinde bulunmuştum ama hiç kıskanmamıştım, hatta kıskanmayışım sorun olmuştu!.. Kıskanmaya değer bir şeyim olunca nasılll da kıskanç olduğum ortaya çıkıvermiş işte, olay bu.
Ya 34 yaşımda ölseydim? Hoca cemaate “kıskanç bilir miydiniz?”diye sorsa cemaat yüksek sesle “hayıııır!” diye bağırırdı. Artık bağıramaz!
 45 yaşında farkına varacağım bir şeytanı içimde gezdirip duruyor olabilir miyim peki?

Netice-i kelam; birbirini takip eden gayet laminer akışlı günler içinde diyorum ki:
Şeytanlarımız da bize dahildir, “ay ben öyle yapmazdım” tarzı cümleler insanı mutlu eder ama bu mutluluğun kaynağı geri zekalılıktan başka bir şey değildir.

Etkiyi tanımadan tepkiyi ön görmek…işte bizim geri zekalı özetimiz. 

17 Ağustos 2016 Çarşamba

HASTA HAYVANLARI SEVMİYORUM

“Seni insan gibi değil de imkan gibi görene sırtını dön, o zaman görürsün gerçek yüzünü.” Diye buyurmuş Bukowski.
İyi de sırtımızı dönersek nasıl göreceğiz gerçek yüzünü?  Ayrıca böyle sinsi, pragmatist birine sırtını dönmek, erkek egemen cinsel argo bilimine göre hiç de hayra alamet neticeler vermez, berbat bir akıbet garantidir yani. Bukowski bilmiyor bu işleri!

O değil de…”Biz ne zaman içsek köfte geç gelir.” Diye başlayan pek güzel bir şiir vardır. Olumlama denen zıkkımın tepe aşağı gömülmesinin tezahürü bir şiir. Ama yani o köfte de hakikaten geç gelmiştir de yazılmıştır o şiir! Ve oturmuştur muhakkak “muhabbetin terkisine çıplak bir efkar sözcüğü.”
Yani demem o ki; o tepe aşağı gömülmüş Murphy şeysine göre sırtını dönerek ya esaslı bir öpüşmeyi kaçırmışsındır ya da tacize uğramışsındır. Yüzünü döndüklerinse “zaten yoktular”

Hakikat tabi ki bu kadar da arabesk değildir. Doğru yüz-sırt kombinasyonunun tutturulmuşluğu da illa ki vakidir yani, böyledir bu. Ama soruyu tersine de işletmek lazım, acaba sen kaç durumun “binilmiş yanlış treni”sin? Ey okurcu, okuyarak buraya kadar geldinse sor bu sorunun her iki türlüsünü de kendine.

“Sualler tanzim edilir yaşamaya dair, sorulmaz!”

Al işte bu da başka fıstık gibi bir şiirden ki hayatı anlamak noktasında şiirler hiç de uygun referanslar değildir. “Aldanma ki şair sözü elbet yalandır.” Dizesini boşa yazmamış yani koskoca Fuzuli. Nefesini ağzından alıp burnundan vermek gibidir şiir üzerinden anlamak, “ikmal-i ömr içün” işe yarar ama asıl yapılması gereken tam tersidir.
Uzmanlar öyle diyor!

Bir romanın ilk sayfasında “Anlam ve mutluluk bir arada bulunabilen şeyler değildir. Bu satırların yazarı da tercihini her zaman anlamdan yana kullanmış bir bedbahttır.” Mealinde küçük bir paragraf vardı. İşler karıştığında yahut kaybolduğumda kendimi bu paragrafın bir köşesinde bulmuşluğum çoktur. Burada mühim nokta bulunduğun köşenin hangisi olduğudur ki ikiden daha fazla köşe barındırır o minnacık paragraf.
Karışık işler…ki konumuz bile değiller.

Bir şeylere “konumuz değil” dediğime göre bir konumuz var galiba. Bir konumuz olacağına konuğumuz olaydı daha iyiydi aslında ama şöyle iyisinden…iyice müşkülpesent oldum ben bu konuda, iyisi tadından yenmez, kötüsü tahammülfersa, arası da yok incesi.
Hala ofisteyim, kapatıp eve gideyim en iyisi, Suzi özlemiştir beni.
Ki…bir konumuz bile yok.

Not: Yazının başlığı adı “bir Çarşamba günü” olan bir şiirden alıntı.
Bu gün de Çarşamba ya, o bakımdan çağrışım şeyetti yani.
Tut elde 11’i. At o aradaaki sıfırları, ekle şimdi ötekine. Ne etti? Gırh!
Bkz. Lüzumsuzluk
Ayrıca Bkz. Sıkıldıysam demek.

