28 Eylül 2015 Pazartesi

TELAŞSIZ

"sen ki üşümüş gökte o yalnız bulutsun 
kıskanmadığın cömert bir maviliğin ortasında o 
bildiğin yalnızlığın ellerinden tutmuşsun 
desen ki unutulmuşsun"



Şiirleri gerçek zanneden budala,
iki cuk oturmuş dizeyi ömrünün on iki ayına değişen acemi tüccar,
kelimelerin hayal perdesindeki oynaşmalarını gerçek sanıp günde bilmem kaç vakit onlara ibadet eden... onlardan hayaller çoğaltan, hayatlar kocaltan kocaman müflis;
Gözlerini aç... ama;
Zannetme ki "her öğreti biraz pusludur da yaprak ne canlı yeşildir."
Değildir.
Gözünün gördüğü de bir hayal perdesindekidir.

Hayal perdesi: Kurulan hayalin perdeye yansıtılarak göze gerçekmiş gibi görünmesini (sokulmasını) sağlayan dünya şeysi. (Kod adı: murat)

Murat: Hakikate tercih edilip durulan şey. Yaşam enerjisi. Yer çekiminin varlığını ispata memur görevli. İnsanı tuttuğu yerinden tuttuğu gibi yere çalmanın görevlisi meşum sadme. Jane Jones'u Alice Ayres'e dönüştüren muhteşem illüzyon. (Bu hayat arsızı hayal sevişgeninden daha önce de bahsetmiştim.)

İllüzyon: Olsa da yesek.

Dahası? Dahası yok. Olmayacak. Olsa da olmayacak, olmasa da olmamıştı, mesela Suna Su.

Suna Su: Uğruna çok güzel şiirler yazılmış pek çok Attila İlhan sevgilisinden sadece birisi. Herhangi birisi.

Güce tapınan putperestlerin elde avuçta ağızda cümle kötü ne varsa (romantik çığlıklar tükürerek) insan kafalarına fırlatıp durmasından şikayetlenme, bu tedbir sadece putlarının iyiliği içindir ve çaresizcedir. Mazur gör.


Mazur: Elinin körü.

20 Eylül 2015 Pazar

PAZAR GİBİ PAZAR

Sahaf Fuarı'na dağılmıştık. Ben bir kenarda yavaş yavaş üzülüyordum. İş bilir insanlar o esnada işlerini biliyordu. Bir yerlerde martılar uçuyordu herhalde, görmedim. İndirim vardı kitaplarda en çok. Ve daha da çok kelime. Bunlardan biraz okusan 10 fırın ekmek yemiş olurmuşsun. Bense yediklerimi çıkarıyordum.

"emperyal oteli'nin resmini çektim
akşam saçaklarından damlıyordu
kapısında durmanı söylemiştim
yüzün zambaklara benziyordu"

Kitap seçenleri izledim. Eskiden ben de ne güzel seçerdim. Ama annem daha güzel seçerdi domatesleri. Beni aşan bir işti bu, bana seçtirmezdi. Öyle mühim bi iş.

Arkamdan doğru bir müzik çalıyor cümle fuar kitapseverleri  için hoperlörden. Latin falan bi müzik, böyle elit, kültürlü bişi. Kitap kültürlülüktür ya, müziği de böyle olmalı tabi sahaf fuarının. Benimse kafamın içindeyse en köylüsünden bi türkü çalıyor sabah beri niyeyse. Eve gidince dinleyeyim bari. Eve de çok var!

İlk defa ayfondan blog yazısı yazıyorum. Bu işe de yararmış demek. Bi işe yararmış evet.

Ah istanbul istanbul olalı hiç görmedi böyle telaş. Yok be öyle değildi o. Ama bi kürek lazım.

Ey okur hala buradaysan çok yanlış bir yerdesin emin ol ki, bloga günlük muamelesi yaptığım bu tarz yazılar (1-2 tane daha var) hiç sana göre değil, kimseye göre değil. Kendine bi iyilik yapıp bu sekmeyi kapat, git bi çay koy kendine.

Sonra işte martılar gitti. Gitmişlerdir yani. Görmedim.

Toprak, güneş bi de ben, bahtiyarım. Yalan! Güneş doğru ama.

