28 Aralık 2018 Cuma

OKUMA ARASI


“İçinde acının sirayet etmediği bir bölge kalmışsa, acı çekmiş sayılmazsın” gibisinden bir cümleydi, bir kitap cümlesi… okuyunca okumaya ara verdiren cümlelerden… verdim işte ben de.

Acıyı yüceltmek yahut amaç edinmek saçmadır çünkü acıyı davet etmek acının varlık sebebine ters düşer, acıyı manasızlaştırır böyle bir tutum. Acıya koşulmaz, acıya gidilmez, acı ancak misafir edilir. Misafirliğin belli kuralları olduğu da herkesin gayet iyi bildiğidir.

Daha baştan alayım.
Acının varlık sebebi dönüştürmektir. Dönüşüm diye yeni binalara yer açmak için eski binaları yerle bir etmeye diyorum, çokça enerji çokça sebep gerekir böyle bir yıkım-inşa faaliyeti için, işte acı bu sebepleri tek tek karşılayandır.
Gavurların “yeniden” manasına gelen bir “re” eki var, pek sevimlidir, reform, reorganizazsyon gibi, işte bu “re”nin anası acıdır, o doğurmuştur.

Bununla birlikte…

her devrim çocuklarını yer.

Yer çünkü yemek zorundadır. Devrim kendisini doğuran soruları kendine sormaya mecburdur, doğası böyledir, yamyamlık eder,  sonunda ölüm olsa bile… ki her ölüm bir “yeniden doğum”dur. (Rebirth)
Tüm bu dönüşümlerin gerekçesi de hep aynıdır: acı. Rahat insan hareketsiz olur, acısız insan yer değiştirmez, ondan da bir halt olmaz.

Kitap cümlesinin dediği de bu işte, eğer devrim statükoya sırnaşmışsa gerçek değildir çünkü bünyede acının sirayet etmediği bölgeler kalmıştır… kalmamalıdır… çünkü gerçek bir devrim ancak katıksız bir samimiyetle mümkün olabilir, katıklı samimiyetse politik ve pragmatisttir. (Pis şeyler)
Çünkü; bunca riyanın kol gezdiği dünyada... bunca riyakarın bu kadar tok olduğu dünyada... hala pazarlığa açıksan... sen de riyakarsın. 

İnsan, mutlu olma isteğinden kurtulmadıkça kendi olamaz. 
İnsan, kendi olma isteğinden kurtulmadıkça da kendi olamaz.
Ve nasıl acıyı davet etmek ahmakçaysa kovmak da öyle ahmakçadır… sadece geldiğinde güzel misafir etmeyi bilmek gerekir o kadar.

Ego kesiklerini acı zannetmek çok yaygın bir yanlıştır.

Acı çekmek genelde arzu edilmeyen türden bir kabiliyettir ve insanın alamet-i farikasıdır. Herkes acı çekemez çünkü herkes insan değildir.
Dönüşmek, her kulun yazgısındaki ortak madde değildir.

Sıradaki parça işe egosunu karıştırmadan tertemiz acı çekme yeteneğine sahip ehl-i yas  devrimperver ruhlar  için gelsin:
https://www.youtube.com/watch?v=t4DNY4bgtXM
Sıradaki şiirimiz  de ego kesiklerini acı zanneden portatif ruhlar için geliyor:

Düşünme, arzu et sade,
Bak böcekler de öyle yapıyor.
Orhan Veli

17 Aralık 2018 Pazartesi

TO BE OR NOT TO DIR DIR DIR


“Var mısın ki yok olmaktan korkuyorsun” diye sormuş Muhyiddin İbn-i Arabi.

Yaratıcı drama şeysinde oradaki herkesi tek bir kelime ile tarif etmem istenmişti de bir kız için “sinyal lambası” demiştim, bozulmuştu kız... çünkü haklı olduğumu biliyordu.

Var olmak yetmez var olduğuna ikna edilmen lazım, yani önce başkalarının inanması gerekiyor var olduğuna.

Yaptığımız şeyi Instagram’da paylaşmamışsak yapmış sayılmaz mıyız?
Hepimiz bi çeşit Banu Alkan mıyız? Amenna.

Doğayı sevmemiz şundan:
Bizi kimse görmüyorken gidip dereyi ellemek yahut yüzümüzü rüzgara yalatmakta gayet masrafsız  varlığı hissetme halleri gizli… gözleyen yok, kınayan, puan veren yok… bir sen, bir papatya, bir de Allah, mis gibi bir var olma.

Ama yetmiyor işte, bilinmek istiyor insan.

Uzanıverse gövdem taşlara boydan boya,
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse kaldırımların kara sevdalı eşi.

 “Alnımdaki ateş” dediği var hissetme ihtiyacını giderememişliğin neticesi, savaş var bünyede.
Var hissedebilmek için uygun gördüğü çözüm de yok olmak, eşyaya karışarak yok olmak.

Mademki varım etkiler üretmeliyim, homurdanmalıyım, memnun olmamalıyım ki müştekiliğim varlığıma delil olsun, olmadı yok olurum var olmak için… gerçekten var mısın peki?

