31 Mart 2016 Perşembe

Bİ NEVİ ŞİİR

Onu oraya koyduk muydu,
Bu da burdan gelir,
Şunu da şurdan iteklersek,
Ötekinin yanına düşer,
Onlar ordan öyle gider.
Şu 4 az bi şurda dursun.
Demek elde de 2 varsa,
Bu zaten gidik,
3 aşağı burdan,
5 yukarı şurdan,
Çaprazdan da x’ler sadeleşir!  
Aman y’lere ihtimam,
Kafiye de tamam,
O onu götürür,
Payda zaten 1,
Kalanı ölümüne sadeleşir,
Geriye kalan nedir?

Virgül kaldı! Herkes birbirini götürdü onca sayıdan geriye sadece bi çıplak virgül (,) kaldı. Nasıl boktan şiirse artık!

26 Mart 2016 Cumartesi

Bİ NEVİ ZEKİ MÜREN


Böyle bir fotoğraf var. Konu aslında Zeki Müren değil, kalabalık.
Biri  kahveye "Zeki Müren taşınacak" diye çağrı yapmış olmalı, hayır sever kahve sakinleri de bi el atmış işte. Tanımadığı birinin bozuk arabasını itermiş gibi bi hisle girmişler Zeki Müren yükünün altına. İçlerinde bi de zenci var.
80 sene yaşasa bi insan yaşayacak 701.280 saati oluyor, günde 8 saatten uykuları düşersen 467.520 saat kalıyor yaşamak için.
Nasıl dağıtır bir insan bu kadar saati, hangi yaşamaya ne kadar saat ayırır?
Bi minibüsçü Ali Abi vardı, bizim dükkana gelirdi bazı. Hatlı minibüsler çift şoför çalışır genelde ama bu tek şoför olarak günde 15-16 saat minibüs sürüyordu. Uyku dışındaki tüm zamanı yolculardan para toplamak üzerine kuruluydu yani. Sağdaki yolcuyu almak için dur, para üstü ver, biri inmek istiyo indir, kapı kapandı devam... bütün çalışma mekanizması buydu. Hiç sinirli görmedim, ne söylesen gülümserdi, bir şey sorarsan cevap da verirdi ama kendisi sormazdı. Soruya cevap vermek dışında bir şey de konuşmazdı zaten. Robota bağlamıştı yani bi nevi, sureti hep bulunması gereken yerlerde hazırdı ama Ali Abi bana sorarsan o esnada orada yoktu. Kafasından neler geçtiğini anlamaya çalışmışlığım vardır ama başarısız olduğumu söylemeye gerek bile yok. Öyle akıllı bir adamdı yani Ali Abi, görevinin hatasız yapardı (zero defect) ve bu hatasızlık işini her gün yapardı.
Gülsün nişanına girmemek için takside öylece bekler de hani yoldan geçen birileri aralarında konuşurken biri "şartlar buysa insan niye yaşar?" der ötekine. Gülsün'ün de içine dert olur bu soru: şartlar buysa insan niye yaşar?
Şartlar ney?
Daha da mühimi insan niye yaşar? Ali Abi'nin sayesinde bi minibüs günde 16 saat tıkır tıkır para topluyor yolculardan ama gene soruyorum, insan niye yaşar?
Şu Zeki Müren'i yük diye taşıyan güruh mesela...bilmem kaç saatlik ömürlerinin bir kısmında neden Zeki Müren'i taşır? Ali Abi kadar şuurlu olmadıkları için mi?

16 Mart 2016 Çarşamba

KAHROLSUN BAĞZI KELİMELER

Şu paylaşımı yaptım bu gün Facebook'ta da, ordan çağrışım şeyetti. Tepesine bir açıklama yazmadım da yazsaydım muhtemelen "Kürt kardeşlerim" ifadesi geçerdi o açıklamada..onu düşündüm işte, sonra şu cümleyi istemsiz kurdum kendime: Kürtler benim kardeşim değil ki!
Evet, ben Türk'üm ve Kürtler benim kardeşim değil. Türkler de kardeşim değil. (4 tanesi hariç) Ha iyi ki de değil, yoksa kimden hoşlanırdım, kime yürürdüm, kimle evlenirdim ben, (gerçi gene evlenemiyorum) düşünsene yer-gök kardeş, rezillik! Bu "kardeş" kelimesini diyorum, ne kadar da kolay kullanıyoruz!
Hem sonra bırak bu mecaz kardeşliği, ana bir baba bir kardeşler birbirine neler etmiyor ki? Kardeşlik miras kalana kadar, üç kuruş için kardeşinin gözünü oyan oyana. Ağzımızdan çıkan kelimenin hakkını hiç vermiyor olmaktan bu düzey  rahatsız olmamak bi çeşit hastalık bana göre...ki uzmanlar farklı düşünüyor, bunun tam tersi hastalıkmış. Şizofreninin kaynağı bu riyakarlıktan yeterli derecede nasipli olmamakmış. Şizofreni de tedavisi olmayan bir şey ve hastalık mı değil mi o da tam belli değil. Neyse ayrıntıya yürüyüp orada kaybolmayalım ama mühim bir şey şu dediğim.
Sonra benim gıcık olduğum için kullanmadığım, hatta kullanana bile gıcık olabilidiğim "dost" kelimesi, "dostlar" hitabı var. Ne dostu lan, herifin arkamdan kazmadığı kuyu yok, dostmuş bi de! Ağır kelimedir yani, kullanmadan önce iyice düşünmek gerekir ama...havada öyle rahat öyle serbest uçuşuyor ki bu "dostum"lar, şaşarsın. Yoo, şaşmazsın aslında, normal.
"Normal" deyince bu gün gördüğüm bi Sami karikatürü geldi aklıma, dur ekleyeyim de renk olsun.