Ne yana gitse bu eylül ortası, kendi tenhalığına karışır insan. İyi bari.

Düşman kavi, tali zebun bi de. Ayrıca dert çok, hemdert yok. Yüreklerin de kulakları sağır iyi mi? Hava da kurşun gibi ağır. Bağır bağır bağır...bağırmıyorum.
Neydi o kelime? Pek de güzel pek de havalı bi şeydi.... Hamuş. Hah öyle işte. Bi de "bineva" var ki onu daha çok severim. Rakibi handan eden cana sözkonusu binevayı giryan ederken nasıl da mest ederdi di mi Safiye Ayla?. Hala eder.

Fuar'dan çıktık. İstiklal'de yüründü. Çay zamanı. Ama benimki kahve.

İstiklal insanlarının her zamanki gibi gidecek en az bir yeri var, yürüyorlar.

Çok ruh altı bi gün olmalı ya da bu gün ruhum günün altında. Sıcak değil de nem nem! Masadakiler ne konuşuyor peki tam olarak? Fotoğraf çekecektik bi de o ne oldu? Geliyorum tamam.

Tavla mı oynasaydık yoksa gidip Yeniköy'de? Güzel olurdu ama olmaz. Hem dalga da var burda iyi kötü, duralım. Ve martılar uçuyor çok şükür.
Seni seviyorum İstanbul.


"aysel git başımdan seni seviyorum"
Ölmüş müdür ki Aysel? Muhtemelen.

Dalgamız var da...rüzgar var mı abi rüzgar? Azıcık?

Yazının bundan sonrası klavyeyle. Suzi de kucağıma gelmek istiyor. Bu yazıya isim lazım bir de. Off!

Aklıma Açlık romanı geldi. Hamsun orada ucunu gıdım gıdım açtığı halde minnacık kalmış bir kurşun kalemle oturduğu bankta (evi yoktu) bi kağıt parçasına edebi şaheserler yazıyordu. "Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o tuhaf şehir Kristiania'da aç acına sürttüğüm günlerdeydi" cümlesini yazarkense kim bilir kaç gündür açtı. (Kristiania dediği bu günkü Kopenhag)
Bense ayfon, o da yetmedi pc'ye neler yazıyorum :)

Bir de Bahadır Baruter'in Uykusuzluk'ta acı çeşitlerini çizmesi var ki...fena! (Bilen bilir)


Az ötede oyna Olric!

17 Eylül 2015 Perşembe

JUST DO IT AND YAŞA VE YAŞAT

Zor soruları çözüp de kolayları çözemeyen öğrenciler var. Kolay olduğu için çözemiyorlar. Var böyle bir sendrom, “bu kadar basit olamaz” fikriyle sorunun ihtiva etmediği bir komplekslik arıyor çocuk soruda , çözemiyor.
Hah işte, anlamaya çalıştığın şey aslında belki de yoktur. Vardır yani tabi de, anlaşılması gereken bir şey yoktur. Yani sen bi şeyin sende bişeylik ihtiyacı doğurduğuna kanisindir ama aslında ilk var olan o şeylik ihtiyacıdır ve  o şey de üstüne gelmiştir sadece.  Deniz kıyısında sayısız taş var ve hiçbiri ötekine benzemez…hayır, benzerler aslında, taş işte hepsi.
Anlaman gereken tek bir şey varsa o da bu.

Bu taş meselesi mühim aslında.
Hayli yıl öncesi, gece saat 12 falan, Bostancı sahili, rüzgar var, üşüyoruz, sokak lambasının altında ayaktayız, eller cepte, gözler denizde. “Ben” diye anlatmaya başladı, “Barcelona’da yaşarken bazen fırtına olurdu, rüzgar denizin içindeki taşları kıyıya yığardı. İnsanlar ellerinde poşetlerle güzel taş toplamak için kalabalıklar oluştururdu sahilde. Güzel gördükleri taşları poşetlerine doldurur götürürlerdi. Ben kalabalığa karışmazdım, tenha bi yer bulur orada kendi taşımı arardım. Bana en çok benzeyen, beni en çok yansıtan taş…bulurdum. Elime alır severdim taşımı, öperdim, konuşur dertleşirdim onunla. Sonra da denize geri atardım.”