17 Kasım 2018 Cumartesi

201811171158

İki aya yakındır bişi yazmamışım buraya… diyecek sözüm yokmuş demek ki. Hala da var değil.
Bununla birlikte söz çok aslında ama sözlü olarak harcıyorum hepsini. Bir de kendi kendime söyleyerek harcamalarım var tabi. (Sesli kendi kendine konuşma değil, delirmedim, beyin içi şeysi)
İşim değişti, evim-semtim değişti, rutinlerim oldukça değişti. Arabam aynı hala ama onu da satılığa çıkardım, o da değişecek.
Sosyal medya hesaplarımın hepsini kapattım. Öyle çok özel bir sebep filan yok, gözüme saçma geldiler bi an, kapattım gitti. Açar mıyım geri? Bilmem.
Yeni evim ikinci katta ve camından bakınca ağaçları cepheden görüyorum. Ben yıllarca ağaçlara tepeden baktım, böyle musavi bir bakış çok daha iyiymiş, sanki önceden hayatın reaksiyonlarını sadece seyrediyormuşum da şimdi bizatihi katılıyormuşum… gibisinden bir his. Öyle her reaksiyona katılmak isteyen biri hiç olmadım ama ağaçlar iyidir :)
Dün akşam salonun köşesine sallanan koltuğumu yerleştirme operasyonu yaptım, (en alta birkaç kat kumaş, üstüne mermer, üstüne koltuk, yanına sehpa, arka tepemde de aplik lamba var, bayağı bayağı operasyon yani), Fransız balkonun kenarında sokağa hakim bir okuma köşesi hasıl olmuş oldu bu şekilde. Gözünü cama çevirince ağaçlı-yollu gerçek dünya, kitaba çevirince ayrı bir başka dünya, henüz oturup bir şey okumuşluğum yok ama düşüncesi hoş :) Sehpanın üzerinde de kahve olur mu bilmiyorum, ben o meşhur kitap-kahve konseptine dahil olamıyorum, kahve soğuyo hep!
Suzi hala görmedi yeni evini, ev iyice toparlanana kadar ablamda kalmaya devam edecek. Sever inşallah yeni evini, ben sevdim.
Geçen hafta Antep-Urfa yaptık, sürekli yedik :) Özellikle Antep’te farklı bir düşünsel iklim hakim, yeme alışkanlıklarındaki dışa dönük konsantrasyon her şeye sirayet etmiş, o kadar ki büyük şehir olmasına rağmen zamanın akışını da farklılaştırmış bu konsantrasyon farklılığı.
Aralık başında da Hatay var. İki kez uçak bileti yaktım, gitmek bir türlü nasip olmadı Hatay’a, bu sefer olacak inşallah. Antep’ten aşağı olmayan gastronomik beklentilerimin yanında farklı beklentilerim de mevcut, üç dinin bir araya geldiği nadir şehirlerdendir Hatay. (Diğerleri için bkz. Kudüs, İstanbul) Fotoğraf makinemi götürecek miyim bilmiyorum, Antep’e götürmedim ama Hatay başka! Bir yere giderken makinemi yanıma almamak eskiden çok çılgınca bir fikirdi benim için ama şimdi gayet normal gözüküyor… o kadar kopmuşum fotoğraftan. Gerçi layıkıyla fotoğraf çekmek için ya yalnız ya da fotoğrafçı grubuyla gitmek gerekiyor, öteki türlüsü zor oluyor. Amaan, hayırlısı hayırlısı.
Ne anlatıyorum ben böyle yaa, günlük doldurur gibi bır bır bır!
Sustum.

Sonradan not 1: Instagram'ı açtım. Neden? Çünkü çok lüzumluydu :p
Sonradan not 2 : Suzi çok pis depresyonda, taşınmak yaramadı :(

24 Eylül 2018 Pazartesi

DAHA İYİ BATAKLIĞI



Bu parça neden var? Beni yavaşlatıyor.

Ajitasyondan uzak, kederli değil, hüzünlü de değil tam. Bana çağrıştırdığı kötü bir anı filan yok, kötü de hissettirmiyor, yavaşlatıyor sadece. Bir çağrıyı saklıyor içinde... ki tekrarlanan melodi de çağrının yinelenmesi gibi.
Peki benden ne istiyor, niye yapıştı da gitmiyor?
İçimdeki bu dünyaya ait gürültüleri bastırdığının farkındayım, çok başka bir dünyadan içime düşmüş yerleri sonbahar uğultusunun duyulabildiği yerlere doğru çekiştirdiğinin farkındayım ve tüm bunlar çok tehlikeli... çünkü böyle bir davete icabet insanın daha çok kendisi olmasına sebep olur. Kendi olmanın bir bedeli de hep vardır.

Her köşe başında kendine rastlamak zorunda olmamalı insan, bu kadar gerçek bu kadar yüksek yaşamak zorunda olmamalı, en azından bazen bunlardan biraz muaf olmalı. Bu parçayı sıkıcı bulma hakkı olmalı mesela, ne bileyim şeftali yer gibi yaşama hakkı olmalı.

Daha iyi bir insan olmak mümkün.
Daha iyi bir insan olmak daha iyi olmak anlamına gelmez.
Daha iyi olmaksa aslında en kötüsüdür.

İnsan bazen kendini görebilir.

30 Ağustos 2018 Perşembe

TARÇINSIZ SALEPLER VE SOĞUK LİMONLU SODALAR

Bir gülüşe yahut bakışa aşık olmanın şartı manalı bulmaktır hatta manalar bulmaktır. O esnadaki ümitse gülüşün-bakışın çalışılmış bir rol ürünü olmamasıdır, aksi türlüsünden Allah korusundur. Gerçekten de Allah'ın en koruması gereken kişilerdendir çalışılmış bir gülüşe maruz kalıp çözülen-dökülen bibaht kişi.
Ses tonuna aşık olmak var bir de yahut konuştukça şekli değişen bir yüz kıvrımına. (Sırf o kıvrım sabit dursun diye kıvrım sahibinin konuşmasının istenmediği zamanlar şüphesiz var olmuştur) Ses tonu, kıvrım gibi şeyler somut olmaları hasebiyle  kazazede için daha manalı kaza sebepleri gibi görülebilir ancak asıl anlam aranması gereken kazanın kendisidir çünkü hiçbir somut herhangi bir soyuttan daha fazla değildir.
Tam burada " kazada mana bulamazsın vilayete bak istersen" diye iğrenç bir espri yapasım var çünkü şu anlattıklarım beynimin öyle kenarından öyle geçip gidiyor ki... Beyin merkezine hiç bakmadan geçiyor, gece mezarlığın yanından geçerken mezarlara hiç bakmadan geçen yolcu gibi geçiyor... ve de tabi ki ıslık çalarak. Tam bu esnada mezarlardan birinin korkak yolcuya nanik yapmasından daha doğal ne olabilir ki?
Demek istediğim... insanın dikkati ses tonu, kıvrım, kaş kıpırdaması, ne kadar da zarif ayakkabı, düşecekmiş gibi duran saç tokası,  eğri dikilmiş biye, göz teması gibi şeylerdedir hep ancak dikkatini asıl vermesi gereken hızla harekete geçmiş olan mana bulutlarının lüzumsuzca bir yere takılıp kalmaması gerekliliğidir. Zira biz (insan nesli) kaderimizi yanlış etkiler altında ziyadesiyle yanılmış bir şekilde inkişaf ettirmeye çok meyyalizdir. Yahut doğru kelimeleri yanlış deftere yazmaya, aynı şey.
Bu yazıyı tek bir paragraftan ibaret olarak yazacağım çünkü paragraf açmayı hak etmiyor.
Bu arada belirtmeliyim ki ben bakışları görsel kategorisine değil edebiyat kategorisine koyuyorum. Film izlerken mesela gözler görselin değil senaryonun parçasıdır. (Bkz. Meryl Streep)
Tekamül hazretlerinin şimdiye kadar söylediklerime bakışı çok farklıdır. O hazret "yanlış, eksik, yanılmış, yazılmış, saç tokası, dudak kenarı, paralize olmak" gibi kavramları zavallı insan neslinin ancak becerebildiği türden bir manalandırma gayretini manalı bulmaz. Bizde amaç olan onda araçtır ve herkesin bildiği gibi yolda kalan araçlar çekiciler tarafından çekilir. (Çekicilerin çekme yeteneği ayrı bir hayret konusudur, bu yazının konusu değildir)
Dünyadaki tüm hadiseler başı kıçı belirsiz savruk bir yazının yazılması gibi gelişiyor, şu yazdıklarım gibi. Bir final hep gereklidir ama aslında o bir final değildir. (Vizedir :p )
Seni bazen seviyorum ey okurcu ama genelde dalga geçesim var :)