Ama "normal"in karikatürü bu değildi, onu da ekleyeyim bari.
O "yoo bence normal" diyen adamda öyle bir buluyorum ki kendimi, o kadar olur :) Ha bi de inceltme işareti var, a'nın üstünde oluyor ya hani, "hala" ile "hâlâ"yı birbirinden ayırmamıza yarayan işaret. Kullanmıyorum onu ben hiç ama kullanmak lazım. "Kâlp" ile "kalp"ın arasındaki yegane fark o işarettir ki nasıl da mühimdir o fark di mi? İşte o ehemniyete hürmeten kullanmak lazım. Gerçi kalp kâlpliler için gerek yok ama konumuz onlar değil şimdi.
"Kalp" deyince pek güzel bir Sultan Makamı repliği geldi aklıma, onu da paylaşmasam olmaz şimdi:
Sultan- Kazanması için elimizden geleni yapıyoruz.
Asiye - Ne o?
Sultan- Doping.
Asiye - Ne yani?
Sultan- Bir nevi geçici aşk etkisi, yalancı dolma, ya da sallanan bir sandalyenin altına takoz sıkıştırmak gibi bişey.
Asiye - Önemli bişey yani!
Sultan- İşte... içimizde kalp bir şey taşıyoruz artık, çünkü sermayemiz kadar temiz kalabiliyoruz. Tertemiz vicdanları kim istemez...
Asiye atın (Nefise, yarış atı) doping ilaçlarını görür de sorar, oradan kopar bu muhabbet. Gözünü sevdiğimin Ali Ulvi Hünkar'ı, nereden buldun da sıkıştırdın gözümüze edebiyat diye bu incelikleri, ah ki ne ah! Daha da mühimi bundan niye başka yok, aynı şeyi izle izle ezberledim artık!
Neyse, konu dağıldı, yazıyı örtmenin vaktidir. Blogun en savruk yazısı olmaya aday şu kelime yığınını (araya karikatür bile aldım) bilerek paragraflara bölmedim çünkü paragraflara bölünmeyi bile hak etmiyor, öyle gayriciddi bir istif... Bu gün de böyle :)
Not: Halıcı kızlar arasında yaygın bir atasözü varmış ki muhteşemdir. Diyormuş ki halıcı kızlar: Her yanlış, bir nakış... kaderi, hayatı ve başka her şeyi almak-kabul etmek-karşılamak noktasında ne kadar temiz bir tevekkülün, ne  kadar duru bir ifadesidir bu söz, hayranıyımdır, çok! Gerçi kaderimle aram "men çi guyem tanburem çi guyed" formundadır ama olsun, olması gerekeni biliyor olmak ayrı bir güzellik, bir işe yaramasa da... Ben yazıyı "bu gün de böyle" diyerek güya bitirince bu söz geldi aklıma, paylaşmasam olmazdı, paylaştım. Şimdi bitti ama yazı gerçekten, çağrışım musluğunu da kapatıyorum.

15 Mart 2016 Salı

PANAIT ISTRATI

Elimdeki okumakta olduğum kitapları biraz da hışımla bir kenara fırlatıp ilkel doğamın çağrısına uydum bu akşam, bir Panait Istrati romanına başladım. Yakın zamanda birine bu yazarı tavsiye ettiğimden beri içten içe zehirliyormuş meğer beni yıllardır okumadığım Istrati'yi okuma fikri. Zehir etkisini bu akşam gösterdi...saat üçe geliyor ve uyumak ne mümkün!
Okurken iki soru tırmaladı beynimi, okumayı bırakıp düşündüm. Düşüncelerimi fikselemek için de kalkıp bilgisayarı açtım işte sonunda, yazıyorum.

20'li yaşlarımın başlarında içer gibi okurdum Istrati'yi, yavaş yavaş, sindire sindire, bitmesinden korkarak. Ama biterdi işte sonunda. Piyasada ne kadar kitabı varsa toplamıştım, sayısından emin değilim ama 20 civarında kitabı hala elimde olsa gerek. Ben galiba o yaşlarda şimdikinden çok daha entelektüel bi kafa yapısındaydım. Çok daha az şey biliyordum evet ama ölesiye bir merak ve hevesle sürekli hareket halindeydim, kollarımı tek seferde bütün dünyayı kucaklayabilecek kadar açabilme hayalindeydim. Dünyanın içerdiği bayağılık ve riyadan nispeten habersizdim...ve otların arasında mutlulukla koşuşturan bi çeşit aptal tavşan gibi koşuşturuyordum işte  kelimelerin arasında. Sonbahar uğultusuna da eksiksiz bir iman halindeydim. Gerçi o iman yerinde hala ama...çok fazla "şey" biliyorum artık!

Bu duygusal paragrafın araya girmesinin sebebi okuduğum kitabın bende baba ocağına dönüş hissi uyandırmasıdır. Kitap başladı, dakka bir gol bir, dakka iki gol iki...altını çizmek istediğim ne çok yer var, ne çok şey hatırladım. Nostalji falan değil bu, değerlinin değerli olmaya dair sebeplerini yitirmemesi sadece.

Ara not: Hümanizm; insancıllıkla, merhametle falan ilgili bir kelime değildir. Çok yanlış bilinir ve kullanılır ve bu kelime bu yazının konusu değildir. Bu kelimeyi kullanmayı düşünenlere de tek bir kaynağa bağlı kalmadan kelimeyi araştırdıktan sonra kullanmalarını tavsiye ederim. Mevlana'nın hümanist olduğu düşüncesi de hayatımda duyduğum en saçma şeydir.

