30 Kasım 2017 Perşembe

GÜNCELİN VE DE TARİHİMİZİN PSİKOLOJİK AÇIDAN ZARRAB'SAL VE AŞAĞILIK KOMPLEKSİ ÜZERİNDEN DİDİKLENMESİ FİLAN

“Stocholm Sendromu” dersem herkes hemen anlar ama bu sendrom biraz özel bir durumun ifadesidir, vakt-i zamanında Stockholm’de gerçekleşmiş bir rehin alma vakasından sonra ortaya çıkmış bu tabir.

Bunun psikolojide daha genel bir adı var: kurbanın saldırganıyla özdeşleşmesi.

Şöyle bir şeymiş bu özdeşleşme, aynen copy-paste yapıyorum:
Sürekli şiddet yaşamanın bir sonucu olarak kurbanlar saldırganla özdeşleşmeye ve bir hayatta kalma stratejisi olarak onun için hareket etmeye başlayabilir. Kurbanın iradesinin saldırgana bağlı olması gönüllü bir karar değil, şiddetin doğrudan sonucudur. Travmatik bağlanma süreci…  (Appelt,Kaselitz, Logar 2004) “Şiddet uygulayanın ilk hedefi kurbanı köleleştirmektir ve bu amaca kurbanın hayatının her alanında despotça bir denetim kurarak ulaşır.  Ancak salt boyun eğme onu nadiren tatmin eder; suçlarını haklı göstermenin psikolojik ihtiyacı içindedir ve bunun için kurbanın onayına ihtiyaç duyar. Bu yüzden durmaksızın kurbanından saygı minnet ve hatta sevgi göstermesini talep eder. Saldırganın nihai hedefi gönüllü bir kurban yaratmak gibi görünmektedir”. (Herman, 1992)

Öyle çok fantastik filan bir şey değildir bu özdeşleşme, hepimizin pek çok kez şahit olduğu bir şeydir, hatta kurban rolünü de saldırgan rolünü de oynamış-oynuyor olabiliriz. Bu sıradanlıktan dolayı çok önemli bir şeydir bu özdeşleşme. Ebeveyn-çocuk, amir-memur, karı-koca vs gibi ilişkilerde dikkatli bakarsak görebiliriz. Şu şiddet-aksiyon filmlerinde bolca gördüğümüz “sinmiş” karakterler de bu özdeşleşmenin mağdurudur genelde.
Alıntıladığım paragrafta dikkat edilmesi gereken nokta, kurbanın bu köleliği bir hayatta kalma stratejisi olarak benimsiyor oluşudur. Kurban bencil yani, kendini düşünüyor, hayatta kalabilmek için gönüllü olarak köleliği benimsiyor, bunun çalışma mekanizmasını anlamak çok mühim.

Nerden geldi aklıma bunlar?
Zeyno Erkan diye bir kız var, Zarrab davasından canlı yayın yapıyor, ben de ondan takip ediyorum davayı. Böyle heyecanla ve biraz da mahalle diliyle anlatıyor da anlatıyor. Mahalle ağzı kullanması biraz ilginç çünkü kız Boğaziçi Uluslar Arası İlişkiler mezunuymuş, öyle bir bölümü kazanabildiğine göre oldukça zeki olmalı, bitirdiğine göre de oldukça donanımlı. Yani bu kızın kendisini batılılar karşısında ezik hissetmesi için sebep olmamalı bana göre, çoğundan zeki ve donanımlı çünkü…ancak hal ve hareketlerinde batılılar karşısında ezik hissetmeye varan bir batı hayranlığı çok bariz görülüyor.
Hani “adamlar bi makine yapmış, adamlar bi araba yapmış, adamlar yapmış abi” gibi cümlelerde bolca kullandığımız o “adamlar” kalıbı var ya…kızın Batı’ya karşı duruşu tamamen o “adamlar” kalıbı üzerinden. Bizim mahkemeler tırtmış ama adamların mahkemeleri off ne süpermiş filan.
Bizim mahkemeleri tabi ki savunamam da Abd mahkemelerinin siyasetten ya da nüfuzdan bağımsız olduğunu düşünmek çok büyük saflıktır. Ben demiyorum bunu sadece kendileri de diyor, “And Justice For All” filmini izleyin de görün bakalım “adalet”ten anladıkları neymiş? Ki orada anlatılan adi vakalar, Abd menfaatlerini ilgilendiren davaları varın siz düşünün.

Bu Abd denen ülkenin dünyada haksızlık etmediği, canını yakmadığı halk yoktur herhalde! Kızılderililer’den başladılar, güçlendikçe dünyaya yaydılar adaletsizliklerini-zulümlerini. Demokrasi götürüyoruz diye çok cinayet götürdüler. Toplam kaç ülkede kaç tane darbe yaptı Cia, kendi bile bilmiyordur. Bırakın dünyayı, Türkiye’ye ettiğini zulümleri anlatan kitapların sayısı bile 1000’den fazladır. Abd bu zulmetme-katletme işinde o kadar pervasızdır ki nasıl zulmettiğinin filmini çeker oradan da para kazanır, saklamaz yani adaletsizliğini, caniliğiyle övünür resmen.
Avrupa dersek o daha da fena, çok sağlam kan içicidir, Afrika’nın hali ortada.
Batı zulmetme işini, adaletsizliği iyi bilir, profesyonel zalimdir.

Bu kan içmeyi çok iyi bilen “efendi”nin gücünü hafife almak elbette ki aptalca olur ancak hayranlık neden? Hah işte o hayranlığın sebebini tepede açıkladım, bu bizimkisi olsa olsa saldırganıyla özdeşleşmekle açıklanabilir. Hayatta kalabilmek için efendimizin zulüm tekniklerine hayranlık besliyoruz. Dünyayı yöneten akıllı abiler bu psikoloji işlerini iyi bilir, “gönüllü köleler” olmamız için gerekli her şeyi inceden inceye hazırlarlar, toplum mühendisliği dedikleri zıkkım işte.

Ezcümle “Batı hayranlığı” dediğimiz şey aslında “kurbanın saldırganıyla özdeşleşmesi”nden başka bir şey değildir. Cümlenize “adamlar” diye başlarken bir daha düşünün.

Şu günlerde görülmekte olan Zarrab Davası'nın durumu şu: Abd’nin kendisi nükleer silah yapıyor (hatta bunu kullanmış tek ülke, Hiroşima) ve nükleer silah yapıyor diye İran’a ambargo koyuyor. Bu ambargo anlaşmasına bize de imza koydurtuyor. İran bizim komşumuz, sıkı ticari ilişkiler geliştirmemiz son derece beklenen, yani bu ambargodan ticari olarak ambargoyu koyan Abd etkilenmez iken Türkiye fena halde etkilenmek zorunda çünkü İran bize komşu…Şili ambargosu değil ki deldiğimiz, komşumuzun ambargosu di mi?
Ve şimdi bu hukuk tanımaz ülke o ambargoyu deldik diye bizi yargılıyor. Tam bir güçlünün kendini güçsüze dayatması. Bunu da mahkemede yapıyor, adalet adına yapıyor. Buraya kadarını anlarım da… öz be öz Türk vatandaşlarının “Abd ağzımıza s.ççak” diye edebiyat yapması tuhaf değil mi? Ulan bizi yargılayan devlet, adaletin ırzına geçme işinde usta bir devlet, biz 40 yılın başı bi ambargo delmişiz çok mu di mi?
Tabi Türk halkının midesini haklı olarak bulandıran şeyler de var: rüşvet.
Egemen Bağış’ın o “aklandığı” Meclis oylamasındaki oyunu atarkenki artis tavırları insan olanın midesini bulandırmaz da ne yapar?  En öz işimiz paçozluk, aşağılık şeyleri çok kolay benimsiyoruz. Yahu senin rüşvet aldığın kayıtlı-belgeli, azıcık yüzün kızaracağına bir de oyu artis tavırlarla atmak nedir di mi? Çağlayan, Güler, Bağış, Zarrab ve diğer pek çok kişinin korunmasının halkta tiksinti oluşturması son derece doğaldır. Ancak suçluların cezasını vermesi için Abd mahkemelerinden medet ummak…tuhaf bir psikoloji değil midir? Adalet beklediğin ülke adaletin ırzına geçmede en usta devletlerden, bu nasıl bir saflıktır öyle ya. Saflık filan değil bu işte, kurbanın saldırganıyla özdeşleşmesidir bu.
Abd’nin an itibariyle yapmaya çalıştığı davanın sonunda Türkiye’yi teröre destek veren devlet olmakla suçlamak ve yaptırımlar uygulamak. Dünyadaki terör örgülerinin büyük kurucusu (El Kaide, Işid, Pyd ve daha pek çok) ülke bizi teröre destek vermekle suçlayacak, yapılmaya çalışılan bu. (Pkk’yı Abd kurmadı, Avrupa kurdu)
Davadan öyle bir sonuç çıkartsa bile o yaptırımları BM’den çıkartamaz, Çin ve Rusya korur bizi. Uluslar arası olmayan yaptırımlarla, kendi imkanları yaptırımlarla vurmaya çalışacak bizi.