2 Ağustos 2018 Perşembe

REH-İ BİHUDE AMA DEĞİL


- Yolumuz uzun.
- Nereye gidiyoruz?
- Uzun işte.
- Sen de bilmiyorsun di mi?
- Fikrinin bile ulaşamadığı yerlere yalınayak düşmüşlüğün hiç mi yok?
- Var.
- Ağlamayı biliyor musun?
- Çok şükür.
- E daha ne soruyorsun?
- Özel bir sebebi yok, sürprizi bozmak istemiştim sadece.
- Bozma.
....................
- Şu tepeyi de aştık mı sonrası düz mü?
- Yoo.
- Başka bir tepe mi var ki?
- Muhtemelen.
- Tamam.
....................
- Yürümemiz manasını kaybetti, her yer birbirine benziyor.
- Durmaya layık bir yer göster, duralım o zaman.
- Yok yok, gidelim.
- Hangisi daha korkutucu, manasızlık mı yoksa durmak mı?
- Layık bulmak.
....................
- Şu tepeyi de aşınca aniden denizi göreceğiz bence, güzel olacak.
- Çok romantiksin, Orhan Veli şiiri değil bu.
- Ama öteki türlüsü de çok sıkıcı.
- Haklısın galiba.
- Tamam, deniz olmasa da başka türlü bir yeşil görelim o zaman o tepeyi aşınca.
- Dua mı bu?
- Galiba.
....................
- Duan kabul oldu.
- Evet ama gözüm çabucak alıştı. Koyu mavi ağaçlar istiyorum şimdi, meyveleri de açık mavi olsun.
- Maviliği mufassal bir vaha gibi... durmaya değer bir yer.
- Yok, değmez.
....................
Derken orman bitti, ardından toprak bitti, yoğun bir boşluğun içinde yüzer gibi yürür oldu yolcular.
Derken ferahlık başladı.
­....................
- Elimi tut.
- Tuttum.

3 Temmuz 2018 Salı

AKREDİTASYON İŞLERİ



Yazıyı böyle tane tane, sindire sindire okudum ve bir tv başı diyaloğunu anımsattı bana.
Birkaç edebiyat leşkerinin edebi edebi konuşmasını izliyorduk, söz Üçüncü Şahsın Şiiri'ne geldi ve şiirdeki kıskançlıktan konuşmaya başladılar, ben şaşırdım ve  insiyaki olarak "o şiirde kıskançlık yok ki" deyiverdim. "Nasıl yani?" sorusuyla karşılandı tepkim...şöyle cevap verdim:
Şair o çöp gibi ipince oğlanı kıskanmıyor, o olmak istiyor.

Kıskanmak bir şeyin başka birinin elinde değil de kendi elinde olmasını istemektir. Kendi eline geçirme imkanı yoksa bu sefer de "onda da olmasın" isteği ortaya çıkar, yoklukta eşit olalım bari...hesabı. Hatta insanın canını asıl yakan kendinde olmaması değil de başkasında olmasıdır.
Bu hesapla Attila İlhan o kızın çöp gibi oğlana ait değil de kendine ait olmasını istiyor olması gerekir kıskanmanın oluşması için. Öyle değil işte, şair bir şeyi ele geçirmek filan istemiyor, bizzat o oğlana dönüşmek istiyor.

"beni sevmiyordun bilirdim"
O kız tarafından sevilen insan olmak istiyor şair, olduğu kişi olmaktan rahatsız, başka birisi olmak istiyor... ve o kızın sevdiği bir adama dönüşürse...daha değerli biri olmuş olacak.
Şairin rahatsızlık sebebi değersizlik hissidir, isteği ise dönüşmek, değerliye dönüşmek.

Böyle aşklı meşkli on numara bir şiiri psikolojik rahatsızlıkmış gibi ele almam rahatsız edici di mi? Rahatsızlık varsa iyidir.
İyi de aşkın kendisi marazi ki zaten, yazıda pek güzel açıklanmış ki böyle gerçekten bir şeyler söyleyen dolu bir yazıya tesadüf etme ihtimalimiz yüksek değil, bu kıyağımı da unutmayın.

Konuyla çok direkt ilgili değil ama kıskançlık bahsini kapamadan şu muhteşem ötesi güzellikte beyti buraya iliştireyim de şiir tanrısının gönlünü almış olurum belki:
Künc-i firkatte rakiba beni tenha sanma,
Yar ger sende yatursa elemi bende yatur.
Bağdatlı Ruhi
(Ayrılık köşesinde beni yalnız sanma ey rakip, yar eğer sende yatıyorsa elemi de bende yatıyor)

Yazı bana söyleyecek bir şey bırakmamış ama bir-iki ekleme yapasım var.