Aklıma takılan sorulardan ilki bu herifi neden bu kadar sevdiğimdi, yıllar sonra artık unuttuğum o hazzın tad diye direkt damağıma yerleşmesinin sebebi olmalıydı.
Mantık duyguları kapsar. Mantıklı biri duyguları göz ardı ederek mantık silsilesi kurmaz çünkü, duygular vardır, yok sayılamazlar ve mantıklı biri de onları hesaba katar. Romantizm duyguları büker, uzatır, radikalleştirir. Quantum gerçekliğinin fluluğunda çalışmaya alışmış gerçekçi bir beyin ise her şeye yaptığını duygulara da yapar, olduğu gibi anlar-anlatır. Panait Istrati'nin yaptığı tam da bu işte. Bu adamı tek bir kelime ile anlatmaya kalksak "insancıl" derdik muhtemelen. O hep iyilikten bahseder, dünya algısı iyilik üzerine kuruludur. Ama bu iyiliği öyle gerçek gerçeklerle, gerçek duygularla abartısız anlatır ki yazdıklarını hem realist hem duygusal bulursunuz. Mantığın duyguları kapsamasının en somut ifadelerinden işte bu adam, iyiliği anlatır hep ama asla ütopik değildir. Bu anlattıklarım meselenin yarısı...öteki yarısı ise üslubundaki muhteşemliktir. Öyle bir "zaten öyle olma" halinde, duruluğunda anlatır ki anlattığını, ışıltılı muhayyilesinin farkına varmazsınız. Halbuki her şey hep o ışıltının içindedir.
Söylemeyi eksik bıraktığım bir kelime var: tevazu. Asla göze sokmaz, batının iflah olmaz kibrine inat yazarımız pürüzsüz bir tevazu ile tastamam bir insan olma halindedir.

İkinci soru da ilk soruya bağlıydı: dilini ve başka pek çok şeyini tatsız bulduğum neden bu kadar çok yazar-şair var idi? Bu Istrati gibi adamlar yüzünden işte, neden olacak! Şöyle bir benzetme uygun olur sanıyorum; Istrati elindeki altını hiç pazarlama yapmadan, parlatmadan olduğu gibi sunar size. Pek çok yazar müsveddesi ise tenekelerini pazarcılar gibi bağırarak kakalamak telaşında. Tabi ki pek çok gerçek yazar şu lafımın dışında ama o müsvedde dediklerimin sayısı da hiç de az değil. Cümlelerin-fikirlerin pazarlanmasına tahammülüm yok, kendiliklerinden değerli olmalılar. Pazarcı kafasıyla kitap yazan yazarlar ve iğrenç çeviriler yüzünden okumaktan soğuyabilir insan, o derece!
Çok sert oldu bu son kısım...ama haklıyım!
Neyse...yatayım bari.

11 Mart 2016 Cuma

HAYAT:5 İKİRCİKSPOR:1

“Central station” diye bir film vardır. (http://www.imdb.com/title/tt0140888/?ref_=fn_al_tt_1) Filmdeki postane memuru kadın, müşterilerin kendisine yollasın diye verdiği mektupları kendince bir elemeden geçirip yollar yahut yollamaz. Tipini beğenmediklerini eve götürüp bir çekmeceye atar. Bazen çekmeceyi açıp elden geçirir veto ettiği mektupları, bazılarını yollar, bazılarını yine yollamaz, çekmeceye geri atar. Bu durumdan haberdar olan kadının bir ahbabı bu çekmeceye  “dünyanın en büyük arafı” diye isim takar.
Bir çeşit kadere illegal bir müdaheledir kadının yaptığı, tanrıyı oynamaktır falan…ama konumuz bu değil. Empati istikametim kadına değil mektuplara.

“Gitsin hedefe saplansın” diye yayda gerili iken son anda bir karar değişikliğiyle fırlatılmaktan vazgeçilip fırlatıcısının ayakları dibine düşen ok yahut white balance’ı bozuk bir fotoğraf…birinin konuştuğunu belli edecek kadar az ama konuşanın ne dediğini belirsizleştirecek kadar çok cızırtılı radyo yayını…boşa akan temiz su…hepsinde aynı gönderilmemiş mektup olmamışlığı vardır, “tam olmak üzere iken nedense olamamış”lık hüznü de hepsinin ortak sahip olduğudur.

Libido, cinsel güç olarak bilinir ki öyledir de ama aynı zamanda yaşama arzusu manasına da gelir. Seksle hayatın netameli benzerliklerine paralel bir çift anlamlılıktır bu. Libidosu yüksek olanın libidosu da yüksektir ayrıca, boşa bir çift anlamlılık değildir yani, hayatın kendini selektif olarak dayatmasının bir tezahürüdür bu çift anlamlılık.  Yalnız şöyle bir ilginç bilgi de var; ortalama insanlar ortalama bir libidoya sahipken, korteks tabakası ekstra gelişmiş zeki-entelektüel insanların ve bunun tam tersi fikirsiz malların libidosu yüksek oluyormuş. Hayatın çok ilginç bir tercihi söz konusu burada…hayat; dünyayı değiştirsin diye zeki-entelektüel insanlara ekstra bir yaşama-üreme iştahı bahşederken aynı iştahı dünyayı döndürsünler diye fikirsiz mallara da bahşediyor. Ya ortalama insancıklar? Onlar fazla yaşamasa-üremese de olur sanki :)
Libidoyla ilgili yazdıklarımı bire bir almak doğru olmaz,  bilerek biraz manipüle ettim meseleyi…ama böyle bişi de var yani, atmadım. (Bu arada entelektüellerle malumatfüruşlar karıştırılmasın lütfen, ben “entelektüel”i “malumatfüruş” manasında değil gerçek manasında kullanıyorum. Bu kelimenin doğru olarak algılanmasıyla ilgili yaygın bir sıkıntı var.)

Libidodan bahsetme ihtiyacı hissetmemin sebebi, gönderilmiş mektup hissinin en çok entelektüellerle mallarda olmasındandır, libidosu yükseklerde yani. Bu tezi yaşantısıyla pek çok deha çürütüyormuş gibi görünebilir ancak mektubun gönderilmişliğini sadece somut neticelerde değil kafa içlerinde de aramak lazımdır. Pek çok deha mektuplarını kafasının içinde kendi kendine postalamıştır (iç yazışma), bu mektupların da pek çoğu kaybolmuştur ama neticede yollanmıştır. Kaybolmayıp ileriki yıllarda kıymeti anlaşılan mektuplar olduğu gibi zamanında değerini bulan mektuplar da vardır. Fakat burada aslolan mektup değil gönderilmişlik hissidir, başından beri bahsettiğim şey bu histir.