Aklımda kalmasından belli zaten ki etkilemiş beni bu gerçek hikaye. Şimdi?
Şimdi bu kişi beni nadiren arar ve artık telefonlarını açmıyorum. Mesaj yazarsa cevap vermiyorum. Alkollü oluyor aradığında çünkü ve dediklerinin çoğu anlaşılmıyor. Türk değil zaten aksanlı konuşuyor ve seçebildiğim kelimelerden anladığım kadarıyla sağlıklı bir mantık silsilesi takip etmiyor sözleri. Arada bana iltifatlar düzüyor, ilgilenmiyorum. Oldukça zekidir, muhayyilesi de güzeldir tamam ama bildiğin saçmalıyor işte, sözlerine verecek karşılığım yok, kulağım telefonun altında boşuna terliyor, bitemeyen bir eziyet.

Bu olan şey bir tavsama mıdır yoksa gerçeğe evrilme mi? Önemsiz, bazen biri bazen öteki, çok zaman ikisi birden. Yapmaman gereken tek bir şey var: izafe etme. Yapman gerekense tek: yaşa bir köşede payına düşeni.

SÜFLİ VE YENİ

Bırakıp bir türküyü tam orta yerinde bir başka türküye geçmeni söyleyen koro şefine başka türkü bilmediğini yahut neşeli türküler istemediğini...hayır hayır, korodan ayrılmak istediğini, bir genel isteksizliği...kaldırımların kirini, arsız sokak hayvanlarını ve tüm aptalları ve de cümle şımarıklıkları arkanda bırakarak içinde yelkenliler olan bir denize doğru yürüyüp gitmek istediğini...okuma yazma bilmediğini üstelik buralı olmadığını, burada olmadığını, pek çok şeyin yeterli olmadığını artık ümidinin kalmadığını ümit üretmeye gerek kalmadığını tüketmeye sebep olmadığını... akıl kifayetsizliğinden bahsederken aslında yalan söylediğini ama kötü şiirleri de sevmediğini...  kirli havayı sevmediğini, kimsenin seni zaten sevmediğini...
ve öldürmeyi sevmemek için sevmeyi öldürmeyi...

Bu cümlenin yüklemi yok.
Beklersek bir akbaba konar nasıl olsa cümlenin sonuna yüklem diye.
Karnı doyunca da kalkar.



Yapılacak işler: İrsaliyeleri dosyala, bankayla konuş, fotoğraf toplantısı 19:30'da en geç 17:30'da yola çık, arabayı yıkat, karşıdan karşıya geçerken önce sola bak, İzmir'e yerleşmeyi tasarla, bütün kırmızılarda dur, uyumayı unutma, kahvaltıda tost var gene.