Kendi olmaktan rahatsız olmayı doğrudan aşağılık kompleksi gibi algılamak yaygın bir yanlıştır, insan denen canlının fabrika ayarları kendi olmaktan rahatsız olmaya yöneliktir, rahatsız olacak ki değişsin-değiştirsin-dönüşsün-dönüştürsün.
Eğer insanlar kendisi olmaktan rahat olsalardı... hala sopanın ucuna taş bağlayıp hayvan avlamaya çabalıyor olurduk. Belki taşları cilalamayı akıl etmiş de olabilirdik ama o kadar yani, fazlası olamazdı. Tekerleği bulan kişi kendisi olmaktan rahatsız olduğu için buldu, Kutuplar'ı böyle birisi keşfetti, bu binalar, cihazlar, sanat eserleri hep kendisi olmaktan rahatsız, başka birisine dönüşmeye çalışan insanların eseridir. Eğer insan arabaysa kendisi olmaktan rahatsız olmak benzindir, en büyük sermayemiz rahatsızlığımızdır.
İnsanın içinde olması normal olanla psikolojik rahatsızlık olan arasında ince bir çizgi var sadece, kendisi olmaktan rahatsız olmak kimseyi anormal yapmaz ancak bu durumun abartılı bir hal alması ve yanlış şeyler üzerine yapılanmasını psikolojik bir rahatsızlık olarak mütalaa edebiliriz.

Aşkın kimyasının marazi olmasındaki asıl sebep muhatabın yanlışlığı... 
Bir parçanın, başka bir parçayla birleşerek bütün olacağını sanmasındaki hatadır marazın sebebi... iki damlanın birleşince okyanus olacaklarını sanması gibi. Aşk, damlanın okyanusa kavuşarak-karışarak kaybolma isteğinin ifadesidir, kendi gibi bir başka damlayla olacak iş midir vuslat?
İki damlanın okyanus edeceği sanrısı hiç ölmeyeceğini sanma sanrısıyla aynıdır... sonlu bir hayatın içine  sonsuzlu anlamlar sığdırma telaşı bütün sanrılarımıza kaynaklık eden temel sanrımızdır.
Ayrıca... iki damla su birbirlerinin neredeyse aynıdır ama insan insana benzemez... bu benzemezliğin inkarını da yazı çok güzel anlatmış.

Kendi olarak sana gelen,
sana gereksinimi olmadan seni isteyen,
sensiz de olabilecekken senin ile olmayı seçen,
kendi olmasını seninle olmaya bağlatan.
O işte.
Oruç Aruoba

Aruoba'nın tarif ettiği aşk mıdır? Değil.

Sende işine yarar bir şeyler var ise "seni seviyorum" diyen insanlara tiksintisi yazdırmış bu sözleri Aruoba'ya bence, sadece kendisi olduğu için sevilmek ve değer görmek istiyor.
Çok makulmüş gibi görünen bu istek aslında karşılanması imkansıza yakın bir istektir. Bir önce yazdığım Brooklyn'de Orospuluk yazısı tam da bunu anlatıyordu, sana gülümseyenler sende olan bir şeyleri kendisi için istiyor, "benim için neyin var" sorusu hep ilk sırada, seni "seni seviyorum"larla bağlayarak alacaklarını garanti altına almaya çalışıyorlar ve mevzuya böyle röntgenle bakınca Aruoba'nın tiksintisini paylaşmamak imkansız.

Aruoba'nın tarif ettiği şey aşk değil kabul görmektir... insanın en temel ihtiyacıdır.

"Şunu elde edersem beni daha kolay kabul ederler" ya da "bunları edinirsem daha yüksek kişilerden kabul görürüm" düşüncesi ile diploma sahibi oluyor insanlar... Mercedes sahibi, makam sahibi oluyorlar... ya da enstrüman çalmayı bilen insana dönüşüyorlar, üç dil bilen insana, kuantum fiziği hakkında konuşabilen insana... Güney Kutbu'nu keşfetmiş insana, radyoyu icat etmiş insana vs.
Tüm bunları itibar görmek için yaptığını düşünürüz insanın ama "kabul görmek" daha doğru bir ifade. En doğru ifade de "akreditasyon"
Bu yabancı kelimeyi çok gerekli olmasaydı kullanmazdım ama duruma en en uygun kelime budur.
Akreditasyon demek "herkes değil ama sen girebilirsin" demektir. Başkalarından bir farkın olur yani, havalı bir durumdur. İnsanın kendisini değerli hissetmesi akreditasyonel tatminlerden başka bir şey değildir aslında.

Erkeklerin seksi skor telaşına dönüştürmesi buna güzel örnektir. Kadın, başkalarına vermediği izni sana vermiştir, bu izni koparan erkek değerli-özel hisseder, akredite olmuş hisseder. Ve işi bitince arkasını dönüp uyur ya da giyinir gider...kale fethedilmiştir, aynı izni birden fazla kez kullanmanın çok da matah bir anlamı yoktur. Bu yüzden seksle skor telaşını karıştırmamak gerekir, seks hayatın başlangıcıdır, mucizelere gebe çok güzel bir şeydir fakat skor telaşı hastalıktır, geçici bir süre için değersizlik hissinden kurtulmaya dair boktan bir ağrı kesici haptan başka bir şey değildir.

İnsanların siyasi görüşleri sandıkları şeyler...tuttukları partiler...uzun uzun tartışmalar... hep bitmez bir akreditasyon talebinin ifadesi aslında.
İnsan sürekli haklı çıkmaya çalışan ve haklılığını göze sokan hayvandır.
Hep akreditasyon işte bunlar, gerçekten siyasi bir görüşe sahip insanların oranı % 1 ya vardır ya yoktur. (Yoktur)
Aidiyet duygusu ve akredite olma telaşı olmasaydı çok çok az kişi siyaset konuşuyor olurdu.

İnsanın kayıtsız-şartsız kabul ve değer gördüğü...akredite olduğu...hiçbir şey yapmak zorunda olmadan elde ettiği... ve % 100 gerçek sevgiyle sarmalandığı tek durum muhtemelen annesinden gördüğüdür ama o da çantada keklik bir sevgi olduğu için görmezden gelinir. İnsanın sevgilisinde annesini-babasını araması tuhaf di mi? Belki.

Buralarda bir yerlerde bağlamam gerekiyor da... bağlamak zorunda mıyım? Özetle:
Aşk hastalıklı bir şeydir ve hastalıklı olması normaldir... asıl büyük hastalar hasta olamayan lüzumsuzca gürbüz olanlardır ki bunlara "gömülmesi unutulmuş ölüler" demek çok da yanlış olmaz. Madem hasta olmayacaktın niye geldin ki dünyaya di mi?
Sahi ya... niye geldik?