Bu hesapla orta zekalılar “ne tarafa doğru yaşasam?” ikirciğiyle gönderilmemişliği en çok hissedenlerdir. Eh, hatırı sayılmaz bir iddia olmaz bu çünkü en çok arada kalanlar bu orta zekalılardır. Mütevazı ideallerini kolayca birkaç kıçı kırık toplumsal norma feda edebilirler, kolay engellenirler.
Dahinin yürüdüğü yol yanlış bile olsa ilk defa yürünen olduğu için gördüğü her şey keşif değeri taşır ve bunun farkında olan dahi yürümek konusunda tereddüt göstermez, sıradan insanların önlerine koyduğu engelleri (toplumsal normlar falan) ciddiye almaz, yürümeye devam eder. Hayatla mukavelesi böyledir çünkü, üzerine borç gibidir yürümek.
Mal beyinler de hazza yürümekte tereddüt göstermez, hazla arasına konan engelleri ciddiye almaz. İlkesizdirler. Sahip oldukları antisosyal donanımlar en büyük yardımcılarıdır. Hayat onlar için kaçabilenler ve kaçamayanlardan ibarettir.

Netice itibariyle en çok ziyanlık orta kesimdedir. “Ah”lar, “keşke”ler en çok onların kullandığıdır.
Mevzunun özüne daha yeni geldim, anahtar kelimemiz: ziyanlık.

Neyin ziyan neyin değil olduğu, üzerinde kolayca mutabakata varılabilecek bir konu olmadığı için ziyanlığı da bir his gibi algılamak doğru olur, tamamen öznel bir his, kişinin hissettiğinden ibaret bir şeydir ziyanlık.  İnsana “elli yıldır beklediğim ekini, harmana dökmeden yaktım gidirem” diye türkü yaktıran his budur. (Türkünün sözleri:http://turkulerdiyari.blogspot.com.tr/2008/02/gidirem-trk-szleri.html) Tam burada Kelebek Teorisi’ni hatırlama mecburiyeti de var elbette, ziyanlık olarak işlem gören şey sonrasında büyük bir kazanımın sebebi de olabilir ama konsantrasyonum nihai neticelere yönelik değil, sadece hisse odaklıyım. Bünyede yanlış olarak barınıyor olsa bile sahibinin ziyanlık diye içinde beslediği histir anlatıp durduğum…ve maziyi bu kafayla elden geçirirsek canımıza batmış dikenlerin hep bu ziyanlık hissinden beslendiğini görürüz. 

Karma'dan da bahsetmek lazım belki ama...hiç uğraşamam valla!

Geçmişin acısı ve/veya gelecek kaygısı “şimdi”yi kirletir…türünden laf ebeliklerine girmeyeceğim, kişisel gelişimciler etsinler böyle lafları ki bu düstur bence de doğrudur :) Ama benim derdim başka, ben adını koymak istedim sadece, bi çeşit farkındalık şeysi işte.
Asıl sahip olmak istenilenleri düşünerek “neyden ne için vazgeçtim?” diye kendinize sorabileceğiniz sorular çok fazla ise, daha da fenası cevaplar bulabiliyorsanız… ortalamasınız siz de demek ki :) 
Ama işin boktan olan kısmı ortalama olmak değil… 20-30 yıl sonra değişecek olanın sadece soru-cevap sayısındaki artış olacağı olmasıdır.Ama çok da kafayı takmamak lazım, ölecez naslolsa, asıl ziyanlık o :) (Değildir belki de)

9 Mart 2016 Çarşamba

PUTLAŞTIRMA


Fotoğraflar 8 Mart kadınlar günü münasebeti ile Facebook'ta paylaşılmış, oradan aldım. Kızlar taş atarak direniyor ve güzeller, olay bu... "orantısız zeka" markalı mizah ilavesiyle mesaj net şekilde verilmiş.
Direnişin muhatabı kim, dertleri ne? Attıkları taşlardan yaralanan, ölen var mı? Direnişlerinde haklılar mı? Bu bilgiler yok. Fotoğraflar eski, zaten bu bilgileri merak eden de yok. Direnen herkes güzeldir, inanış bundan ibaret.
Adı-sebebi belli bir direnişi yüceltmekle, direniş kavramını yüceltmek arasında korkunç bir fark vardır. Asi ile kahraman arasındaki fark da tam bu korkunçluktadır. Yığınların kafasında bu farklılığı yokmuş gibi göstermekse mümkündür, şartlı refleks bu işi halledebilir.
Şartlı refleks hayvanları eğitmekte idealdir, insan üzerinde de hayatı kolaylaştırıcı etkileri vardır... ancak şartlı refleksi (mecazi olarak tabi ki) insanı eğitmekte kullanmak insanlığı aşağılamaktır. İnsanlıksa aşağılanmaya alışıktır.

İnsan aklı çocukların katledilmesini alkışlatacak kadar yöneltilebilir bir şeydir. İnanmıyorsanız Dogville filmini izleyin ve filmin sonunda çocuklar kurşuna dizilirken rahatsızlık mı duyduğunuzu yoksa içinizin mi rahatladığını kendinize sorun. İzleyici çocukların katlini alkışlıyor içinden…bunu izleyiciye istetecek kadar kaliteli bir şerefsizdir Lars Von Trier, adamımdır, süperdir!