Yazıyı daha da uzatacağım, uzun yazı sevmeyenler zaten dökülmüştür çoktan.

Tanzimat Fermanı neden önemli bu kadar? Mühim bir soru bu.

Tanzim: düzenleme
Tanzimat: düzenleme işleri, düzenlemeler…gibi.
1839’daki o ferman birtakım düzenlemeleri içeriyordu. İşte askere almalar, halkın can-mal güvenliğinin devletin teminatında olması vs. basit birkaç düzenlemeden ibarettir o ferman. Ancak bu fermanla padişah ilk defa olarak yetkilerinden kısmen feragat ediyordu, bu feragat mühimdir.
Tanzimat Fermanı’nın maddeleri doğru dürüst uygulanmamıştır, göstermelik kalmıştır. Hem basit birkaç düzenleme hem de uygulanmamış, niye bu kadar meşhur o zaman bu ferman?
Bu tür düzenlemeler tarihte hep halk isyanı gibi zorlayıcı sebepler sonucunda ortaya çıkmıştır. (İlki ve en meşhuru: Magna Carta, 1215, İngiltere) Yani şartlar kralı zorlamıştır da kral mecbur kalmıştır taviz vermeye. Osmanlı’da da pek çok halk isyanı var ama tamamına yakını sertlikle bastırılmıştır, “asi”ye taviz vermemiştir Osmanlı. 1839’da bir isyan, padişahı zorlayan bir durum da yok, niye durduk yere padişah yetkilerinden kısmen feragat etmiş ki?

Olay şu: Kendisini tek lokmada yutmak isteyen genişlemeci Rusya tehdidine Osmanlı kendi imkanlarıyla karşı koyamamaktadır ve bu konuda İngiltere’den destek aramaktadır. Osmanlı’nın Ruslar’a karşı tarihte tek bir galibiyeti bile yok ve 1800’lerde güç dengesizliği Ruslar’ın lehine iyice artmış. İngiltere de koruyor Osmanlı’yı (kuyruğundan ayrılmayan Fransa’yla beraber) ama Osmanlı babasının oğlu olduğu için değil, iki sebepten:
1-   Geniş Osmanlı topraklarının güçlü Rusya’ya geçip Rusya’nın deve dönüşmesini istemiyor, toprakların zayıf bir devletin elinde durmasını tercih ediyor,
2-   Bu koruma Osmanlı’nın iç işlerine karışmak hatta Osmanlı’yı bir uydu devlet haline getirmek için mükemmel fırsat.
Ferman’dan bir yıl önce (1838) imzalanmış İngiltere-Osmanlı serbest ticaret anlaşması da bu bakımdan mühim. Salaklığa bakar mısınız, Sanayi Devrimi'ni gerçekleştirmiş İngiltere ile tarım ülkesi Osmanlı ticaretlerini serbestleştiriyor, sömürge olmayı kabul etmek gibi bir şey bu. Keyfinden mi kabul ediyor Osmanlı sömürge olmayı, hayır, Rus korkusundan kabul ediyor, hayatta kalmak için kabul ediyor.
İşte Tanzimat Fermanı’nın önemi buradadır, maddelerini İngiltere-Fransa yazmıştır, Osmanlının “bağımlı devlet” olmayı kabul etmesinin gayri resmi ifadesidir Tanzimat Fermanı. Yoksa padişah deli mi ki durduk yere yetkilerini kısıtlasın?

1800’lü yıllara bakarsanız Osmanlı’nın pek çok iç işinin uluslar arası konferanslarda tartışıldığını görürsünüz. Sadece Tanzimat Fermanı değil Islahat Fermanı (1856) ve meşrutiyet ilanlarında da (1876 ve 1908) İngiltere etkisi barizdir. İngiltere-Fransa ikilisi 1854 Kırım Savaşı’nda Osmanlı’nın yanında bizzat Ruslar’a karşı savaşmış, 1876-78 Rus yenilgisinin ardından imzalanan ağır şartları haiz Ayastefanos Anlaşması’nın daha hafif şartlı Berlin Anlaşması’na dönüşmesini sağlamıştır. Yani Osmanlı’yı bildiğin korumuştur bu ikili…daha doğrusu Ruslar’ın yemek saati gelmeden masadaki kızarmış hindiye dalmasına mani olmuştur. Bu koruma karşılığında da Osmanlı bağımlı devlet olmayı gayri resmi olarak kabul etmiştir.

Osmanlı bağımlı devlet olmayı kabul ettiği anda dış politikasının Batı merkezli olmaması, kültür politikasının Batı hayranlığına dönüşmemesi düşünülemez.

Bu hesapla…adına “Batı” denen “efendimiz”e bağlılığımızın, hayranlığımızın başlangıç tarihini 1839 olarak belirlemek yanlış olmaz. Kurban olarak saldırganımızla özdeşleşmeye başlayalı 178 sene olmuş demek ki.
Tanzimat Fermanı’nın ilanı üzerine Avusturya başbakanı Metternich’in Osmanlı sadrazamına gönderdiği meşhur bir mektup vardır, meraklısına bulup okumasını tavsiye ederim. Osmanlı’yı sevdiği için vermiyor o tavsiyeleri Metternich, devletinin kuyruğu özellikle Balkanlar’da Osmanlı’ya bağlı olduğu için Osmanlı’nın yıkılmasından çok korkmaktadır da ondan vermektedir. Tarih Metternich’i haklı çıkartmıştır, iki ülke beraber yıkılmıştır.

Peki ya Cumhuriyet? Milli egemenliğini kazanmış bir devlet olarak Cumhuriyet sonrasında Batı’ya karşı milli aşağılık kompleksimiz hız kesmiş midir? Maalesef hayır. Atatürk’ün yardımcı ilkelerinden olan “çağdaşlaşma”nın “batıcılık” olarak algılanmasının önüne geçilememiştir. Bu ilke İnönü döneminde tamamen “batıcılık”a evrilmiştir. 1950 sonrasındaysa Sovyet Rusya korkusuyla hayatımıza Abd’nin kucağında devam etmişiz zaten.
Yani…178 senelik kurban Türkiye’nin saldırgan Batı’yla özdeşleşmesi tarihinde kesinti yoktur, hala da devam etmektedir. (“1923’ten önce Türkiye diye bir şey yoktu” diye ukalalık yapmayı düşünenler olabilir, düşünmesinler, “Türkiye” tabiri yüzyıllardır kullanılan bir tabirdir, yeni devleti kuranlar o tabiri direkt devlet ismi olarak benimsemiştir)

Şunun hesabını sormak da akıllıca tabi: Ulan tamam Batı hayranı olmayalım da bunca yıldır biz ne yaptık ki? Neyi icat ettik, neyi ürettik? Hayran olmayak da ne yapak?