31 Mayıs 2018 Perşembe

BROOKLYN'DE OROSPULUK


Aysel git başımdan orospunun tekisin.

Attila İlhan beni affetsin, Aysel de öyle. Derdim kara çalmak değil, kötü komiklik peşinde de değilim, çok tuhaf bir şeyden bahsedesim var sadece. Yanlış anlaşılmaya çok müsait şeyler söyleyeceğim için zeka zafiyeti içinde olanların okumaması daha hayırlı olur.

Orospu kelimesinin bende net bir karşılığı yok, çıkamıyorum işin içinden.
Tdk orospu için iki şey söylemiş:
1. Hayat kadını. 2. Kolay elde edilen, düşük ahlaklı kadın.
Saçma sapan tarifler bunlar, "hayat kadını" dediğin zaten eşanlamlısı, bir tarif yok ki orada, o kolay elde etme işi de manasız, ne kadar kolay? Oradan ahlak çıkarımında bulunmak? Saçmalık!
Para karşılığında cinsel ilişkiye giren kişi... desek daha doğru bir tarif olur herhalde ama bu tarif de yanlış.
Karşılığı illa para olmak zorunda değil, para yerine "menfaat" demek daha doğru.
Cinsel ilişki şartı da yok, adam parasını verip sadece seyretmekle yetinebilir mesela, değişik talepleri olan sapkın ruhlu insanlar da var.
Menfaat karşılığında insanlara cinsel haz veren kişi.... daha doğru bir tarif bu hesapla. İyi.

İyi de... pazarladığı malı satabilmek için biraz dekolte giyinen kadın da bu tarife giriyor! Bu tarif de doğru olmamalı çünkü azıcık süslenen her kadını (ve erkeği) bu tarife sokabiliriz, müşterisine güzel görünmek orospuluk olmamalı di mi? Bir yerden çizgi çekmek lazım da nereden... ben bilmiyorum, işin içinden çıkamadığımı söylemiştim.

Orospuluğu bir meslek değil de bir davranış biçimi hatta bir itki olarak ele almak daha akılcı olur bence, istediğine ulaşabilmek için cinselliği araç olarak kullanma davranışı-itkisi...gibi.

Şu filmden geldi aklıma bunlar.
Aslında daha önce bahsetmiştim bundan,  Blue Valentine filminden bahsettiğim (25.12.2017) yazıda, bir video vardı orada, adam gayet açık anlatıyordu konuyu, diyordu ki:
Bence erkekler kadınlardan daha duygusal. Biz evlendiğimizde tek bir kadına bağımlı oluyoruz, bir kadınla tanışıyoruz ve "bu kadınla evlenmezsem aptalım" diyoruz. Kadınlar en iyi ihtimali seçiyorlar. Evlenirken işi var mı diye bakıyorlar. Hayatları boyunca beyaz atlı prensi arıyorlar, sonra en iyi ihtimalle evleniyorlar.

Burada doğrudan kadınlar hedef alınmış da karşı cinse bu gözle bakmak kadınlara has değil... ancak bu bakış açısı kadınlarda fıtratsal, o yüzden "itki şeklinde düşünmek daha akılcı" dedim.

Burada anahtar kelime: sebepsizlik.
Yakınlaşma sebeplerin ne kadar belirsizse... yakınlaşman ne kadar sebepsizse... o yakınlaşma o kadar yücedir.
Bir kadınla karşılaşırsın ve "kalan ömrümü bunun dizinin dibinde geçirmezsem aptalım" dersin, hatta ona uzak kalmak acı verir, sebepsiz yakınlaşma budur işte, neden kalan ömrünü o dizlerin dibinde geçirmek istediğini kendine bile açıklayamazsın çünkü.
"En iyi ihtimal" diye bahsedilen durumsa gayet sebepli. Bir şeyler karşılığında o kişinin yanında duruyorsundur, tek tek sayılabilecek sebepler söz konusu burada. Böyle tek tek sayabiliyorsan durum hiç de yücelik arz etmez!

Çok ilginç bir çelişki var burada.
Şu dünyada koşulsuz sevgiye en iyi örnek annenin evladına sevgisidir herhalde. Şu dünyanın en koşulsuz sevgisini üretebilen kadının erkeğe sevgisinin bu kadar koşula bağlı olması ilginçtir. Biyolojik formasyon üzerinden düşünürsek kadının erkeğini koşullu olarak sevmesinin sebebi evladını koşulsuz sevmesidir...diyebiliriz, her şey çocuk için yani, her şey soyumuz devam etsin diye.

Hiçbir şey karanlık odadaki siyah kediyi aramak kadar zor değildir. Hele de odada kedi yoksa.
Konfüçyüs

Kadınların bilmediği ve anlamak istemediği bir bilgi vereyim: erkekler kadında hep o koşulsuzluğu arar, sebepsiz sevilmek ister erkek.
"Beni ben olduğum için sevsin sadece" der erkek, "bir farkım olacaksa benim ben olmam olsun" der. İyi bir iş, adaleli vücut filan değil yani... kabul görme istediğidir bu, "gerçek bir kabul görme isteği" yani samimiyet arayışı.
Kadın o erkeğin önünde durur ve ayrılmaz oradan, neden? Daha iyi bir ihtimale sahip değildir de ondan! Erkek bu düşünceden nefret eder ama... bütün ömrünün karanlık bir odada olmayan kediyi aramakla geçmesini de engelleyemez.

Bunu çözmüş akıllı erkeklerin hayatları kolaydır, kedi medi aramazlar, olana talim ederler. Ahmak erkeklerse samimi sevgi peşinde heder olur giderler.

Bu paragraf spoiler içerir.
Filmde (Brooklyn, yukarıda linkini verdiğim) doğruluk cetveli gibi bir kız var. Akıllı, ahlaklı, ağır başlı,  güvenilir vs.
Filmin başında bu kızın hayatı zorluklar içinde iken giderek durumu iyileşir. Bu iyileşmede en büyük etken de evleneceği adamı bulması ve hatta aşık olmasıdır. İşler o kadar yolunda gider ki "niye çekmişler ki lan bunun filmini, her şey yolunda işte" diye düşünüyorsunuz izlerken. Ama sonlara doğru "daha iyi bir ihtimal" bulunca o güzelim, o ahlak timsali kızın başı götü oynamaya başlar!  Yönetmen izleyiciye "bu bile böyle yapıyorsa" dedirtmeye çalışır... dedirtir de.