" İnsanın eski huyu,  kendine hep bir put yapar. Oldum bittim böyle bu, kendi yapar, kendi tapar!"
Keşan'lı Ali Destanı'ndan bu yazdığım. Evet, oldum bittim böyledir bu, insanın en temel eğilimlerindendir, kendine bir put yapar ve tapar.  Mecazi şartlı refleks dediğimse bu put imalini mümkün kılan şeydir. Ama hepsinden önce üzerinde düşünülmesi gereken bu tapılacak puta neden gereksinim duyulduğudur. Burası beni aşar, kurbanın kendini katille özdeşleştirmesinden girerek detaylı psikolojik değerlendirmeler-sebeplendirmeler  yapmak lazım ama ben yapamam, dediğim gibi, beni aşar. İşin bu kısmı kendimizi dünyaya tarif ve takdimimizle ilgilidir. Bilen biri otursa da saatlerce tane tane anlatsa bana, gözümü kırpmadan dinlerim.

İslam her türlü aşırılığa karşıdır, putlaştırmaya düşmandır. Ketageorisel olarak batı dinidir fakat kafa yapısı olarak doğu dinlerine çok daha yakındır. Hayatı boyunca hiç el öptürmemiş, bir meclise girdiğinde sahabenin ayağa kalkmasını yasaklamış bir peygamberi vardır ki bu tavrını “hristiyanların Hz. İsa’ya yaptığını siz de bana yapmayın, beni putlaştırmayın.” şeklinde açıklamıştır bu peygamber. İslam’ın canlılığa  hürmeti-sevgisi (biyofilya) çok yüksektir. Dikkat edilsin, sadece canlıya değil canlılığa da hürmeti yüksektir. Sıradan olanı ulular, tevazuya-basitliğe bayılır, putlardan-putlaştırmaktan nefret eder. Putlaştırmanın öteki adı da mutlaklaştırmaktır, siyah-beyaz kafasıdır bu, ya hep ya hiç kafası. Hristiyanlık bayılır buna. Hristiyanlık’ın tıpkı Musevilik gibi putlaşmaya hürmeti-sevgisi (nekrofilya) büyüktür. Din adamlarının evlenmesini, boşanmayı yasaklayabilir, net ayrımlar koyabilir. Ruhban sınıfının varlığı, teslis inancı bu putlaştırmanın en net ifadelerindendir.

Bu arada parantezler yanlış anlaşılabilir, “nekrofilya” putlaştırmayı sevmek demek değil, ölü sevicilik demektir. Neden bu kelimeyi kullandım peki? Bağlantısı var çünkü ölü sevicilikle putlaştırmanın, anlatması uzun şimdi.

Muhafazakar ile Müslüman aynı manaya geliyormuş gibi algılanıyor ama hiç de öyle değildir. Muhafazakar işine gelmediğinde İslam’ı öyle bir güzel reddeder de kendi uyduruk kurallarını işleme koyar ki…şaşarsın! Bekaret ve namus algısı bu dediğime güzel örnektir, başka pek çok örnekler de var. İslam putlaştırmayı çok net reddederken, biyofil doğası insanı kucaklamaya yönelik iken… muhafazakarlığın putlaştırmaya açık ve insanı kolayca yargılayan-kınayan doğası aralarındaki büyük farkın kaynağıdır. Muhafazakarın muhafaza ettiği İslam değil statükodur daha çok. Muhafazakarlığın putlaştırma alışkanlığını da  Hristiyanlık’tan aldığını düşünüyorum. Tuhaf gibi görünebilir ama böyle…

Şu canlı bombalar var ya…hani inançları için kendileriyle beraber bir dünya sivil masumu öldüren “idealist” insanlar…”Harici” deniyor beslendikleri düşünce tarzına. Bu düşünce tarzı İslam’a aşırı uzak, Hristiyanlık’a gayet yakın bir düşünce tarzıdır.

Günümüzün beynelmilel kabul görmüş bir kültürü var: pop kültür. Doğası oldukça Hristiyan bir kültürdür. Putlaştırmaya da bayılır. Her türden pop yıldızı, rock yıldızı, oyuncu vesaireye hayranlarının bakışına dikkat ederseniz bunu kolayca süzersiniz. Oscar törenine bakmanız bile yeterlidir aslında. Sadece Oscar değil pek çok törenin doğasında bu putlaştırmayı görmek çok kolay. Sonra eşyalar…lüks arabalar, plazalar, giyim kuşamlar…nereye bu gözle baksanız putlaştırmayı görebilirsiniz. Pop kültür tevazuyu sevmez. Sebebi var ama bu sebep tek başına bir yazı konusu.

Eşyalar dedim de…tuhaf bir örnek vereceğim. Kitap bir eşya mıdır? Bir bakıma evet bir bakıma değil. Cemil Meriç 38 yaşında kör olmuş çok okumaktan. Bir kitap alabilmek için 24 saat aç kalmışlığı varmış. Cemil Meriç için kitap tabi ki bir eşya değildir…irfana dair bir ışık parçasıdır. Aklının-merakının hararetini geçici de olsa alacak bir bardak sudur Cemil Meriç için kitap. Amaçsa nettir: irfan. Peki kont, paşa türünden zengin-itibarlı adamların kocaman gösterişli kütüphanelerine dizilmiş cilt cilt kitaplar…hiç okunmamış kitaplar…eşya mıdır? Tabi ki de eşyadır.
Kitabın okumanın önüne geçmesi gibi okumanın da irfanın önüne geçmesi putlaştırmaya doğru atılmış bir adımdır. Bunun önüne geçmek için kitabın irfan ile ilişkisi hiç gözden kaybedilmeden ilişki kurulmalıdır kitapla, aksi türlü kitabın eşyaya dönüşmesi mukadderdir. İrfanı gözden kaçırarak okursanız bu sefer de bilgi putlaşır. Buna da dikkat etmek gerek.
Bu örneği verme sebebim kitabın bile putlaşabileceğini göstermekti. Putlaşmadan uzak durabilmenin reçetesi amacı hiç gözden kaybetmemekte, neyi neden yaptığın sorusunu zihninde sürekli diri tutabilmekte.