Kısmen haklı bir çıkış bu…haklı çünkü rüşvet yediğini sağır sultan bile bilen bir bakanın korunduğu ve korunduğunu bildiği için artis artis oy kullanabildiği bir ülke burası. Bir bok da icat etmedik, evet.
Tamam da ettirdiler mi?
O Atatürk döneminde var olduğu söylenen uçak fabrikasına ne oldu? İsmet İnönü, Nuri Demirağ’ın canına uçak yapmayı başardığı için okumadı mı? Dp dönemi zaten bok! Devrim otomobilini neden gömdü Cemal Gürsel? Aselsan mühendisleri neden öldürüldü? Eğitim sistemimizin ırzına geçmesi için dizayn edilmiş Fullbright Komisyonu (kuruluşu 1949) hala aktif değil mi? Gerçek manada bağımsız olmayı her istediğimizde yumruğu yemedik mi kafamıza? Tamam, iğneyi kendimize batırırken acımayalım da bu kan içici Batı’nın hiç mi etkisi yok?

Not: aslında siyasi bir yazı sayılmaz ama verdiğim örneklerden dolayı siyasi oldu mecburen. Bloga siyasi yazı yazmıyordum, istisna olsun bu.

27 Kasım 2017 Pazartesi

MİDESİNDEKİNDEN MEMNUN OLMAK

Sonra Leyla'yı bir genelevde buldular. Cüzi meblağlara umut satıyordu.
Mecnun "o sıralarda taksiden yolunu buluyordu" Bulduğunun yol olduğunu sanıyordu.
Doğrudur, "Masumiyet" filminin en çok içerdiği şey tekinsiz bir gerçekliktir, başka ne olacaktı?

İnsan canlısı "bir ben dertliyim de herkes mutlu" sanır. Öyle değildir. Satır araları daima cesetlerle doludur ve daima evlerden feryatlar yükselir. Görürseniz görürsünüz. Kendi hesabıma o feryatları evin içinden duymadığıma memnunum ama acıdan enfekte olmuş bir ülkede mutlu hissetmek suçlu hissettirmelidir, memnuniyetimin güdüklüğü bundandır. Ülke dediğim de Türkiye değil, daha büyük.

Ya tamam olmak?

Asıl dert tamam olmaya bunca uzak olmak değil, bu kaygıdan bu kadar çok uzak olmak asıl dert. Uyuşturucudan da hayat felsefesi mi olurmuş? Oluyormuş işte, uyuşmuşluğundan başka sermayesi olmayana felsefe lüks değildir de nedir?

Fareler kusamazmış. Neden kussunlar ki?

17 Kasım 2017 Cuma

RAHAT MAHAT


Made by Yiğit Özgür çok komik bir karikatür, güldüm ben de zaten. İyi.

Yalnız delinin deliliğinde sorun var, ciddi sorulara rahimdir şu karikatür, Yiğit Özgür bir çelişkiyi muhteşem yakalamış.
İnsan ağzı “Allah açlıkla terbiye etmesin, evladıyla terbiye etmesin” gibisinden duaya alışık, hassas oldukları şey üzerinden terbiye edilmek istemiyorlar.
İyi de terbiyenizde kullanılan şeye karşı hassasiyetiniz ne kadar yüksekse, o şeyin can yakma yeteneği ne kadar yüksekse terbiye de o kadar etkili olur. Ne yani terbiye edilmek istemiyor mu insanoğlu? İstemiyor.
O kadar ki terbiye aracı olarak işe yarar şeyler kullanılmasını isteyene “deli” diyoruz doğrudan. Deli mi yoksa veli mi?

Daha önce de yazmıştım, insan denen canlı aşktan ve egodan mürekkep.
Aşklı kısmı % X ise ego kısmı % (100-X)tir.
Aşk anlamı arzular, ego hazzı.
Aşk ruhta yaşar, ego bedende.
Aşkın fiili özlemektir, egonun istemek.
Ruhun gözleri geldiği yere dikilidir (cennet), bedenin gözleri bu dünyaya.
Beden tanrılığını ilan etme eğilimindedir (nekrofilya), ruhsa teslim olma eğiliminde.
(“İslam”ın kelime anlamı “teslim olmak”tır. “Müslüman” da “teslim olmuş” manasına gelir)

Belaya çatmak demek terbiye imkanı yakalamak demektir. O terbiye de aşkın oranını arttırıcı etkiye sahiptir çünkü bela aslolanın ne olduğunu anlamaya yarar. Depremden sonra Allah’ın adının daha yoğun zikredilmesinin bir sebebi olmalı di mi?

Ya Rab bela-yı aşk ile kıl aşina beni,
Bir dem bela-yı aşktan etme cüda beni.

Diye sırf şiir olsun diye dememiş herhalde di mi Fuzuli, bir mantığı olmalı bunun. (Allah’ım beni aşk belasına tanıdık yap, beni aşk belasından hiçbir zaman ayırma)

İnsanın  kaybedecek şeyleri arttıkça aşklı kısmın azalması için baskı artar. Bu baskı dirençle karşılaşmazsa aşk gerçekten azalır.

Allah dostu odur ki nefsine tek pay biçmez,
Kırk yıl bir ekşi ayran özler de içmez.
Necip Fazıl

Peşinen söyleyeyim Necip Fazıl kendini o ekşi ayranlardan pek de sakınabilmiş biri değildir. Oldukça sıra dışı derinlikte bir ruhun mümessili olmakla birlikte kendisini aşırı meşgul etmiş olan “ben”i ile düştüğü ihtilaflar kendisi için yüksek oranda belirleyici olmuştur. Çile şiirindeki o yoğun çile, şiirden ibaret değildir, çok gerçektir. Standart kriterlerle değerlendirilemeyecek oldukça özel bir yapıdır Necip Fazıl.

Ayran haram değil ki neden içmiyor adam? Çünkü seviyor ayranı. Gerçek sevgisinden rol çalacak hiçbir sevgiye tahammülü olmayan dervişin sıradan işleridir şiirdeki, derviş deli filan da değildir, gayet tutarlı-mantıklı bir tavırdır ayranı reddetmesi. Tutarsız-tuhaf olan biziz.

Ne diyerek dua ediyor camileri dolduran müminler? Allah’ım bana ev ver, araba ver, kazanç ver, beni müdür yap, sınavlardan yüksek puan alayım vs.
İyi de Allah bunları verdikçe kaybedeceğin şeylerin artar, o şeyler arttıkça da Allah’tan uzaklaşman için baskı artar, o baskının artmasına nasıl böyle kolay taraftarsın?
Kenar mahalleler daha dindarken zengin mahallelerin pek de öyle olmamasının bir sebebi olmalı di mi?

Bir de “hayırlısı” meselesi var. Bu kelime quantum fiziğiyle doğrudan ilintili. Her an sonsuz ihtimalden biri gerçekleşiyor sonsuz noktada. Yani sonsuz çarpı sonsuz bölü (1/sonsuz) = sonsuzun küpü, o da eşittir yine sonsuz gibisinden bir hesap söz konusu. İşte “hayırlısı” demek o hesap edilmesi imkansız ihtimaller dizini içinden bizim için iyi olanı vermesini Allah’tan istemektir. Ama “hayırlısıyla beni zengin yap” dediğinde işin şekli değişiyor, iki istek birden var, hem hayırlı olacak hem de zengin olacaksın…Ya sende zengin olduğunda hayra yönelecek g.t yoksa? Ya hayır fakirliğindeyse? Ya zengin olduğunda edineceğin yeni “kaybedecek şeyler” seni Allah’ın adını anmaktan alıkoyacaksa? Bu kendine güven nereden? Kendine güven mi yoksa başka bir şey mi bu?