Orospuluk bir meslek değil bir itkidir, hayatta kalabilmemiz için bize verilmiş itkilerdendir, hatta sade hayatta kalmak değil üreyip soyumuzu devam ettirmemize de yarar, erkeği kadını da olmaz bu itkinin. Sevginizi ne kadar sebeplere bağlıyorsanız, zor bir durumla ya da daha iyi bir ihtimalle karşılaştığınızda partnerizi satıp sıvışma yeteneğiniz ne kadar yüksekse...o kadar nasibiniz var demektir orospuluk itkisinden.

Breaking The Waves filminde ana karakter (Bessy) bir laf eder, daha önce de bahsetmiştim bu replikten ki beni çook etkilemiş bir repliktir, der ki:
Herkesin hayatta en iyi yaptığı bir şey vardır. Benimki de aptallık. Ben inanırım.

Odada olmayan siyah kedidir Bessy... arar dururuz. Çok az "gerçek aptal" var dünyada, herkes uyanık.

Not: Filmde şöyle de bir replik var:


Bu repliği söyleyen kişi otoriteyi temsil eden bir teyze. Mevcut durumu muhafaza etme düşüncesinin ifadesidir teyzenin söylediği, yani statükonun.
Erkek çalışacak, kadın da tek bir erkekle sevişecek... diyor işte statüko.
Kadim düşünce hayatta kalmanın yöntemini bu şekilde belirlemiş. Önemli bir replik bu, bu cümleyi anlamak pek çok şeyi anlamaya kapı açar.
Bu repliği not olarak koymayı uygun gördüm çünkü zaten karışık olan meseleyi iyice karışıklaştırırdı ama bu yazıda da bulunması gerekiyordu.

9 Mayıs 2018 Çarşamba

ESKİYE GÖRE YENİLER


24 Temmuz 1940 tarihli Vakit Gazetesi haberi...
Pek hoşuma gitti haber de devamı 7. sayfada imiş ama o sayfa ne yazık ki yok :(

Faruk Nafiz'den de bir şiir ekleyeyim bari, bu ikisi burada dursun:

ESKİYE GÖRE YENİLER

Zamane şairleri, Yani’ye Kani derler, 
İki satır dizince adına mani derler.

Çaldıkları ıslığa saf şiir derler çoğu,
Çektikleri sıtmaya vahy-i rabbani derler.

Altı saatlik ömrü olmayan şiire baki,
Altı asır yaşamış gazele fani derler.

Nazma yumruk atanlar ya dahidir ya şair,
Musiki, renk ve mana koyana cani derler.

Eskilerin bir ölmez şiir perisi vardı,
Yeniler böylesini görse zebani derler.

Eskiler ilham için gezerlerdi Ada'da,
Yeniler ver elini Mezeci Yani derler.

Aynı adam sanırlar bütün sakallıları,
Abdülhak Hamid'e Hamid-i sani derler.

Devrin şiirlerinde her kim mana ararken,
Aklını oynatırsa, tesir-i ani derler.

Eskiler böyle anlar yenilerin şiirin,
Yenilere sorarsan idrak-i mani derler.

Çam deviren sorarsa kimdir hakiki şair,
Memleket yollarında Veysel Karani derler.

Not: Şiiri internette bulup copy-paste yapayım dedim ama bulduklarım hep yanlış ve eksikti. Yine ne varsa kitaplarda var.

29 Nisan 2018 Pazar

YALAN



Makineleri sattım, personeli işten çıkardım, firmayı kapatıyorum. Yeni işimi kurana dek personel yalanından, müşteri yalanından, tedarikçi yalanından azadeyim.
Hayatımda kimse yok, "sevgilim yalan mı söylüyor" şüphesinden azadeyim.
Müthiş güzel bir rahatlık bu. Rahatsız edici bir rahatlık. Anlatıcam.

Ben sadece cümlelere değil her şeye "yalan mı yoksa gerçek mi" gözüyle bakıyorum. Her şeye! Obsesyon gibi bende bu, refleks gibi... misal eşyalar. Güzel gözüksün ya da maliyeti düşük çıksın diye işlevini yerine getirmekten aciz olarak üretilmiş eşyaların alayı yalan. Tek kullanmada ucu bozulan tornavida, pek bir dekoratif ama üzerinde yanan sigarayı tutmayı başaramayan küllük vs. Plastik çiçek, giydirilmiş sandalye gibi objelerse artık iğrençliğe varan yalan!
Sonra bir kitap mesela; yazarının söyleyecek sözü varmış da mı yazılmış yoksa kitap olsun diye mi? Bu bakışla okuyorum her okuduğumu ve bir şekilde hissediyorum cevabı, bu kitap gerçek mi yoksa yalan mı? İçinde söz birikmemiş kişilerin ürettiği kitaplar tabi ki yalan, paramızı ve vaktimizi çalan türden yalan. Ve o kadar çok yalan kitap var ki piyasada!

Yahya Kemal büyük şair, çok büyük şair, aksini iddia etmek abesle iştigal, net... ancak üstadın birazcık zorlama huyu vardır.
Beşiktaş'taki Barbaros Hayrettin anıtının altında Yahya Kemal'in şu dizeleri yazılıdır:
Deniz ufkunda bu top sesleri nereden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!
Adalardan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi,
Yeni doğmuş Ay'a baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?
Yaani... anıtın altında güzel duruyordur belki bu dizeler ama... kulağımı şenlendirdiklerini söyleyemem. Beğenmeyen bir ben değilmişim ki Neyzen Tevfik bu dizeleri görünce şu dörtlüğü yapıştırmış:
Ebedi bilgini Hayrettin Kaptan,
Beş asır önceden biliyor gibi.
Ikına sıkına yazdığın şiire,
Barbaros kıçını siliyor gibi.
Hak etmiş mi? Bence evet. Nerde o "Tenha yolun ortasında rüzgar / Teşrin yapraklarıyla oynar" diyen adam di mi? Bu muazzam dizeleri yazan adamın Barbaros'lu şiiri yazdığına inanmak zor!
Velhasılı gerçek değilse...şiir olsun diye yazılmışsa...Yahya Kemal bile kurtaramaz o şiiri! Gerçek değilse değersizdir, budur, bu kadardır.