Konuyu biraz daha yere yakınlaştırasım var. Putlaştırma, mutlaklaştırma ile başlıyor, mutlaklaştırmanın yöntemi de aşırı hayranlık-nefret besleme. Burada çalışan şey: sembolleştirme.  Her şey masum bir hayranlıkla başlıyor yani. Hayran olmak tabi ki hastalıklı bir hal değil ama anahtar kelime: aşırılık. Bir şeye hayranlığınızda aşırılık varsa ve bu hayranlık giderek sebepsizleşiyorsa…anlayın ki bir şeyleri putlaştırıyorsunuz. Putlaşan şey bir insan, fikir, ideoloji, eşya olabilir. Hatta bir futbol takımı bile olabiliyor. “Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ın adını zikretmekten alıkoymasın.” ayetinin hedefi putlaştırmadır. Bir şeyi çok sevmekle başlıyor hastalık ve bu sevmenin öz sebebi de gözümüze hoş görünmesi o şeyin, gönlümüze hoş gelmesi. Putlaşma bir illüzyonun tezahürüdür. Yani görüp sevdiğiniz bir şey giderek içinizde büyüyorsa ve o şeyi neden bu kadar sevdiğinizi açıklamanız giderek zorlaşıyorsa yani sevgi sebepsizleşiyorsa…bi durup “nooluyo lan?” demenin vaktidir, bir körükörüneliğin içindesinizdir, o şeyi en başından bir tekrar değerlendirme ihtiyacı hasıl olmuştur sizin için.

Haa, ihtiyaç hasıl olur da o en başından değerlendirme işi yapılır mı? Yapılmaz. Çünkü putlaştırmak gönle hoş gelir. Dedik ya " İnsanın eski huyu,  kendine hep bir put yapar. Oldum bittim böyle bu, kendi yapar, kendi tapar!"
Putlarından arınmak korku verir insana çünkü arada kendisinin de kaybolacağından korkar. Putlarımızı bizi biz yapan şeylerden sanmalarımızdır putları en çok koruyan…putlarımız olmadan eksik kalacağımızı zannederiz, parçamız zannederiz…onlar olmadan da kendimiz olabiliriz halbuki…ama zor iştir!

Bu arada… uyuşturucu kullanmaktan sosyal medya kullanmaya, ev taksidi ödemekten bilgisayar oyunlarına…ve daha pek örneğe kadar…modern hayat bağımlılığa ne kadar da yatkın. Bağımlılığın hayatımız üzerindeki somut ve mecazi tezahürlerini düşünmekte çok fayda var.


Yazdıklarımı baştan bi okudum da…bir bebeğin yeni çıkmış dişleriyle kocaman bir elmayı dişlemesi gibi dişlemişim konuyu. “Kitap yazsan olur” türünden böyle bir konuyu bir yazıya sığıştırmak tamam kolay değil ama anlatım bu kadar dağınık olmayabilirdi. Olsun bakalım, bu da böyle olsun. 

7 Mart 2016 Pazartesi

MELANKOMİK NOTLAR - 27

Canım armut çekti bu akşam. Neden? Dolapta armut var çünkü...eğittim canımı, öyle olur olmaz şeyler çekmiyor artık, sadece olurlar. (Yalan)

Bu seri katiller de bi tuhaf, öldürüp duruyorlar insanları! Halbuki bekleseler kendiliklerinden ölecekler zaten, kaç yıl yaşar ki yani bi insan en fazla? (Hannibal izliyorum şu sıralar da, kafa biraz kriminal)

Neden yönelimim hep kafasının içinde lunapark çalıştıran insanlara doğru? Şöyle kamu spotu gibi konuşan, akıllı uslu insanlara da yürüsem ya azıcık? Hangi filmdi unuttum, adam kadına "senin yapacağın en büyük çılgınlık vitamin haplarını almayı unutmak olur!" diye ayar veriyordu. Kadın bi de karısıydı iyi mi! Lan geri zeka ne evlendin ki onla?! (Kadın güzeldi)

Blog tarihinin en yazmalı dönemindeyim, hunharca yazıyorum. Sıkılıncaya kadar böyle.

Bu instagram ahalisine de makyaja bulanmış mimari foto yahut landscape olsun anca, aksi türlüsüne tahammülleri yok. Whiskas'a alışmış kedi gibiler.

Ha bu arada blogun izlenme sayıları da son bir kaç aydır katlanmış. Yazı sayısındaki artıştan bağımsız bu izlenme artışı biliyorum. Tek bir kişinin marifeti de değil, öyle oldu mu belli oluyor. Ama kimdir bu girenler? Fikrim yok. (Çok az var)

Sebepli bir keyif hali söz konusu bu akşam. O keyifle olmaz saçma şeyler yazıp yazmadığıma yarın karar vericem. Nötr kafayla yazıyı fazla sulu bulursam silerim komple.

Dün "elinde hazır bir tas çorbayla sipariş almaya geliyor" dediğim garson bu akşam öyle bomboş geldi...gücendim ama belli etmedim. Çorba? İstedim tabi gene.

1 kilo almışım! Acilen ölüm orucuna başlıyorum tekrar! Ekmek yokk, hem de hiç yok!

Böyle sanki Paris üzerinden kulaklarım çınlatılmış gibi ama...emin olamıyo insan. Radikal sol beyin olduğum için sezgi yeteneği de kısıt malum. Ama sondaki duaya iştirakim full, net. Amin yani.

Altta kalan adalet istiyor, üste çıkan "hukuk" diyor. Dünün zalimi bu gün mazlum olmaktan muzdarip, müşteki. "Benim faşizmim iyidir" cümlesi kampların ortak noktası. Çok sıtkım sıyrıldı şu ülkeden, empati ve samimiyet kara borsa...iyi bari, memleket meselelerine dair lafımızı da ettik.

Bu Suzi bildiğin manyak. Bilmiş de seçmişim sanki.

Niye "bayım" diye hitap var da "bayanım" diye yok? Aklı karışıyo insanın.

Cumartesi günü bir ışık vardı ki...başım döndü yol boyu güzelliğinden, öyle böyle değil...ama makine yanımda yoktu. Harcamamak lazım bunları, uyanık olmak lazım, fevt etme dem-i şebabı Hüseyin!