Çok ciddi bir riya söz konusu.
O riyanın kaynağı asıl gönlümüze hoş gelenin müslümanlık değil muhafazakarlık oluşudur. Mühim kelime bu muhafazakarlık.

Genel anlamda (adı üstünde) muhafaza etmeyi tercih etmenin ifadesi bu kelime ancak özel anlamda dini-geleneksel değerleri muhafaza etmekten ibaretmiş gibi algılanıyor.
Beynelmilel açıklamalar yazıyı çok uzatır o sebepten 2017 Türkiye’sinden örnekleyerek diyeceğim diyeceğimi.
Ülkede kendisini muhafazakar olarak tarif etmeyen bir Atatürk'çü-Cumhuriyetçi kesim var mesela. Bu kesim de muhafazakardır aslında, Atatürk ilke ve inkılaplarını muhafaza ettiklerini söylemektedirler çünkü.
Sonra vatanı muhafaza etme fikri var ki kimse bu fikrin muhafazakarı olmadığını iddia etmez.
Komünistler komünist ideallerin, liberaller liberal değerlerin muhafazakarıdır vs.
Bu bakış açısıyla dünyada çok az muhafazakar olmayan insan vardır ve bunların büyük kısmı da sosyopattır, böyle de ilginçtir bu.

Muhafaza etme fikri bizim için dünyaya tutunmaktan başka bir şey değildir aslında. Bizi biz yaptığını düşündüğümüz şeyleri tarif eder ve onlar için savaşırız…insanın kendini tarif ve takdim macerasının dışında düşünülemeyecek bir olgudur muhafazakarlık.
O değerlere zarar gelmesini şahsımıza, kimliğimize… canımıza bir tehdit gibi algılarız, öfkeleniriz.
Asıl savaşımız değerler için değil kendimiz içindir.

Riyanın kaynağı şudur: o koruduğumuzu iddia ettiğimiz değerlerden asıl beklentimiz, o değerlerin düzenimizi korumasıdır... O düzen de gayet bu dünyaya ait bir düzendir. Muhafazakarlığın bütün çeşitleri için geçerlidir şu dediğim, yani dünyanın % 99 nokta küsuru için.
Birkaç ay önce oturduğum bir muhafazakar masasında konu gayet gülmeli-eğlenmeli “hangi karının nasıl bir güzel düdüklendiği” iken beş dakika sonra İslam’ın kurtarılmasının konuşulmaya başlanmasından…ancak hasta bir ruh rahatsız olmaz! Benim masadaki konuşmalarımdan rahatsız oldu bu arkadaşlar, anlaşamadık. (Başta pek içinde olmadığım ama sonrasında bayağı içinde olduğum bir sohbetti)
Hasta olmayan bir ruha sahip olmanın çok ciddi bedelleri var bu riyakar coğrafyada! Ben hasta olmadığım ya da riyadan nasipsiz olduğum iddiasında asla değilim ancak hastalığımın farkında olacak kadar, rahatsızlık duyacak kadar farkındayım bazı şeylerin. Asıl büyük sorunsa % 100 sağlıklı olduğunu iddia eden o yüksek riyakar hastalardır.
Peygamberin “ölü kardeşinin etini yemek” diye tarif ettiği dedikodudan çok korkar mesela bir müslüman. Ancak muhafazakarı korkutan yanlışlıkla domuz eti yemektir. Domuz etinin haramlığını inkar eden bir söz değil tabi ki bu benimki…ölü insan eti yemenin haramlığını inkar etmekteki yüksek riyadan bahsediyorum sadece.
İyi bir Müslüman her şeyden önce yalan söylemez, haksızlık etmez, çalmaz, iftira etmez vs. Hani nerede o adam?
Gayet çok Müslüman filan adam… Atatürk’ün annesiyle uğraşıyor! Böyle bir uğraş o kişiyi insan olarak alçak yapmakla kalmaz, İslam’ın da asla hoş karşılamadığı bir şeydir o uğraş! Bir Müslüman faaliyeti tabi ki olamaz böyle bir pislik ama muhafazakarlığa son derece uygundur.

Bu kofluk, bu riya, “Atatürkçüyüsss” diye çok yüksek bağıran kesimde de aynen mevcut elbette…






Atatürk’çü “cevval hazır cevap orantısız zeka” yiğit, Burhan Kuzu’ya kapak yapmış sözüm ona.
Sorun şu ki Atatürk’ün “gaflet, delalet ve hatta hıyanet” diye bir ifadesi yok!
“Delalet” değil o “dalalet”, sapkınlık demek…”delalet”se çok başka bir anlama gelen çok başka bir başka kelime.
Emin olunmalı ki o yiğit ne “delalet”in anlamını biliyor ne de “dalalet”in, ama çok Atatürk’çü!
Atatürk’ün gençlere hitap ettiği o kısacık metindeki birkaç eski kelimenin manasını öğrenmeye üşenen bir gençlik…herhalde hayalini kurduğu gençlik değildi. Adam çok Atatürk’çü ama Atatürk’ün ne dediğini anlamaktan aciz. Bu azciyetle, bu cahillikle sen Atatürk’çü olduğunu söyleyebilirsin ama Atatürk senden değil!
Böyle yüksek bir Fenerbahçe'lilik gibisinden bir Atatürk'çülük...rahatsızlık verici!
(Burhan Kuzu konumuz bile değil, O'na dair bu yüzden bir şey demedim)

Kendimize uygun bir muhafazakarlık gömleği seçip geçiriyoruz sırtımıza, yok birbirimizden farkımız.

Anlaşılacağı üzere…koruduğumuzu iddia ettiklerimize karşı gerçek bir samimiyet beslemek kaygısından azade bir şekilde o koruduklarımızın üç kuruşluk düzenimizi korumasının telaşındayız aslında. Bundan ala riya mı olur?
“Rencide olur dide-i huffaş ziyadan”, düşünmek de tıpkı ışık gibi rahatsız edici etkilere sahiptir. İnkar ve gafletse lüksler sunar.

Sayısız riya örneği yazabilirim şuraya da…gerek yok.
Kapitalizm düşmanın Che’nin resimleriyle süslenmiş eşyaların Kapitalizm’in hizmetine girmesi gibi…riyayı lanetleyen söylemler de riya sisteminin hizmetine girebilir.
Adam yalanlardan rahatsızlığını “Tutunamayanlar” diye roman yapmış…roman bugün o riya sisteminin oyuncaklarından birine dönüşmüş! Adından dolayı bu kadar popüler bence o roman bugün, okuyucudan intikam alırcasına yazılmış onlarca sayfalık paragrafların içeriğinden dolayı değil. Pop ikonuna dönüştü mü Oğuz Atay? Dönüştü. Görse ne derdi? Bilmem, küfür ederdi bence.
O riya sistemini otopsi yapar gibi ince ince irdeleyip açıklayan Ayn Rand’ın Hayatın Kaynağı romanı da… muazzamdır, aşırı tavsiye ederim.
İyi bari kitap tavsiyesi de verdik, çok şükür :p

Velhasıl-ı kelam; söylemlerle davranışlar arasındaki muazzam uçurum, gören-düşünen bir zihin için ciddi rahatsızlık sebebidir.
Rahatsızlığı engellemenin yöntemi olarak benimsenense düşünmeyi reddetmektir. Kaçınılamayan düşünceler söz konusu olduğunda da inkar devreye girer.
Bu şekilde tesis edilen rahatsız olmama halini “rahat olmak” diye tarif etmek de inkar organımızın armağanlarındandır.