Ters örneklerden devam.
YahyaKemal'e sevgim çok bariz, Sezen Aksu'dansa pek hazzetmem.
Değmeyin feryadıma,
Figanıma değmeyin.
Eğer sevda bu demekse,
Ben vazgeçtim;
Beni sevmeyin.
ya da
Uzanıp Kanlıca'nın orta yerinde bi taşa,
Gözümün yaşını yüzdürürüm hisara doğru.
Yapacak hiç birşey yok gitmek istedi gitti,
Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti.
Bi lodos lazım şimdi bana bi kürek bi kayık,
Zulada birkaç şişe yakut yer-gök kırmızı,
Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp,
Düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı.
Şarkı sözü ikisi de, söz-müzik Sezen Aksu. Her iki şarkı sözünün de yas döneminde yazıldığından şüphem yok, çünkü o kadar gerçekler ki! Gerçekliklerinden şüphesizliğim sadece sözlerden değil, müzikler de sözlere aşırı uygun. Birisi şarkıya söz olsun diye yazmamış bunları, yaşamış ve içinden sözlü müzik olarak döküleni şarkı diye kaydetmiş. "Aşkları da vururlar şarkıya şiir olur" di mi? Olmuş işte, gerçek bir aşk acısı çekmiş kadın, buyrun sonuç.

Yahya Kemal aşk acısı çekerken nasıl yazıyordu acaba? Bkz. Sessiz Gemi şiiri. Yaygın bir yanlış anlama olarak o şiirin ölümden bahsettiği sanılır, alakası yoktur, gemiye binip giden sevgilinin ardından özlemle yazılmıştır. (Celile Hanım'a yazılmıştır, Nazım Hikmet'in annesi)
Gerçek olunca işler çok değişiyor değil mi? Hem de nasıl! Aşk olmadan meşk olmaz sözü boşa söylenmiş olamaz herhalde!

Sezen Aksu'nun yazdıkları şiirdir-değildir (bence değildir) o ayrı ama gerçek oldukları su götürmez. Bu sebepten bence değerliler.
Bununla birlikte şiir oldukları konusunda kimsenin tartışmadığı "şeyler"in pek çoğu  aslında şiir değil. Şiir olsun diye yazılmışlar. Antolojilerde ismi "şair" diye geçen insanların yarıdan fazlası şair filan değil, yalan...yazdıkları da şiir değil, şiir olsun diye yazılmış o pek çok "şiir"... ve tabi ki değersizler.

Değersizlere değerliymiş gibi hürmet etmek, gerçek değerlilere haksızlık.

Örnekleri çoğaltmak mümkün ama gereksiz çünkü konu örnekler değil, konu benim obsesyonum.
Baş etmekte başarısız olduğum bir obsesyon bu. Seçimlere mühim kişi olup o makamın bahşettiği imkanlara kavuşmak için değil de aziz milleti göreve çağırdığı için katıldığını söyleyen bir politikacının  bende tiksinti oluşturmasını engelleyemiyorum mesela... ya da düğünde eğleniyormuş gibi yapanların yüzlerindeki yapay ifadenin beni rahatsız etmesini... Giydirilmiş sandalyeye tekme atasım var!..  vs.
Görmezden gelemiyorum işte, olmuyor.

"Mutlu aileler birbirlerine benzer. Her mutsuz ailenin mutsuzluğu ise kendine özgüdür."
Anna Kareninna romanının giriş cümlesidir bu. Bu cümleden ilhamla şöyle bir cümle kurmak mümkün bence:
Kaderlerin mutlu kısımları birbirlerine benzer ancak mutsuz kısımlar kendine özgüdür.
Kaderlerin mutsuz kısımları kendine özgüdür çünkü herkesin sınavı farklı yerdendir. İnancım odur ki kaderimin ihtiva ettiği en mühim sınav yalana tahammül sınavıdır. Çok sınandım buradan ve kaç kez alttan aldım bu "yalana tahammül dersi"ni bilmiyorum ama final sınavlarının hepsinden çaktım, veremiyorum ben bu dersi! Isı Transferi bile daha kolaydı valla!
Eşyanın yalancılığına bile tahammülü olmayan birinin insanın yalancısına tahammül göstermesi çok daha zor... ki durumu daha da zorlaştırmak için ek bir özelliğim de var: yalanı yüze vurmuyorum.
Bana yalan söylendiğini anladığımı hiç belli etmiyorum ki karşımdaki yediğimi sansın ve bir sonraki yalanı daha usturuplu yalan söylemesin... ben de kolayca anlayayım gene yalan olduğunu. Ama böyle olunca da nasibiniz yalandan ibaret oluyor! Yaşam kalitesini feci düşüren berbat bir huy bu ama can çıkmadan huy çıkamıyor malum, vazgeçemiyorum.
Amaç ne? Kül yutmamak. Yut yani ne olacak ki, yutmadın da ne oldu? Bir dünya yalanı da yutmuşumdur, o da ayrı.

Bir ihtimal daha var... sınavı reddedersin.
Girmezsin sınava, mezun olmamayı seçersin.
"Her insan kendi olması karşılığında topluma bir bedel öder. Az ya da çok ama mutlaka bir bedel... Kimse bedelsiz kendi olamaz. Bu bedel çoğu kez yalnızlıktır."
Bunu da Murathan Mungan demiş, muhteşem bir tespit ve nefis özetlemiş!
Yalanı gerçekten, yalancıyı dürüstten ayırmaya uğraşacağına yalana tahammülsüzlüğünü kendin olarak seçersin ve insanlardan vazgeçersin... yalnızlığınla sevişirsin... bu da bir yöntem.
Ancak kolay olandır bu yöntem, o yüzden "rahatlığım rahatsızlık verici" dedim girişte. Kısa bir süre bu lüksten nasibim olduğu aşikar ancak bu lükse uzun süreli olarak talip olmak daha çok kendi olmak imkanına sahip olmaktır evet ama aynı zamanda insan olmayı reddetmektir.
Dünyadaki en yüksek intihar oranı Kuzey Avrupa'da... hani o dünyalık sorunlarını en çok çözmüş, en dertsiz coğrafyada. O kadar dertsizler ki dertsizlikten intihar ediyorlar. Afrika'daysa intihar yoka yakın.
Zordur hayat Afrika'da...Afrikalı olmak lazım.