Not: O neden öyle edilmiş anlamadım bak şimdi!..Allah Allah!

6 Mart 2016 Pazar

DÜNYANIN EN BÜYÜK YALNIZLIĞI

İyi ki her yer barlar gibi değil, damsız da alıyorlar. Ki zaten bu bar dediğin benim işim olan bir mekan değildir. Hayat ne kadar da bonkör.

Bifteği mesela...tek kişilik satıyorlar, "400 gram" dedin mi kesip tartıp veriveriyor güzelim kasap, yeter ki çıkışta parasını öde. Yahut haftanın 3-4 akşamı karnımı doyurduğum balıkçı bana balık vermek için yanımda başka birini aramıyor. O kadar ki artık ben daha siparişi vermeden sipariş almaya gelen garson elinde mis gibi bir balık çorbasıyla geliyor, çorba isteyeceğimden kesinlikle emin çünkü. Şahsıma özel bir tanıma halinin, bir çeşit özel ilginin hatta şefkatin ifadesi o bir tas çorba. Ama adını bilmiyorum o garsonun.

Hal-hatır, "e napıyosun yahu?" tarzı bir telefon konuşmasının artık bitmesini istediğimde "e görüşemiyoruz yahu, olmuyo böyle görüşelim " falan diyorum, ya da o benden önce diyor bunu. "Tabi tabi, ayarlayalım, şöyle edelim böyle edelim" falanlar, sonra "kendine iyi bak"lar. Gayrisamimi olarak etmiyorum bu lafları, o esnada gerçekten görüşesim oluyor ama niyeyse pek çok "görüşememe"yi takip ediyor pek çok "e görüşelim yahu"lar. Görüştüğüm de çok oluyor tabi, pek çok farklı kişiyle pek çok farklı faaliyetin sonu hep aynı oluyor yalnız: arabayı park et, evin kapısını anahtarla aç, evde biraz bişiler et, sonra uyu. Benimle bir hafta sonu planı yapmak isteyen arkadaşıma 7 hafta sonu sonrasına randevu verdiğimi hatırlıyorum ama o "dopdolu" hafta sonlarında neler yaptığım şu an hatırımda değil. Ben bu işin fotoğraf gösterisini yapmış insanım, "yekpare yalnızlıklar" diye isim koyup bunu fotoğraflarla anlatmış insanım ve "parçalı yalnızlıklar" bitebiliyor iken yekpare yalnızlığın bitebilen bir şey olmadığı bilgisine de sahibim. Mfö de şarkısını yapmıştı bunun: senle beraber olsak da,  hep yalnızlık...yalnızlık ömür boyu.

Netice-i kelam, üst üste kaç hafta sonun dolu olursa olsun, telefonun ne kadar çalarsa çalsın, ne kadar gürültünün içinde olursan ol, bir biftek 400 gram olarak satılabilmeli. Her şeyin tek kişilik versiyonu olmalı ve insanın bu tek kişilik versiyonlara erişimi olabilmeli.

Dünyanın en büyük derdinin insanın kendi derdi olduğunu biliyorum. Dünyanın en büyük yalnızlığı da insanın kendi yalnızlığıdır. Arkadaşlarım bana içlerinin en dibindekini, en gizlilerini anlatmakta mahsur görmedikleri için (sır küpüyüm çünkü) herkesin ama herkesin nasıl da yalnız olduğu bilgisi bana açık. Sonra hiç öyle görünmeseler de içlerinde derin kırıklıklar, olmamışlıklar yaşattıklarını biliyorum. Bunların bana anlatılmasına bile ihtiyaç yok hatta, pek çok sosyal medya paylaşımının satır arasında okuyorum bu sessiz yalnızlık çığlıklarını, olmamışlıkları. Başkalarının yalnızlığından tabi ki teselli bulmuyorum, dedim ya, dünyanın en büyük yalnızlığı insanın kendi yalnızlığıdır.  

Uzun zamandır ilk kez bir pazar gününü evde geçiriyorum diye oturdum işin teorisini yazdım, öyle de şımarığım!.. Anlatsam daha pek çok şey anlatırım, böyle kallavi sosyal tespitler falan da yaparım ama...gerek yok.