Nitekim… lağımda neşeyle gezinen fareler kadar rahatız çok şükür.

Ferhad'a zevk-i suret, Mecnun'a seyr-i sahra,
Bir rahat içre herkes, ancak benim belada.

Diye Ferhad'a, Mecnun'a bile laf sokan Fuzuli...gözümsün :)

15 Kasım 2017 Çarşamba

9348

Dünya kurulalı beri 110 milyar insan doğmuşmuş. Nasıl saymışlar bilmiyorum ama öyleymiş, uzmanlar böyle buyurmuş.
Bu 110 milyarın takribi 7,5 milyarı an itibariyle aktif, yani yaklaşık % 7’si, % 93 gayri faal.

Peki benim şimdiye kadar tanıdığım-tanıştığım, bir şekilde bir şeyler ettiğim, hayatıma sorti yapmış insanların % kaçı an itibariyle hala sorti halindedir? Oturdum bunu düşünüyorum… % 7 yoktur valla! Uzmanlar şunu da hesaplasa keşke!

Tuhaf bir matematiğin peşinde olduğumun farkındayım da oransal olarak dünyanın milyonlarca yılda tükettiğinden fazlasını tüketmiş olmam da tuhaf yani.
Şehirde yaşamaktan oluyor…doğduğu köyden hiç çıkmadan ölen bir dünya insan var, onların hayatına biri girdi mi hiç çıkmıyor çünkü çıkamıyor, aynı köyde yaşıyorsun neticede, çeşmenin başında görmesen kaavede rastlarsın, nereye çıkartıyorsun? Çıkartmak istesen bile araya zaman girer neden bozuştuğunu unutursun, araya birileri girer barıştırırlar kesin…çok sıkıcı!
Sadece şehirde yaşamak değil elbette, kolay irtibat kurabilen biri olduğum için (canım isterse tabi ki) lüzumlu-lüzumsuz bir dünya irtibatın hasıl olmuş olması normal. Bu herkes için böyledir, bir zamanlar senin için yüksek önem arz eden birinin adını hatırlayamaz olursun sonra, bu da normal.

“Lan şu napıyo acaba” muhabbetleri vardır, ortak tanıdıklarla yapılır. Ölü balık gözleriyle takip ederim ben bu muhabbetleri… o işte kalem toptancılığı işinden parayı bulmuş şimdi ama mutlu değilmiş çünkü karısı kötü çıkmış filan…bana ne!?
Meraklı biri olduğum kesin ama merakım böyle kişisel menkıbelere yönelik değil…eğer ilginç-orijinal değilse.

Ama merak ettiklerim de yok değil. “İpne olmak istiyordu o, olabildi mi acaba” türünden meraklar değil, yani gündelik hayatının ayrıntıları değil merakımı celbeden, neye dönüştüğünü merak ediyorum. Bakışları değişmiş mi, hala aynı şeylere mi sinirleniyor, değer yargıları değişmiş mi, hayalleri değişmiş mi, hala kolay mı gülüyor…gibisinden meraklar.

Bazen bu merakımı giderme imkanım oluyor ve genelde hazin değişiklikler oluyor bu şahit olduklarım. Hiçbir yere sığmayan bir yaşam enerjisinin yerinde yeller estiğini görebiliyorum mesela ya da yüksek bir dünyayı değiştirme arzusunun sistemin kıçı kırık bir parçasına dönüşmesine, müthiş bir merak duygusunun iflas etmişliğine…kırmızı çizgiler esnetilmiş, prensipler berhava olmuş…öyle değilmiş di mi, dünya düz değilmiş, orijinal olmaktan daha zormuş di mi orijinal kalmak?

Pek çoğu da servet saydığını cebine doldurmuş şıngırdatarak geziniyor…sıkıcı oluyor bu tipler, en azından benim için. Nerelerdeki arsaların değerinin artma ihtimalinin daha fazla olduğunu dinlemek pek de ilgimi çeken değil nitekim ya da Prag için hangi mevsimin  neden en uygun olduğu…
“Boşa geçmedi şu ömrüm”ü ispatlamak için neyi var neyi yok masanın üstüne diziyor, benden onay alacak ki kendi de inansın. Prag’ı görmüş mesela, kesin değerlenecek yerlerden tarlalar kapatmış, çocuklar peydahlamış vs. O kadar boşa geçmediyse oldu olacak diz iyice masaya da fotoğrafını çekelim, Instagram’da yayınlarsın!..ki yayınlıyor da zaten, ne kadarrr da mutlu olduğuna cümle alem şahitlik etsin istiyor.
Şu paragrafı hiç açmasaydım keşke, aklım sıra sıkıcıları betimleceyeceğim de…ne gerek var?

Stil sahibi meraklarım var benim ama bir yandan da yok. Galip Usta’ya benziyorum sanki ama hiç de benzemiyorum :)

Not: 9348…olsun bu yazının adı. Sayı herhangi bir anlam ifade ettiğinden değil, yazıya isim bulmak zahmetinden kurtulmak için.

13 Kasım 2017 Pazartesi

BİR FOTOĞRAF

Şu fotoğrafa takıldım.
Dün yayınlanan bir röportajdan fotoğraf. Murat Bardakçı, aşkım Safiye’nin (Safiye Ayla) biyografisini yazmış, oley! Derhal edinip okumalı.
Kitap Fuarı’nda iki gün geçirdim, bir dünya gereksiz kitap gördüm de buna neden rastlamadım ki?! Neyse, buluruz.

Fotoğraf, stüdyo ışıklarıyla çekilmiş, profesyonel filtrelerden geçmiş filan…Bardakçı pek bir afili çıkmış. Benim ilgimi çeken ve canımı sıkansa tamburun o afiye desteği.

Mehmet Özbek bir programda bağlama için “biz onu kucağımızda beleyerek getirdik Anadolu’ya” demişti. Ne güzel bir ifade di mi? Yavrusundan bahseder gibi anlatıyor bağlamayı.

Bardakçı tamburu silah tutar gibi tutmuş. Hani bütün askerliği patates soymakla geçmiş olsa bile illa kocaman bir silahla çekilmiş haşin ifadeli en az bir fotoğrafı olur ya erkeklerin… altında da “komando süperdir” gibisinden bir şey yazar muhakkak, o fotoğrafları anımsattı bana fotoğraf. Ya da profil fotoğrafında son model arabasına da muhakkak yer veren (elini arkadaşıymış gibi arabasının üstüne koymuş veya direksiyondayken çekilmiş) paralı arkadaşların fotoğrafları gibi…

İnsanlar servetini istiflediği yere göre ikiye ayrılır: içe istifleyenler, dışa istifleyenler.
Dışa istifleyenler kendilerini tanıtmak-sunmak için size arabasını gösterir, parlak takım elbisesini gösterir filan. İçe istifleyenlerse bir şey göstermez, konuştukça anlarsınız adamın ne olduğunu. Herkes olanı sunar yani.
(Bu dediğim % 100 olmaz tabi ki, her insan hem iç hem de dış istifçidir, belirleyici olan oranlardır)

Sorun şu ki…Murat Bardakçı çok ciddi iç istifçidir. İnternetten programlarını çok izledim, Allah uzun ömür versin çok istifade ettim kendisinden. Bununla birlikte gerçeğe, sadece gerçeğe prim veren, abartıdan ve fikri romantizmden uzak duru mantığı ile bu coğrafyada nadir rastlanan türden olduğu için resmen teşekkür edesim var kendisine kendisini bizden saklamadığı için.
Demek ki havalı görünme isteği denen şey öyle güçlü ki Bardakçı gibi dolu bir adam bile sıyıramıyor yakasını bu istekten.