Ucu kibre dayanan bir şey bu "yalana tahammülsüzlük" ve kaderimdeki en mühim programın "yalana tahammül" olmasını anlayabiliyorum ben, beni bu dünyaya bir gönderen var ve geldiğim gibi gitmeme gönlü razı değil, küçük küçük yontuyor beni, yontma da değil hatta zımparalıyor. Eyvallah.

Kime nazar, ona azar.
Biliyorum ki hiçbir şey boşa değil,  azarlanmaktan şikayetim de yok. Çok şükür.

26 Mart 2018 Pazartesi

HEVES KIRICILAR


İstediği gibi davranırsam, kızdırmazsam, canımı yakmaz.
Mağdur psikolojisinin en kısa özeti böyledir.

Üniversite zamanları; henüz "çok okuma"yı bırakmadığım zamanlar. Bazı kitaplar okunmakla iktifa etmiyordu, kendileri elimde değilken de zihnimi esir alıyorlardı, yakama yapışanları vardı.
Dünya içinde ayrı bir dünyaymışlar gibi...ki öyleydiler, iki tane dünyam vardı.
O kitapların pek çoğunda da bugün artık pek kullanılmayan kelimeler sıklıkla geçerdi ve "hangi kelime güncel hangisi değil" sorusuna cevabım flulaşmıştı, adeta algım bozulmuştu. Misal Mehmet Kaplan "insicam" kelimesini o kadar çok kullanır ki bir-iki kitabını bitirince "insicam"ı güncel sanırsınız, Haldun Taner okuyorsanız "övür olmak"ı kapı komşunuz zannedersiniz... gibi.
Bu bozuk algıyla günlük konuşmalarda ağzımdan "kaçardı" işte bazı kelimeler ve duvar derhal çarpardı burnuma: Türkçe konuş be!
Hele konuşmamın arasına bir dize filan sıkıştırmam çok büyük suçtu, bildiğimi göstermeye mi çalışıyordum, artislik mi yapıyordum, yapmamalıydım! Konuşmalarım gündelik kelimelerle sınırlı ve şiirden uzak olmalıydı.
Özellikle şiir çok büyük suçtu!
Bunu yapan yakın arkadaşlarımdı, yediğim içtiğim ayrı gitmeyenler filan.
Yani dünyalarımı birbiri ile asla karıştırmamalıydım, eski kelimeler güncel dünyayı kızdırıyordu ve ben onları kızdırmazsam onlar da bana bir şey yapmazdı.
Böylece yoğun bir otokontrol itiyadı gelişti bende, konuşurken ilave bir dikkat... gönlümce konuşmam yahut kendim olmam sorun yaratıyordu, bilmedikleri kelimeleri kullanmamalıydım.

Bu böyle gitti, yıllar geçti. Bunun bende yarattığı öfke ise yıllar sonra ortaya çıktı. Kendim gibi olmak için neden izin almam gerekiyordu ki, kimdi lan bu izin mercileri?! Ben niye kelimeleri gönlümce kullanamıyordum, anlamıyorlarsa otursun onlar öğrensindi, bana neydi!

Bu arada çok bilinmeyen kelimeleri ısrarla kullanmaya çabalamak şeklinde bir artislik gerçekten var, "obskürantizm" denen bir kafanın parçasıdır o artislik de... bendekinin  obskürantizmle alakası yoktu, konuşurken o kelimenin güncel olmadığını gerçekten seçemiyordum, kaçıyordu işte. Kaldı ki mesela arkadaşlarla yemek yerken zihnimin o sıralarda okuduğum bir şeylerle meşgul olması hiç de az rastlanan bir hal değildi.

Blog yazılarında bazen o güncel olmayan kelimelerden birini kullanıyorum ama değişen şu ki artık o kelimeyi düzeltmiyorum-kaldırmıyorum, o eski kelimeyi kullanımda bırakmak bir çeşit intikam gibi şu an bende. Öyle ya, benim mekanım burası, beğenmeyen okumasın, sittirsin gitsin afedersin di mi? Oh ne güzel.

Şöyle bir ilginç durum da var ki o kelimeler son yıllarda moda oldu, "bazı kelimeler güzeldir" diye orda burda arz-ı endam ettiler. Lan ben bunları ağzımdan kaçırıyorum diye zamanında dayak yiyordum, şimdi kullanana ödül veriyorlar!.. Çok tuhaf bir his :)

Şimdi? Şimdi artık umrumda değil.
Ne moda olduğu için özellikle kullanmaya çalışanlar (genelde de yanlış kullanıyorlar) ne de o kelimelere alerjisi olanlar... hiçbiri, hiç kimse umrumda değil. Bir çeşit badel harabül Basra durumu, artık önemi yok, kırgınım, biraz da küskünüm. Dışa belli etmeyen bir şekilde kırgınım, bu konuyu yazıya dökmek aslında mahremimi kamuya açmak benim için, ucu çok derinlerde bir kırgınlıktır bahsettiğim.
Ve dediğim gibi...artık önemi yok. Bezm-i giriz olmaya en büyük sebep bezmin kendisi değil midir? Öyledir, amenna.
Ordaymış gibi yaparım, ordayım sanırsınız. 
"Eyvallah" der geçerim, geçer giderim, güler geçerim. Gerçekten doyumlu bir sohbete denk gelirsem ona da eyvallah.

Şu fotoğraftan çıktı içim dışıma.
Insta hikayesine koydum bunu ve birisi "sönmemek için direnenleri söndürmek için hayli hırpalamışsın" diye mesaj attı. Doğrudur, direneni hırpalarlar.

Orta zekalılar cennetinin en öz kanunudur yoldan sapanı odunla yola sokmak, söndürmek.
Çok gençtim, arkadaşlarım canlarının istediği gibi konuşabiliyordu ama onlar arkadaşlıklarını benden esirgemesinler diye ben dikkatli olmalıydım. Haksızlıktı ama bu! Ve ben buna çok gecikmeli isyan ediyorum.

Bahsettiğim şeyin genel adı "heves kırıcılık"tır. Sen ne yapsan "aman o da neymiş ki" mealinde cümleler duvar gibi önüne dikelir, önce saklar sonra bırakırsın elinden o sevdiğin şeyi. Ben sadece bir örnek verdim, örnekten bol bir şey yok oysaki.

Sanki siz çok şeysiniz :p

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...