2 Mart 2016 Çarşamba

KAHVE DEĞİL COFFEE

Adam gülümsedi. Muayyen bir sebebi olduğundan falan değil, öyle, ipneliğine. Böyle gülümseyince dışarıdan bir bildiği varmış gibi görünüyordu hem, hayatı geniş bir gülümsemeyle karşılıyormuş falan…yalanını yiyim, bi bok bildiği  yoktu. “Karar verdiniz mi?” dedi garson. Karar? Haa, “kapuçino lütfen” dedi. Bu kapuçinoyu iyi öğrenmişti. Çayın olmadığı yerlerde “şu var mı bu var mı?” işine bulaşmak zorunda kalmıyordu kapuçino sayesinde çünkü bu zıkkım her yerde vardı. Başka sorulardan azade oluyordu hem, “bilmem neyiniz şöyle mi olsun böyle mi olsun?” türünden ek soruları yoktu kapuçinonun, bunu istedin mi “tamam” deyip gidiveriyordu hemen garson. Tadı da fena değildi Allah için ama öyle çok da severek tükettiği değildi, yeter ki garson çok soru sormasındı. Çevresine ilgisiz duruşunun aristokrat sebepleri falan yoktu, çevresinde ilgisini çekecek bir şey olmadığı için ilgisizdi sadece. Gülümseyerek kapuçinosunu bekleyen, ne istediğinden gayet emin, böyle sağlam duruşlu, güvenilir görünümlü falan bi adam…güvenilirdi ama Allah için ta doğduğu günden. Mahalledeki en favori arkadaşının annesi “salmazdı” oğlunu pek dışarı, mahallenin diğer anneleri kadar liberal değildi. O arkadaşın dışarı çıkabilmek için en sağlam argümanı da “Ceysın’la çıkıcam anne” cümlesiydi. (Adamın adı temsili olarak Ceysın olsun ama adam Türk yani)  “Haa, Ceysın’laysa tamam, çık o zaman.” Mahallenin aslında hepsi gayet iyi aile çocuğu üyelerine değil ama Ceysın’a güveni tamdı kadının. Bu kapuçino öyle köpüğüyle falan “zaten şekerliymiş” imajı veriyor insana ama şeker atmazsan bir halta benzemiyor, bildiğin şekersiz yani. Amaan, zaten hangi şey göründüğü gibi ki? İyice de karıştırmak lazım. Ama köpük de karışıyor o zaman! Karışsın. Fincanı sol elle tutmak gerekiyor çünkü insiyaki olarak sağ el telefonu kurcalamaya başladı. Bakalım ne varmış Instagram’da? Hiç bişi yok tabi, layk mayk etmişler işte biraz, hep aynı hikaye. Face? O daha da boktan. Watsap’ı açarsam tikler maviye döner cevap  yazmak zorunda kalırım, maviye döndürmemeyi başarmak mümkün de son girdiğim saat görülür... hiç bulaşmamak en iyisi. Gazetelere bakiim bari. Üff çok sıkıcı, hayırlısıyla gelseydi şu beklenen…gecikmedi aslında ben erken geldim, trafik yoktu napiim. 3. tekil şahıs olarak başlayan anlatımın 1. tekil şahsa dönüştüğünün de farkındayım bu arada da…tutarlı olmak zorunda mıyım ki? Neyse işte gelseydi beklenen kişi de bitseydi şu lüzumsuz iç monolog. Gelecek de ne olacak sanki, “eee, ne var ne yok?” Bi bok yok, ne olacaktı ki? Öyle oluyor, zamanında konuşacak pek çok ortak şeyin olduğu kişiyle konuşacak şey bulamıyorsun bi zaman sonra. Gerçi ben konu bulurum o sorun değil de…neden ki yani? Evlenmişse kocasıyla yahut karısıyla da arkadaş olmak zorunda kalıyorsun, hele çocuğu olmuşsa sohbetin yarıdan fazlasının çocuğa ayrılması kaçınılmaz. Ya o değil de mahallenin diğer çocuklarına güvenmeyen o arkadaşın annesi neden güveniyordu ki acaba Ceysın’a? Sıkıcı olduğu için mi lan yoksa? Kadın “bu malın aklına öyle abuk subuk şeyler gelmez nasıl olsa, duvarın üstünde hödük gibi otursun anca” diye düşünüyor olabilir miydi? Öyleyse fena valla. Menü karıştırmak zahmetine girmeyip her seferinde kapuçino isteyen birinden de beklenirdi yani sıkıcılık. Off nerden girdik ki şimdi bu konuya? Hah geliyor, yırttık, gülümsüyormuş gibi yap, yok yok gülümsemek kurtarmaz direkt gülüyormuşa bağla, dudak uçların falan hareket etsin, o bayağı bayağı gülüyor çünkü seni gördü diye. Kalk şimdi, öp. Ay ben de çok sevindim seni gördüğüme.

BÖCEĞİN RÜYASI

Bir virüs, sonra bir kaç, sonra pek çok. Neden öyle yaptıklarını düşünmeden yapan şuursuz yiyiciler. Ve prosedürler ve onların paralı askerleri. Neden öyle yaptıklarını gayet iyi bilen sözüm ona şuurlu beyaz ordu. Birbirleri için varlar sanki. Herkes bir şey istiyor benden. En çok da paramı. Başta devlet, sonra herkes. İddaa oynamamı isteyen internet reklamları, bişiler satın almamı isteyen internet reklamları, sms atanlar, televizyona çıkanlar, inanayım diye güzel şeyler söyleyenler, yalan söyleyenler...ne kadar sevimsiz, ne kadar da az önemliler...ve tehlikesiz. Konuşmamı isteyenler, susmamı isteyenler. Sonra giderken götürmek için benden parça isteyenler. Bir kaç parça 22 yaşına, bir o kadarı 29 yaşına, en çok parça da 35 yaşına falan derken bakiyemden bir şeyler isteyenler yahut hiç bir şey istemeyenler. İşin aslı bunlar kof edebiyattan öte şeyler değil, gerçekte eksilen bir şey bile yok çünkü hayat bu kadar soğuktur... ve tüm bunlar konu bile değil. Bir film izledim bu akşam, adı: Revolutionary Road. Boşluk ve ümitsizlik içinde olduğunu düşündükleri hayatlarını anlamlı kılabilmek için vatanlarındaki güzelim beyaz evlerini satıp ümit diye Paris'te sürünmeyi planlayan Amerika'lı çiftin hikayesi. Öldü işte sonunda kadın (Kate Winslet) ki ölümü ümidinden bile aptalcaydı. Mekan değişikliğine nasıl da büyük bel bağlamıştı.Kendilerini çepeçevre saran boşluktaki anlamı göz ardı edip saçma yöntemlerle ilave anlamlar üretebilecekleri sanrısıyla hezeyanlar üreten beceriksiz hayal üreticileriydi işte ikisi de, dedim ya aptaldılar. Herife (Leonardo Dicaprio) kaldı çocuklar ve çocuklar parkta oynarken gözleri sürekli uzaklara dalarak yaşadı o da kalan ömrünü, yaşamıştır yani ne biliim. Terms Of Endearment'in sonunda da Debra Winger pat diye ölüverir ve ters yüz olursun ama bu ters yüz olmayı son derece normal bulursun çünkü olay hayli "e Allah'ın emri yani"yle doludur. Çok süperdir yalnız o film, bu gün izlediğimse vasattı. Anlamlı ya da anlamsız, vasat yahut değil... bitiyor işte her film. Haa bak şimdi aklıma geldi, bunlara benzer "Promised Land" diye bir film vardır ki asıl süperi odur. Neyse, iyi bari.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...