Bu dünyadaki bütün maceramız kendimizi tarif ve takdimden ibaret.
İki soru var hep: ben neyim, nasıl görünüyorum?

O “ben neyim” işi çok karışık, felsefe bu sorunun üzerine bina edilmiş. Tasavvuf da bu sorunun cevabı üzerine bina edilmiş. İlkinde insan aklına ve duyu organlarına dayalı ispat şartı var, ikincisinde yok, bu sebepten ilki sorunun, ikincisi cevabın üzerine inşa.
Bir Murakami romanında (hikayeler aslında) parlak bir doktorun bir kadını vesile ederek kafasını “ben neyim” sorusuna nasıl taktığı anlatılıyordu…devamında da beslenmeyi reddederek nasıl öldüğü!
Velhasılı insanın ne olduğunu ve büyük programdaki işlevini bilebilmesi ancak teoriktir,  kendine dair tarifleri eksik kalmaya, flu olmaya mahkumdur.

Nasıl göründüğü sorusu ise ne olduğu sorusundan bağımsızlaşabilse işler çok kolaylaşacak ama öyle değil, ilk sorudan nasibi var bu sorunun.
Çünkü kimse bilmese bile insan kendisi biliyor kendisi ile ilgili “asıl” gerçek olanı.

İstifinin büyük kısmını içeriye yapmış ve ne olduğunu nasıl göründüğünden daha çok düşünen insan kendi varlığına dair bulguları kendi içinde bulur. Referansı kendisidir yani.
İstifini dışarıya yapmış ve nasıl göründüğünü lüzumundan fazla önemseyen insansa onay beklentilidir…yani öz varlığının ispatını sürekli başkalarında arar. Bu şu demektir:
Ne olduğunun cevabını sürekli başkalarının vermesine izin vermiştir. Kendisinin kendisiyle ilgili verdiği cevapları önemsememektedir.

Tam bu noktada meselenin adını koymak zorundayız: narsisizm.

Narsizm’den geliyor bu kelime de aynı şey değil. Narsist demek kendini çok beğenen insan demek, kendine aşık Narkisos’tan mülhem bir kelime.
Narsisizm ise psikolojik bir terim, bu narsist görünümün altındaki gerçek sebepleri de kapsayan bir terim, bir davranış modeli, daha doğrusu davranış bozukluğu.

Neredeyse bütün büyük liderler narsisisttir. Büyük sanatçılar, kaşifler, bilim adamları…hep narsisizmden ciddi nasipli kişilerdir. Ulaştığımız teknolojik seviyeye bizi taşıyan şey içimizdeki narsisist taraftır. Ve evet, bu bir davranış bozukluğudur.

Daha baştan alayım.
İnsan “yetersizlik hissi” denen donanımla doğuyor, fabrika ayarımız yani bu. Bu donanım bize hayat denen kendini arama macerasında o yetersizlik hissinden kurtulmak için debelenme mecburiyeti yaratır. Yani o hisle baş edebilmek için, yeterli hissetmek için çabalar dururuz. Anahtar kelime: başarı.
O hisle baş etmek demek de o hissi hissetmemekten ibaret, o hissi ortadan kaldırmak değil. Yani tedavi peşinde değiliz, ağrı kesici peşindeyiz.
Eğer bu baş etme işinde yeterince başarılı olamazsak aşağılık kompleksi denen zımbırtı gelişir bizde. Böyle olduğunda ne olduğumuzu mümkün olduğunca saklamaya çalışır, nasıl göründüğümüze odaklanır, iyi görünmeye çalışırız. Yani kendimizi överiz.
O kibirli sanılan, sürekli kendini öven kendini beğenmişlerin asıl derdi kendilerini beğenmiyor oluşlarıdır yani. Yetersizlik hisleriyle başları derttedir.
Bu övme işinin daha da işlevseli bir başkasının sizi övmesidir. İşte bu yüksek onay beklentili, varlığının ispatını sürekli başkalarının gözlerinde arayan, var hissedebilmek için sürekli başkalarına ihtiyaç duyan, yetersizlik hissinden fena halde muzdarip bireyler övülmeye bayılır! Bu sebepten kolay iltifat eden kişilerle ahbaplık etmeyi tercih ederler.

Bu mutualist bir sistemdir.
Yazılı olmayan bir anlaşma söz konusudur, derler ki birbirlerine: sen beni översen ben de seni överim.
-          - Aman Allah’ım böyle bir güzellik olabilir mi?
-          - Canım o senin bakışlarının güzelliği.
Çıplak olarak karşılıklı ayakta durmuş iki erkeğin birbirlerinin şeyini (penis) tutup birbirlerine mastürbasyon yaptığı bir sahne getirin gözünüzün önüne…işte o sahne kadar iğrençtir aslında şu yukarıdaki fotoğraf altı yazışması. Ama ne kadar tanıdık di mi?
Sosyal medya varlığını bu karşılıklı övme sistemine borçludur.

Sosyal medya şirketleri sadece kar maçlı şirketler değildir, yeni dünya düzeninin format belirleyicilerindendir. Reklam, moda, medya gibi başka format belirleyicileri de var.

Yeni dünya düzeni = toplumsal narsisizm.

Dünyayı yöneten güçlü-akıllı abilerin hür aklın eseri bireysel düşüncelere tahammülü yoktur. Onlara göre dünya, insanlara bırakılamayacak kadar önemlidir. O sebepten ne düşünmemiz gerektiğini bize empoze ederler. Kafamıza sokuşturulmuş olanı öz fikrimiz sanmamız da şarttır yoksa benimseyemeyiz. Kalabalıkları manipüle etmeyi iyi bilirler, bu illüzyondan kaçış yok gibidir.

Empozeye açık olmanın şartı da onay beklentili olmaktır. Yani bir şey sokuşturmadan önce bizi uygun hale getirmek zorundalar.
İşte o moda, reklam, medya vs burada devreye giriyor, bizi onay beklentili hale getirme görevi onlarındır. Yaptığınız şeyin doğru, makul, yararlı olması çok da manalı değildir, başkalarının da yapıyor olması gerekir o şeyi. Aynı şekilde saçma bir şeyi başkaları yapıyor ise siz de yapmak zorunda hissedersiniz saçma olduğunu fark etmiş olsanız bile.
Sonra da “moda bence insanın kendine yakışanı giymesidir” filan…hasktir ordan!

Arkadaşlarla yapılan “keyifli” bir kahvaltının, bir sanatsal etkinliğin  tek başına anlam ifade etmemesi…o “keyif”in ancak başkaları da görünce anlam kazanması…onay beklentisinin nasıl çalıştığının tam net resmidir. Öyle olmak yetmez yani, başkalarının “evet öylesin” demesinin ihtiyacındasındır.
Bu “evet öylesin”e bu düzey ihtiyaç duymak…bu düzey bir onay beklentisi…bağımlı bir beyne sahip olmak demektir. “Gönüllü ruhsal kölelik” de diyebiliriz buna. Modern köleliğin tarifi böyledir evet, ruhsal olarak köleyiz.

Şunları düşünüp yazmış olmam köle olmadığımın ispatı değildir asla.
Konuya Murat Bardakçı’nın fotoğrafı ile girmiş olmam tesadüf değil…Murat Bardakçı gibi çevresindekilere göre oldukça yeterli, kendini çok iyi yetiştirmiş, gerçek manada çok dolu bir adam bile “nasıl görünüyorum” lanetinden yakayı sıyıramıyorsa…bu işler zor işlerdir demek ki, net! O güzelim sazı öyle silah gibi tutmak nedir Allah aşkına di mi? Ki sadece tutmuyor, çalabiliyor bu adam bu sazı biliyorum. Çalabildiğini bize göstermeye ihtiyaç duyması “nasıl görünüyorum” sorusunun gücünü anlamamıza kafi.