15 Eylül 2015 Salı

RENKLİ BİR AYRILIK - 2

-          Ayrılmalıyız aşkım.
-          O nedenmiş?
-          Sarışın çocuklarım olmasını istiyorum ben.
-          Eee?
-          Ben sarışınım. Sen de öylesin.
-          Evet öyleyiz, anlamadım hala meseleyi.
-          Recep dayın çok esmer bir insan.
-          Mukadder dayım sarışın ama.
-          Olsun, ya Recep dayına çekerse çocuk? Kız halaya, oğlan dayıya çeker derler.
-          Lan manyak. Recep dayım bizim çocuğumuzun dayısı olmayacak ki, senin kardeşin onun dayısı olacak.
-          Benim erkek kardeşim yok ki.
-          Çocuğumuz erkek olacak ve  biyolojik dayısı olmayacağı için o da mecburen babasının esmer olan dayısına çekecek. Bu mu tezin?
-          Aşkım bu ihtimal beni ürkütüyor anlıyor musun? Esmer genleri olan bir sülaleniz var sizin.
-          Recep dayım öz dayım değil aslında. Annanem  O’nu esmer bi işçiden peydahlamış diyolar. Dedem sarışın yoksa.
-          Olsun, annanenden gelen genler sende de var, esmerlik ya O’ndan geliyorsa?
-          Ya delirme, annanem de çok sarışındır. Gençlik resimlerini göstereyim istersen?
-           Ama böyle ikna olamam ki. Kötü ihtimaller kabus gibi Muzaffer, korkuyorum. Hem madem annanen böyle orospu bi insan, anneni de bi başka işçiden peydahlamış olabilemez mi?
-          Köylü gibi konuşma, “olamaz mı?” demen gerekirdi.
-          Çok özür dilerim. Hep bu diziler yüzünden. Bozuluyor insanın lisanı ister istemez. Affet lütfen.
-          Onu affedeyim de annanem için az önce ettiğin lafı nasıl affedicem?
-          Sen dedin Recep dayını peydahlamış diye, orospu olmaz mı ki?
-          “Libidosu yüksek” diyelim.
-          Peki, kusura bakma o zaman.
-          Ya pardon da, bu sarışınlık takıntısı nerden? Esmer olsa ne olur ki?
-           Brad Pitt gibi bi oğlum olsun istiyorum ben.
-          Peki sarışın olur da tipi hiç benzemezse?
-          Kader kısmet tabi, tevekkül sahibi bi insanım ben.
-          Sennn!? Peki kız olursa.
-          Angelina Jolie gibi olsun o da.
-          Angelina tam sarışın değil ki. Kumral gibi.
-          Olsun, büyüyünce biraz daha koyuya boyatır saçını, sarışın olsun da.
-          Esmer olsa da sonradan koyu sarıya boyatsa?
-          Siyah saçta iyi olmuyor öyle, anlamazsın sen, anlamadığın konulara girme lütfen.
-          Recep dayımın saçını koyu sarı yapıp bi baksak? Belki genlerimizdeki esmerlik boyanmaya uygundur.
-          Ya çekmezse Recep dayına?
-          Ulan az önce çekmesi problemdi şimdi çekmemesi mi problem oldu?
-          Bilmiyorum Muzaffer, korkuyorum!
-          O değil de…çocukların zekası sana çekerse ne olacak? Asıl problem bu bence.
-          Evet ondan da çok korkuyorum aslında.
-          Peki çocuk hakikaten esmer olursa? Ne yaparsın mesela ne olur?
-          Ay bakamam ben esmer bir çocuğa Muzaffer, emziremem onu anlıyor musun? Altını değiştiremem, O öyle yattığı yerden esmer esmer bakarken.
-          Esmer olursa Çocuk Esirgeme Kurumu’na veririz, nasıl fikir?
-          Hiç düşünmemiştim bunu bak.
-          Düşün bunu sen. Nasıl olsa esmer. Atarız sokağa, selpak satar trafikte.
-          Satabilir mi ki?
-          Haklıymışsın.
-          Hangi konuda?
-          Ayrılmalıyız.