15 Ağustos 2016 Pazartesi

YA DEMOKRAT OL YA DA SEKTER

Mesele demokrasi değil, siz hala anlamadınız mı?

Evet ben yazdım ama benim sayılmaz bu cümle çünkü insanlara “hala anlamadınız mı?” yahut “uyuyorsunuz be uyansanıza” şeklinde telkinlerde-azarlamalarda bulunmak hiç tarzım değil. İroni var cümlede.

Ama mesele gerçekten de demokrasi değil!

Bloga siyasi yazı yazmıyorum, 15 Temmuz’un tam ay dönümünde yazdığım bu yazı da siyasi görünümlü ama aslında öyle olmayan bir yazı …

Demokrasi Yunanca asıllı bir kelime, halkın kendi kendini yönetmesi gibisinden bir sözlük anlamı var. Ülke, halkın seçtiği temsilcilerin toplaştığı bir parlamento marifetiyle  yönetiliyor bu sistemde. Yönetime talip olan temsilci adaylarının kendilerini halka serbestçe ifade edebilmesi gerekliliği de sistemin esaslarından.
Kaba bir bakışla demokrasinin oylama ve ifade özgürlüğü şeklinde iki temel prensibe dayandığını söylemek mümkün.
Tarihi, pratiği daha eski tabi ama demokrasinin modern tarih sahnesinde arz-ı ednam etmesini Bağımsızlık Bildirgesiyle (1776) eşleştirmek mümkün. Dünyaya yayılmasındaki asli etken de Fransız İhtilali tabi. (1789)

Sorun şu ki; oylama ve ifade özgürlüğü kavramlarının icadı demokrasi kelimesinin icadından çok daha eski! Yani ortada daha demokrasi falan yok iken de demokratik yahut antidemokratik tavırlar sergiliyordu insanlar (tıpkı bu gün olduğu gibi) ama bunlara bir isim verme gereği duymuyordu.
Bu hesapla demokrasi kelimesi bir kavramdan ziyade markadır. Bir takım değerleri paket halinde sunup paketin üstüne de “demokrasi” yazmış birileri işte zamanında.

Kelimeler gerçeğin indirgenmiş halleridir. Hiçbir kelime temsil ettiği şey ile aynı değildir. Masa başkadır, “masa” kelimesi başka.
Kelimelerin sadece sözlük anlamlarına dikkat etmek gerçeklerin algılanmasını kesintiye uğratır, sadece sözlük anlamlarıyla yetinirseniz gerçeğe değil gerçeğin indirgenmiş haline talip olmuş olursunuz.
Aynı kelimenin farklı kişisel ve toplumsal bilinç altlarındaki algılanması da farklı farklıdır. Buna çağrışım yükü denir.  Sözlük anlamı istediği kadar aynı olsun, her kelimenin her beyindeki çağrışım yükü farklıdır.

Demokrasi kelimesinin 79 milyon beyindeki  79 milyon farklı çağrışım yükünü baz almak pratik değil ama bu çağrışım yükünün kabaca bir ortalamasını alıp “biz” diye başlayan cümleler kurmak mümkün.

Soru basit; 15 Temmuz gecesi insanları çıplak elle tank avlamaya, kurşunların üzerine yürümeye iten motivasyon ne idi, dertleri neydi bu insanların?

Ülke yöneticilerinin hatta yönetiminin bir dış müdahale ile değiştirilmeye çalışılmasına isyan etti o insanlar. “Ben seçtim yahut seçmedim ama yönetici benim yöneticim, değiştirmek de bana düşer, sen kalkıp menfaatine uymayan şeyler yapıyor diye benim ülkemin yöneticisine el uzatırsan ben de siper olurum o yöneticiye, sana izin vermem.” dedi yani kitleler. Bu haliyle korunan demokrasi değil vatan idi. Bir takım dış mihrak ipnelerinin iç işlerimize karışması ağrımıza gitti, isyan ettik, karşı koyduk.

Darbe girişimi sonrası yapılan mitinge “demokrasi mitingi” diye isim konmasının sebebi markalamadan başka bir şey değil. “Demokrasi” markası “vatan” mefhumunun yerine kullanılıp durduğu için kafalar da karışıp duruyor.

Ortak bir “vatan savunması” fikriyle dünya görüşleri birbirinden çok farklı yığınları sokağa dökebilirsiniz ama “demokrasi” kavramı için kimseyi yerinden kıpırdatamazsınız…çünkü öyle değil gibi görünse de demokrasiye inanan pek bir kimse yoktur. Bu Yunan alüftesi için kimse düşmez sokaklara! Sade bizde değil, bütün dünyada böyledir bu, önde gayet renkli, şatafatlı bir demokrasi bayrağının yürümesi sizi aldatmasın, o bayrağın arkasında yürüyen yığınlar farklı motivasyonlarla yürür aslında.