Son bişi…
Peki nasıl göründüğünü hiç önemsemeyen insan var mıdır?
Eskiden vardı. “Rind” deniyor onlara. Vardır gerçi hala…belki.
Meyhanelerde, tavernalarda insanların alkolden sallanarak bağıra bağıra söyledikleri o “dönülmez akşamın ufkundayıssss” şarkısının sözleri aslında Yahya Kemal’in şiiridir. Adı “Rindlerin Akşamı”dır.
“Rindlerin Ölümü” diye de şiiri var ama o pek bilinmez çünkü şarkısı yok.

Ne tuhaf dönüşümler içindeyiz di mi? Evet.

12 Kasım 2017 Pazar

KARŞILIKLILIK

Sevmeden yaşanır mı?
Dağ dağa kavuşur mu?
Ağlasam duyan olmaz ki...

Can veren bizi gördü,
Rüzgarın eli değdi,
Müjdemi soran olmaz ki.

Bahçeler bizim olsa,
Hasretim dağı delse,
İsmimi bilen olmaz ki.

Aynı dua bu, aynı,
Aynı cennet bu, aynı,
Tenimiz, kanımız hep aynı,
Aynı rüyalar bu, aynı.

Ayrılık gece olsa,
Günlerin sonu gelse,
Baş başa kalan olmaz ki...

Sorsalar dile gelmez,
Derdime umar olmaz,
Sonsuzu bulan olmaz ki...

Gökyüzü bizi görse,
Tanrı'nın eli değse, 
Müjdemi alan olmaz ki...


Zarife'yle Aleks'in şarkısıdır, bilen bilir.
Sene...birkaç sene önce...uykum kaçtı, kalktım tv açtım adetim hilafına, öyle salak salak zaplıyorum. Elveda Rumeli'nin tekrarına denk geldim, ilgimi çekti kaldım.
Dizi oynamış bitmiş, ben oturup izlememişim hiç ama duymuşluğum var, güzel şeyler söylendiğini de biliyorum, öyle piyasa işi bir şey değilmiş, tiyatro kafası.
Denk geldiğim yeri 43. bölümün sonuymuş, son 5-10 dakikası. Aman Allah'ım o ne kriz, gecenin üçünde içimde bütün yataylar dikey oldu, kalakaldım öyle, uyku iyice gitti! Ramiz Efendi'nin Zarife-Aleks nikahına izninin olmadığını beyan ettiği sahneydi.
Bölüm finalinde sahne yarım kalıyor, hemen internetten 44. bölümü buldum devamını izledim. O sahne 80 küsur bölümlük dizinin tamamını izlememe sebep olmuştu ancak o düzeyde bir sahneye denk gelmedim, en baba yerinden başlamışım meğer.
Tüm diziyi değilse de 43. ve 44. bölümün izlenmesini tavsiye ederim, mevzu anlaşılıyor zaten.

Sahnede erkekliğin tarifi var. Erkekliğin alamet-i farikaları diyebileceğimiz cesaret, kararlılık ve kendini vakfetmenin tamamına Aleks'in şahsında şahit oluyoruz. (Ertan Saban oynuyor,  muhteşem oynuyor) Aleks hayatını, her şeyini muazzam bir kararlılıkla ortaya koyuyor Zarife'si için, dünyayı karşısına tereddütsüz alıyor.
Ama Zarife de Zarife yani,  o "her şey"e kesinlikle değer. Aynı kararlılıktan onda da var, Aleks için her şeye göğüs germeye hazır. (Zarife'yi de Filiz Ahmet muhteşem oynuyor)
Sadece ikisi değil herkes muhteşem oynuyor sahnede, o da ayrı. Abanmışlar yani!

Bu Zarife'yle Aleks meselesi, Tahir'le Zühre meselesi, Leyla'yla Mecnun meselesi gibi bir mesele...o kadar güzel yazmışlar-oynamışlar, yetmemiş altına öyle bir müzik yapmışlar ki "hedefini bulmuş ok" nedir anlıyorsunuz, böyle bir şeyin olabileceğine inanmayanı bile inandırmaya muktedir sahici bir aşk anlattıkları. Çok da duru, tertemiz.

Aleks; Zarife'yle evlenebilmek için dininden dönüp Müslüman olduğu, takiyye yaptığı iddialarına, neden-nasıl Müslüman olduğunu açıklar nitelikte şu cevabı veriyor:
Allah güzelliğini insana en sevdiğinin yüzünde gösterirmiş, ben Allah'ın ne kadar güzel olduğunu Zarife'nin yüzünde gördüm, öyle Müslüman oldum.
(Ben bunu yazmıştım galiba daha önce)

Samimiyetini Zarife'yi de ihmal etmeden arz eden şu ifade...tam bir belagat harikası! Şeriat'a ters düşmeden Tasavvuf'u tek cümlede anlatıyor bu ifade. Ve de aşkı!

O zaman düşünmüştüm ben...bu bir denk düşme midir, iki gerçek aşk insanının zaman-mekan olarak denk düşmesi midir...yoksa birbirlerini mi dönüştürmüşlerdir?
Yani Aleks, Zarife'yi tanımadan önce Aleks olduğunu, Zarife de Aleks'i tanımadan Zarife olduğunu biliyor muydu? Kendilerini biliyorlar mıydı bu insanlar, içlerindeki potansiyel ateşin farkındalar mıydı? Yoksa ulaştıkları makama birbirlerini mi ulaştırdılar?
Daha kısa sorayım: İnsanın bir Zarife'si olursa Aleks olabilir mi?

Cevap bu ikisinin birleşimi...yani hem o öze sahip olman gerekiyor hem de o özü harekete geçirecek bir Zarife bulman, iki şartlı bir gerektirme. Zor iş!

Yazının adı bu sebepten "Karşılıklılık", daha önce bu konuyu Asiye-Sultan üzerinden anlatmıştım.
O yazıda "Sultan neden yaşadığını bilmektedir" yazmıştım.
Birgün bir şey görürsün ve neden yaşadığını anlarsın. Görmezsin ya da ne bileyim...

"Aşkım seni aşırı çok seviyorummm" diye sayısız nara attıktan 6 ay sonra müthiş bir iç rahatlığıyla gidip başkasıyla evlenebilen bunca sahte özneyle iç içe, bunca plastik duygunun içinde...bunca yalana şahitlik ederek...o kadar çok vakit geçirdik, bu sahtelikle o kadar övür olduk öyle kanıksadık ki...Aleks, Sultan ütopik kahramanlar gibi geliyor artık. Varlar mı gerçekten? Zarife var mı?

Yine bir çağrışım kazasına uğradım bu akşam.
İlgisiz bir yerde bir müzik duydum, o müzik bana yukarıdaki linteki şarkıyı hatırlattı-dinlettirdi, derken oturdum 43. bölümü baştan aşağı izledim ve... belki de hiç şahidi olmadığım-tanımadığım o "gerçek şeyler"le nostaljik bağlar kurdum.
Hep derim, nostalji negatif bir duygudur, uzak durulasıdır, iyi bir şey değildir.
Peki bilinmeyene nostalji?
Nostalji değil bu aslında başka bir şey: insanın kendine hasreti.
Daha doğrusu insanın kendisi olmaya duyduğu özlem.

İnsanoğlu öyle hamdır ki "Tanrı'nın eli değse" bile "müjdeni alan olmaz", bu kadar hoyrattır.
Peki ya sen?

"Bu da benim eşim-sevgilim" diye tanıştırabileceğin birini bulmak, tahsil, iş-güç, hayırlısıyla bir yuva kurmak, çoluk çocuk filan...bunlar kolay işler.
Asıl dert şu: Bir Zarife'n yoksa kendin olamazsın, bir karşılığın yoksa sen sen olamazsın.