RENKLİ BİR AYRILIK

-          Ayrılmalıyız aşkım.
-          O da nerden çıktı?
-          Babama “pezevenk” demişsin.
-          Oha! Bu nasıl kuru iftira. Babanı görmedim bile ben hiç.
-          Yüzüne dememişsin zaten. Facebook’una  yazmışsın.
-          Ne, nasıl!? Ne yazmışım?
-          “Ambulansın peşine takılan pezevenklerden nefret ediyorum” yazmışsın.
-          Eee?
-          Babam trafikte peşine takılmak için ambulans arayan bi insandır.
-          Benim yazımı nerden görmüş?
-          Benim Facebook’um açıktı. Gördü, “kim bu?” dedi, “erkek arkadaşım” dedim. “Ayrıl ondan” dedi, “tamam” dedim.
-          Ulan “bi arkadaş” falan deseydin bari. Hem nasıl öyle hemen “tamam” deyiverdin?
-          Olmaz, dürüst bir aileyiz biz. Babama “pezevenk” diyen biriyle de yapamam anlıyor musun?
-          Dürüstsünüz Allah için!... Ama ambulansın peşine takılmakta sakınca görmezsiniz.
-          Ailemizin özeline girmezsen sevinirim.
-          Ulan bendeki şansa bak arkadaş yaa! Bundan önceki sevgilimle de eski sevgilim fotoğrafıma like yaptı diye ayrılmıştım. Kapatacam lan bu hesapların hepsini!
-          Yeni kız arkadaş nerden bulacaksın peki kapatırsan?
-          Öyle ya, seni de ordan bulmuştum di mi? Allah hep verdiği yerden alıyor demek.
-          Hay’dan gelen Hu’ya gidiyor işte.
-          O “Hay” ve “Hu”dan sonra apostrof konması gerektiğini nerden biliyorsun sen?  Gizli gizli kitap mı okuyon nedir?
-          Aile olarak kültürlüyüz biz.
-          Evet, ambulans arkası kültürü!...neyse özelinize girmeyelim.
-          Evet, lütfen.
-          İyi madem… hadi ayrılalım o vakit.
-          Tamam.
-          Kim başlatıcak?
-          Bilmem, erkek başlatmalı bence.
-          İyi de ayrılmak isteyen sensin.
-          Olsun sen başlat.
-          Ne demem gerektiğini bilmiyorum. Kavgasız gürültüsüz ayrılmamıştım ben hiç. Yardımcı olsan?
-          Ettik ya az önce kavga.
-          Hadi ya, farkında değilim.
-          Seviyeli bi kavgaydı.
-          Haa ondan anlamadım, çok seviyeliyse demek!
-          Dalga geçme lütfen.
-          Ya boş ver seviyeyi falan. Ödeşelim mi? Sonra da barışırız.
-          Nasıl?
-          Sen de benim babama “pezevenk” de, olsun bitsin.
-          Ama senin baban gerçekten pezevenk, işi bu, kadın satıyo.
-          Olsun, sayılmaz mı ki?
-          Saçmalama Oytun. Ayrılmamız gerekiyor.
-          Ya ne saçma yaa, babamın kadın satmasını problem etmiyorsun ama ben babana bilmeden “pezevenk” dedim diye ayrılıyoruz.
-          O senin babanın özeli, ben karışamam.
-          Peki silsem o yazıyı. Yerine de ambulans peşine takılanlardan özür dileyen bir şey yazsam?
-          O zaman da ambulans arkasına takılınmasını teşvik etmiş olursun, babam yine kızar, rekabeti seven bi insan değil kendisi.
-          Direkt babandan özür dilesem, “yanlış anlaşma oldu” falan desem.
-          Kuyruk sıkışınca özür hemen. Olmaz, ayrılıcaz.
-          İyi tamam anasını satiim, ayrıl hadi.
-          Olmaz, önce sen ayrıl.
-          Senden ayrılıyorum Tuğçe. Kabul ediyor musun?
-          Evet.
-          Geber! 

14 Eylül 2015 Pazartesi

KÖŞEYİ KAPTIRMACA

Şöyle bir yazı yazmışım buraya neredeyse 3 yıl önce, Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair şiirine nazire olarak:

“Köşe kapmaca” diye aptal bir oyun vardır.  Oynamışlığım da var haliyle. (İlk okul 1-2)  Bi başkasıyla köşeni değiştirmek için köşenden ayrılırsın ve bu esnada ebe köşelerden birini kapar da köşesiz kalırsan ebe sen olursun. Ebe olmak da kötüydü tabi. Çocuk aklımla bile anlamazdım neden köşe değiştirme ihtiyacında olduğumuzu. Adamın köşesi seninkinden daha iyi olsa senin köşeni istemez, seninki iyi olsa sen bırakmazsın köşeni…peki nasıl oluyordu da köşelerimizi değişmek için anlaşabiliyorduk? Üstelik bu karsız alışveriş için ebe olma riskini alıyorduk. Nedendi ki?
Mesele bir mülkiyet meselesi değil hareket meselesiydi. Ebe olma riskini göze alıp bedavadan heyecan yaratıyorduk. Gerçekten de ebe olma riskini almayıp tuttuğu köşeyi hiç bırakmayanlar kös kös oyunun bitmesini bekliyordu bi “köşe”de, üstüne korkaklıkla suçlanıyordu. Ben fır fır köşe değiştirenlerdendim.

Ebe olmak çocukluğa ait bir risk, bu risk daha sonraları “ebesini görme”ye evriliyor.