Bu haliyle demokrasi denen marka, demagogların en sevdiği, vazgeçemediğidir. Sade kendi olsa yine iyi, “demokratik, demokrat, antidemokrat” gibi türevleri de var. Adam sıkışınca “bu tavrın demokratik değil” diye basıyor feveranı ama kendisi çok mu demokratik? Yoo, onun derdi gücü elde etmiş olanın kendisi olmayışıdır sadece, nitekim “demokrasi” diye bağıranlar gücü ele geçirirse çok kolay faşiste dönüşebilir. Yani bu demokrasi kelimesi sırası gelince herkesin işine yarayabilecek bir kelimedir ama gerçek sevdalısı neredeyse hiç yoktur. Dünyanın belki de en çok kullanılan demagoji kelimesi demokrasi kelimesidir.

“Vatan” kelimesinin sizde yarattığı o dolu dolu hislerle “demokrasi” kelimesinin sözlük anlamından ibaret çıplaklığını karşılaştırmak mevzuyu anlamak için yeterli aslında. Çağrışım yükü dediğim şey “vatan”da dolu dolu iken “demokrasi”de yoka yakın.

Solcular yıllarca “komprador, emperyalist, goşist, sekter, lümpen, burjuvazi” gibi kelimelerle kendilerini Türk halkına anlatmaya çalıştı durdu. Şu kelimelerin hepsinin toplamı “zülüf” kelimesi kadar bile titretmez insanların içini. Zülüf dediğin de altı astarı saçtır yani, o kadar. Ama “zülüf dökülmüş yüze aman, kaşlar yakışmış göze aman” dedin miydi herkesin içi bi hoş olur… “vatan” dersen de eğip bükebilirsin o insanları… ama o "solcu" kelimelerin alayına “sekter” der de başka bir şey demez o insanlar.
Aynı şekilde yaptığım araştırmalar neticesinde (yaptım hakikaten) “ülkü” kelimesinin anlamını bilen “ülkücü” sayısının aşırı az olduğunu da tespit etmiş bulunuyorum! Yani adam “bi şeyci” ama “neyci” olduğunu bilmiyor. Ki kelimenin anlamına bakarsanız solcuların da aslında ülkücü olduklarını iddia ettiklerini anlarsınız.
“Komünist”le “ülkücü”yü ayıran sadece kelimelerdir. Anlamlarına bile vakıf olamadıkları, çağrışım yükü bakımından güdük mü güdük kelimeler. Sadece marka değeri olan, lüzumundan fazla sembol kelimeler…

Bu şekilde “demokrasi” gibi dilimize yerleşmiş sözlük anlamından ibaret pek çok güdük kelime var. Örnek vermeyi gereksiz buluyorum ancak bu kelimelerin çok büyük oranda batı kaynaklı olduğunu söyleyebilirim. Cemil Meriç’in “kavga insanla kader arasında değil, insanla kelime arasında” dediği tam da budur. Bize ait olmayan, içselleştiremediğimiz, bir türkünün içinde geçemeyecek kelimeler için ne kadar çok can yandı bu ülkede…dünya görüşü fark etmez, beyhude yanan onca can için ayrı ayrı üzgünüm.

Ve…demokrasi kelimesini hiç kullanmadan konuşmak hatta siyaset yapmak bile mümkün…hem de gayet “demokrat” kalarak. Şahsen ben çok kullanmıyorum, sevmediğim gibi gerek de duymuyorum bu kelimeye derdimi anlatırken.
Daha çok kullanmamız gereken, derdimizi anlatmak için bize yetecek gayet de bizden kelimeler de var: hak, haksızlık, hakkaniyet, adalet, vicdan, liyakat, zulüm, iyilik, kötülük, insanlık, kardeşlik…gibi.

13 Ağustos 2016 Cumartesi

YARIN

Yarın 14 Ağustos.
Fetö'nün günler öncesinden felakete işaret ettiği gün. Aynı zamanda Akp'nin kuruluş yıl dönümü.
14 Ağustos'ta bir şey olacak mı acaba, 14 Ağustos bir nedir?
Blöftür inşallah, kazasız belasız geçer de gider, Allah hepimizi Fetö'nün şerrinden korusun.

Hakikaten kötü şeyler olursa yarın şu yazdıklarımla dalga geçiyormuş gibi görünmek istemem ama ortaya atıldığı günden itibaren "14 Ağustos bir nedir?" sorusuna kendi kendime verdiğim tek bir cevap var: birinin doğum günüdür yani, ne olacak ki başka?

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...