Bonus: Enstrümantal halini ararken buldum, güzel yapmışlar:

7 Kasım 2017 Salı

NE ÖNLÜKMÜŞ!

Son birkaç gündür çok pis sardım buna, ara ara açıp dinlemezsem olmuyor. Arguvan türküsü olduğunu tahmin etmek zor değil, tam oranın kafası çünkü... yakıcı!
Hayal Has (muhteşem insan) muhteşem söylüyor. Kelimeler adeta sıvılaşarak çıkıyor bu kadının ağzından. Böyle yapmaya çabalayanı çok ama yanık söyleyecem derken türkünün-şarkının kaşını gözünü patlatıyorlar. Hayal Has'ın sesindeyse bir "zaten öyle" olma hali var, öyle bir kendiliğindenlik, samimiyet, sıcaklık... çok başka bir abla.
Yutup'dan bulamadım, üşenmedim oturdum videosunu yaptım.

Ancak türkünün en mühim dörtlüğünü söylememiş, yazık etmiş. Son dörtlük şöyle:
Havayı kapladı bir kara bulut,
Verdiğim gülleri koynunda kurut.
Vefasız güzelden sana yar olmaz,
"Hayırsız zalımmış" de onu unut.
Bu kız söylüyor son dörtlüğü, fena da söylemiyor ama Hayal Has eksik etmeseydi keşke şu dört dizeyi.

Eksik etmeseydi keşke çünkü... o ikinci dize çok fena:
Verdiğim gülleri koynunda kurut...
Bu ne yaa, bu ne yaa!
Ne kadar çok şey var şu tek bir dizenin içinde; sevda, ayrılık, eksiklik, arzu, acı...ve çok ince bir sitem. Güller kuruyor işte sonunda di mi?
Soyutun somutla ifadesine muhteşem bir örnek!

Böyle açıklama gibi övünce hoş olmadı, türkünün içine akıp içinde dağılmak lazım, kelimesiz bir güzellik şu türkü, gereksiz sözlerse adı üstünde gereksiz.

6 Kasım 2017 Pazartesi

UNFOLLOW

“Hayat silgisiz yazı yazmaktır” geyiğine girmeyeceğim, anladık, zaman geri işlemiyor, hiçbir silme anlamına tam olarak ulaşamaz, biliyoruz.
Bununla birlikte silme eyleminin hayatımızın tam ortasına yuva yapmışlığı gerçeğini de görmezden gelemeyiz. Olan şey silmeyi bir baş etme yöntemi olarak kullanmaktır evet ama…silerek baş etmiyorsun aslında, silemeyeceğin gerçeğini inkar ederek baş etmeye çabalıyorsun.

Dönem itibariyle en yaygın silme Facebook arkadaşlığından çıkartmak, Instagram’dan engellemek filan malum. Ondan da önce ortak fotoğrafları siliyorsun, yazı mazı hiçbir şey bırakmıyorsun, mümkün olduğunca “hiç olmamış gibi”ye getiriyorsun sosyal medya ayarlarını, hem kendine hem de el aleme karşı. Sende bir hediyesi varsa onu çöpe atmak da racon icabı tabi.
Yoğun inkar kokan bu hızlı sosyal medya engellemelerini zamanın yavaş ama çok daha etkili silmesi takip eder. Öyle ki seni bir zamanlar uyutmayan kişi “adı neydi lan?” olur. (Abartıyorum tabi ama yok da değil yani böyle “nisyan ile malul” hafızalara sahip şanslı kullar)
Unutmak bir beka donanımıdır, silmek de unutmaya açılan kapı…silgiler mühim!

Şirke kapısı olan bir konu bu silmek.

Canıma bir merhaba sundu ezelden çeşm-i yar,
Öyle mest oldum ki gayrın merhabasın bilmedim.
Ahmed Paşa

Filmlerde falan çok olur bu, aşkın o ilk ateşini ciğerinde hissedenler söz verirken “sonsuza kadar” der, mesttir çünkü başka merhabalara kapalıdır, aşağısı kurtarmaz , kapıyı direkt sonsuzdan açar. (Ecnebi olanları “forewer” diyor) Sonra ilk boktan sebepte unutulur o sonsuzlu sözler...merabaaa!
Akabinde unutma çabası başlar, unutulmamayı ummalı bir unutma çabası. (Var oluşsal konular-kaygılar) 
Eternal Sunshine filmi şu dediklerimi doğrudan konu edinmiştir, sonunda da tam Hollywood işi bir finalle son sözü söyler, filmin seveni çoktur fakat o final bana yeterince üç boyutlu ve sofistike gelmediği için çok da iyi puan verebileceğim bir film değildir.
Unutma çabalarının ilk aşamaları gayet başarısız hatta zavallıcadır ki bu unutma denen şeye ulaşmanın yolu çabalamak değil tam tersi çabalamamaktır. Çaba harcamak hatırlamayı körükler, unutmayı dumura uğratır. Denizin üzerinde yatmak gibi işte, batmadan durabilmek için hiçbir şey yapmaman gerekir, çırpınırsan boğulursun.
Bu ilk çok çırpınmalı dönemde sürekli bir şeyleri siler durursun, her sildiğin sana ayrı bir hatırlatma olur ama olsun, silmek lazım, aksi türlü yas evrelerinde ilerlemek mümkün olmaz.
Bu çok silmeli az unutmalı dönemi, silmesiz ama yavaş da olsa unutmalı dönem izler, hayat kendini dayatmaya yavaştan başlar.
İşin şirkle ilgili kısmı da burası, hangi dünya şeyi seni ebedibillah meşgul edebilir, hangi dünyevi nesne asla unutulmamayı hak edebilir? Hiç, cevap hiç. Evet insan denen varlığı asıl değerli kılan içindeki bu dünyaya ait olmayan nurlu kutudur ama o kutudaki nüve düzeyindedir, bütün değil parçadır, öyle “forewer”lık bir durumu yoktur. Bu sebepten “asla unutmam-unutulmamalıyım” demekte gizli şirk var…asla unutmaman gerekenler Rabbin ve ölümdür ancak, tersi şirktir.
Ve bu “unutamam” söylemi hayatın kodlarına da son derece uygunsuzdur, akışa terstir. Hayat zaten sana ne yapman gerektiğini söyler, kulakların tıkalı olmasın yeter, duyarsın.

Velhasılı silmek suretiyle sosyal medya hesaplarını kuşa çevirmek hayatın akışına gayet paralel bir eylemdir, bu eylemin içinde kusurlu oluşu kabul vardır, kusurlu oluş da kula en çok yakışandır.

Shine filminde bir sahne var, David küvette sırt üstü uzanmıştır, kulakları suyun içindedir ağzı dışarıda, bırbırbır kendi kendine bir şeyler konuşur…sesleri duyuyordur ama suyun altından… bu sahne ya çok ”leyl-i tarabda bir dahi mızrap uyanmasın” bir sahnedir ya da bana öyle gelir, bilmiyorum.
Daha da güzeli şu denizin üstünde kıpırtısız yatabilme hali işte, kulakların suyun altında, üstünde Güneş, altında seni kaldıran su, aklında sadece hatırlaman gerekenler, bütün gereksizliklerden azade tertemiz bir yaşama hali, gökle denizin ortasında bir minimal hayat, fıstık gibi bir var oluş, tam olması gereken sen, ne eksik ne de fazla…
Akışta kalmayı anlatmaya çalışıyorum galiba ama anlatamıyorum, anlatması kolay bir şey değil maalesef, o kadar Türkçe'm yok, ne demeye çalıştığımı biliyorum, anlatamıyorum.

Kıssadan hisse, sıkıcı didaktik son söz: akışta kalmak lazım.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...