Panait Istrati…ne çok severim. Ebesini uzak diyarlarda aramış, bulduklarını muhteşem şeyler olarak kağıda dökmüş muhteşem adam. Gözüne kaçan hiçbir toz boşuna kaçmamış yani. Nazım Hikmet de böyle bir hasılat telaşıyla mı yazmış o şiiri yoksa bencilce hazlar için miydi her şey? İnsanlar için ölmekten bahsediyor, bir ateisti böyle bir motivasyona iteni anlamakta güçlük çekiyorum. Ayrıca ismi “yaşamaya dair” olan bir şiirin içindeki bu ölüm methiyesi de (nekrofilya) oldukça sakil duruyor. İş olsun diye mi yazmış yoksa lan?
Bu arada bu “insanlar için” işinin babası Faust’tur. Goethe’nin inancı belirsiz. Resmi olarak Hristiyan ama kiliseyle arasının hiç iyi olmadığı biliniyor, Müslüman olduğu iddiaları da var. Ateist de olabilir ama deist olma ihtimali daha yüksek bana göre.  Ahiret inancı sarsılmışların hayata tahammül etmek için sarıldıkları bir şey mi ki  yoksa bu “insanlar için” düsturu? Cevaplarsam yazı çok uzar, konumuz bu değil ama :)

Konumuz: risk almak. Bunun “kişisel menkıbesini yazmak”, “yüreğinin götürdüğü yere sittirolup gitmek” gibi romantik adları da var. “Aslolan varılacak yer değil gidilen yoldur” şeklinde şiirimsi açıklamalar da mümkün ama bir yere varmayacaksak ne gidecez anasını satiim. Ulan peki bu iki kapılı handa varmak istediğin ne ki? Hah, girdik mi felsefeye? Yok yok, çıkıyoruz.

Bu filmi anlayanlar pek çok şeyi anlarlar. Ama anlamayanlar daha mutludur. (Yazısını da yazmıştım bunun ilk izlediğimde)

Adrenalin…yaşam hormonu. (Bkz. Pulp Fiction) olmasa ölürsün, öyle mühim bi hormon. Bu hormonun salgılanmasını kontrol eden dna zinciri tespit edilmiş ve bu zincir olması gerekenden kısa ise yeterinden az adrenalin salgılıyormuş o bünye. Bu kısa zincirli insanlar da tehlikeli sporlara meraklı oluyormuş, hızlı araba kullanıyormuş falan.  Vücut adrenalini yeteri kadar basmadığı için yaşadıklarını yeterince hissedemiyorlar ve bir dış etkiyle adrenalin salınımını arttırmaya çabalıyorlarmış.
Kimin zinciri ne kadar bilemem tabi de…bildiğim bir şey var. Otobanda 180’den aşağı düşmeyen insanlar bir şey olduktan sonra birden 120’nin üzerine çıkmamaya başlıyorlar. Evlenince? Hayır, çocuk sahibi olunca.
Bu “yüzünü görmediğin insanlar için” meselesi  romantik cümlelerden başka hiçbir şeydir aslında, asıl motivasyon çocuktur.
“Tek başıma olsam şaha gedaya kul olmam,
Viran olası hanede evlad ü ıyal var.” Aşık Dertli
“Mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah’ı zikretmekten alıkoymasın.” Münafikun suresi 9. ayet


Konu “risk”ti ama “motivasyon”a dönüşmesini engelleyemedim…şu saatten sonra da toparlanmaz artık bu yazı. İki farklı konuyu  eksik gedik yazdığım için eksik-gedik bi yazı oldu… neyse dursun bu burada, belki buraya bakıp derli toplu bişiler yazarım sonradan. Bi de lüzumsuzca samimi senli-benli yazmışım, yayınlamasam mı ki? Naslolsa kimse okumuyor, yayınla gitsin Hüseyin :)

MELANKOMİK NOTLAR - 24

3 yazıyı birleştirip tek yazı yaptım, tarihsel çelişkiler olabilir.

Odanın camını açtığımda üşüyorum, kapattığımda fazla sıcak oluyor. "Ne yapsan olmaz" mevsimi.

Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları'nda (bu kitabı yazarken 80 yaşında falandı) artık çok vakti kalmadığı için kitap okuma zevkini şansa bırakamayacağını, bu yüzden de daha önce okuyup çok zevk aldığını bildiği kitapları tekrardan okumayı tercih ettiğini yazmıştı.
Bu düşünce bende zincirleme sorulara sebep olmuştur hep. Kitap zevkinin şansa bırakılamayacağı yaş nedir? Yeni şeyler öğrenmeye de kapanıyorsun, bu caiz midir? Bu soruların üstüne Sartre'ın Duvar'ı da binince...düşünmemek daha iyi!

Yahya Kemal 100 yıl geç doğsaydı bu gün 31 yaşında olurdu. Ne yapardı acaba, şiir yazar mıydı gene? Yoksa komik Twitter fenomeni olmaya mı çabalardı? Atatürk 1919'da 38 yaşındaydı, 10 yıl geç doğsaydı Samsun'a çıkmak için fazla genç olurdu ve tarihe geçen bir şahsiyet olmayabilirdi.
Erken yahut geç doğduğu için değerinden eksiğine bozdurulmuş bir dünya insan...dan bahsetmek mümkün mü ki? Gayet de mümkün.

Suzi (kedim) kucağımda biraz fazla yattığında ve artık gitmesini istediğimde sigara paketine uzanıyorum. Yakmasam bile anında uzuyor. Çok manidar!

Bu arada Suzi kendini kanguru sanıyor. Yatağın kendine ait olan kısmında nenem gibi oturmuş buluyorum bazı sabahlar. Öyle kısa falan değil, uzun uzun oturuyor bu halde, hiç görmemiştim böyle kedi, cinsinden midir nedir?

Baki ve Fuzuli çağdaştır ve birbirlerinden haberdardırlar. Görüşmeyi de çok istemişler ama mümkün olamamış. Baki İstanbul'da oldukça üst düzey bir bürokrat (Rumeli kazaskeri-Anadolu kazaskeri), Fuzuli ise Kerbela'da maaşlı bir seyis...ve tanışmak istiyorlar. Statü farkının liyakatte eriyip gitmesine çok güzel bir örnektir bu. Tanışabilselermiş keşke.

Saksı çiçekleri susuzluğa oldukça dayanıklı canlılardır...bu tezi ispatladım son zamanlarda!

Dün akşama kadar canım bir şey çekti. Düşün düşün bulamadım. Düşünmek de saçma bir şey böyle bir şey için, düşünerek bulunmaz ki canının ne çektiği, bilirsin zaten. Bilemedim işte.  Elma, dondurma, taze fındık, ceviz denedim, hiç biri değildi. Geçti sonradan kendiliğinden de hala düşünüyorum, dün acaba canım ne çekti?

Birinin 5 yıldır hiç değiştirmeden kullandığı profil fotoğrafının senin elinden çıkmış olması güzel. "Kendisini en güzel bulduğu fotoğraf"ı sen  çekmişsin,  afferim sana.

İnsanlar kaderi bir türlü doğru anlayamıyor. Kader denen şey her şeyi hakkıyla bilen Yaratıcı'nın yarattıklarının nerede ne zaman ne yapıyor olacağını daha onları yaratmadan bilmesinden başka bir şey değildir ki. Allah'a inanıyorsan kadere mantıken zaten inanmak zorundasın. Birbiriyle etkileşim halinde bir çok cüzzi irade var ve o iradelerin nelere sebep olacağını O'nun önceden biliyor olması olan şeylerde o cüzzi iradelerin etkisi olmadığı manasına gelmez. Bu hesapla "kadercilik" ne ola ki? Yok böyle bir şey, kader var sadece, kadercilik yok. Ha, belirleyemediğin parametrelerin sonuçlara etkisini kabullenmek  ise kadercilikten kasıt, buna da "tevekkül" deniyor  ki  o vardır ve  insanları çıldırmaktan koruyan pek güzel bir şeydir. "Yan gelip yatayım, kaderim nasıl olsa belli" şeklinde bir düşüncenin ne akılda ne de dinde yeri var.
Adam gibi tedbir almadığı için iki büyük faciaya sebep olan Arabistan'ın müftüsünün "e bu kaderdir" şeklindeki açıklamaları ve buna destek veren söylemler getirdi bunları aklıma. Allah Arabistan devletinin ahmakça işler yapıp bu facialara sebep olacağını bildiği için o insanların kaderi o şekilde ölmek oldu, Arabistan devleti ahmakça davranmayacak olsaydı Allah bunu yine bilirdi ve o insanların kaderi böyle olmazdı.

Karacaköy'ün çingeneleri ne güzeldi. Neşeli ve cana yakınlar ama hiç sırnaşık değiller. Para falan da istemiyorlar hiç. Çok sevdim. 

Bu arada şimdi aklıma geldi, çok uzun süredir profil fotosu olarak kullanılan bir fotoğrafım daha var :) Ama şimdi aklıma gelen fotoğrafçı değil, yukarıda yazdığım pek çok fotoğrafçı ahbabı olan bir fotoğrafçıydı, deminki daha mühim yani.

Okuduğum kitapları notlar alarak okumak istiyorum ve o notları bilgisayara almak istiyorum. Ama tercihim uzanarak okumaktan yana. Bilgisayarın yanına yatak mı atsam ki? Off, ne saçma bir derdim var!

En güzel fotoğraflar gözünle çektiklerindir. Tekrarı yoktur, sonradan ne kimseye gösterebilirsin ne de kendin görebilirsin. Bu hesapla bütün yazılanlar değersiz. Bunun ne demek olduğunu biliyorum, daha doğrusu hissediyorum ama  açıklaması pek mümkün değil.

Camera raw'ı  CR2 uzantılı raw dosyasını açabilir hale getirmeyi başardım nihayet, çocuk gibi mutluyum :)

Şehir içi trafik düzenlemesi yapanların düzenlemeden anladığı yasaklamaktan ibaret. Burdan bu tarafa gitmek yasak, şurdan şu tarafa yasak. 50 metre uzaktaki noktaya ters olduğu için 3 kilometre dolaşarak varıyorsun. Akılları sıra akışı sağlıyorlar da araçların daha uzun süre trafikte kalmasına sebep oldukları için yoğunluğu arttırdıklarını hesap etmiyorlar. Genel olarak hesap etmiyorlar zaten, kafa “ben yetkiliyim, bu böyle olsun” kafası.

Ne muhteşem bir şarkıdır, açtım dinledim şimdi nereden geldiyse aklıma. Annem rahmetli de çok severdi. Zaten neyi çok sevsem O’nun çok sevdiği çıkmıştır hep. Favori şarkılarımız da ya hep rasttır ya da uşşak makamı. Bir numaralarımız farklıydı yalnız, Ben Safiye Ayla’yı ayrı tutarken onun favorisi Hamiyet Yüceses’ti.  Bir de genç kızlığına dair bir anekdotu ilk defa anlatıyormuş gibi anlatır dururdu. Ben de bozmazdım, ilk anlatıyormuş gibi dinlerdim. “Zeki Müren’in genç zamanları, radyoda rast şarkılar söylüyor ki, off off! Camdan babamı gözlerdim, baktım ki geliyor, elimi radyonun düğmesine atardım. O yaklaştıkça ben sesini kısardım, o yaklaştıkça ben sesini kısardım. En son kapıyı açardı, “çıt” kapatırdım radyoyu.”
Bu ”çıt”ı da her seferinde unutmaz, kesin söylerdi.
Zeki Müren’in cinsel tercihlerine yönelik rivayetler o zamanlar da var olduğu için dedem (sert adam) radyoda onun dinlenmesini yasaklamış. Kendisi de Münir Nurettin hayranıymış, konserlerine gidermiş sürekli…eski zamanlar işte.

Geçen bir fotoğraf gezisinde habersizden ciddi ciddi gülen bir fotoğrafım çekilmiş. Çok hoşuma gitti, fotoğraflarda gülemiyorum çünkü. Habersiz olunca oluyormuş demek :)

Milli takım nihayet sevindirdi. Buna da şükür.

Instagram’da @ yazdıktan sonra kişinin adını yazıyordum uzun uzun. Meğer isminin üzerine uzun basılı tutunca otomatik çıkıyormuş. Bunu bu kadar geç keşfettiğim için kendime fena halde öfkeliyim!

Kelimelik’e kötü sardım gene. Oyun mu görev mi belli değil!



Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...