30 Kasım 2017 Perşembe

GÜNCELİN VE DE TARİHİMİZİN PSİKOLOJİK AÇIDAN ZARRAB'SAL VE AŞAĞILIK KOMPLEKSİ ÜZERİNDEN DİDİKLENMESİ FİLAN

“Stocholm Sendromu” dersem herkes hemen anlar ama bu sendrom biraz özel bir durumun ifadesidir, vakt-i zamanında Stockholm’de gerçekleşmiş bir rehin alma vakasından sonra ortaya çıkmış bu tabir.

Bunun psikolojide daha genel bir adı var: kurbanın saldırganıyla özdeşleşmesi.

Şöyle bir şeymiş bu özdeşleşme, aynen copy-paste yapıyorum:
Sürekli şiddet yaşamanın bir sonucu olarak kurbanlar saldırganla özdeşleşmeye ve bir hayatta kalma stratejisi olarak onun için hareket etmeye başlayabilir. Kurbanın iradesinin saldırgana bağlı olması gönüllü bir karar değil, şiddetin doğrudan sonucudur. Travmatik bağlanma süreci…  (Appelt,Kaselitz, Logar 2004) “Şiddet uygulayanın ilk hedefi kurbanı köleleştirmektir ve bu amaca kurbanın hayatının her alanında despotça bir denetim kurarak ulaşır.  Ancak salt boyun eğme onu nadiren tatmin eder; suçlarını haklı göstermenin psikolojik ihtiyacı içindedir ve bunun için kurbanın onayına ihtiyaç duyar. Bu yüzden durmaksızın kurbanından saygı minnet ve hatta sevgi göstermesini talep eder. Saldırganın nihai hedefi gönüllü bir kurban yaratmak gibi görünmektedir”. (Herman, 1992)

Öyle çok fantastik filan bir şey değildir bu özdeşleşme, hepimizin pek çok kez şahit olduğu bir şeydir, hatta kurban rolünü de saldırgan rolünü de oynamış-oynuyor olabiliriz. Bu sıradanlıktan dolayı çok önemli bir şeydir bu özdeşleşme. Ebeveyn-çocuk, amir-memur, karı-koca vs gibi ilişkilerde dikkatli bakarsak görebiliriz. Şu şiddet-aksiyon filmlerinde bolca gördüğümüz “sinmiş” karakterler de bu özdeşleşmenin mağdurudur genelde.
Alıntıladığım paragrafta dikkat edilmesi gereken nokta, kurbanın bu köleliği bir hayatta kalma stratejisi olarak benimsiyor oluşudur. Kurban bencil yani, kendini düşünüyor, hayatta kalabilmek için gönüllü olarak köleliği benimsiyor, bunun çalışma mekanizmasını anlamak çok mühim.

Nerden geldi aklıma bunlar?
Zeyno Erkan diye bir kız var, Zarrab davasından canlı yayın yapıyor, ben de ondan takip ediyorum davayı. Böyle heyecanla ve biraz da mahalle diliyle anlatıyor da anlatıyor. Mahalle ağzı kullanması biraz ilginç çünkü kız Boğaziçi Uluslar Arası İlişkiler mezunuymuş, öyle bir bölümü kazanabildiğine göre oldukça zeki olmalı, bitirdiğine göre de oldukça donanımlı. Yani bu kızın kendisini batılılar karşısında ezik hissetmesi için sebep olmamalı bana göre, çoğundan zeki ve donanımlı çünkü…ancak hal ve hareketlerinde batılılar karşısında ezik hissetmeye varan bir batı hayranlığı çok bariz görülüyor.
Hani “adamlar bi makine yapmış, adamlar bi araba yapmış, adamlar yapmış abi” gibi cümlelerde bolca kullandığımız o “adamlar” kalıbı var ya…kızın Batı’ya karşı duruşu tamamen o “adamlar” kalıbı üzerinden. Bizim mahkemeler tırtmış ama adamların mahkemeleri off ne süpermiş filan.
Bizim mahkemeleri tabi ki savunamam da Abd mahkemelerinin siyasetten ya da nüfuzdan bağımsız olduğunu düşünmek çok büyük saflıktır. Ben demiyorum bunu sadece kendileri de diyor, “And Justice For All” filmini izleyin de görün bakalım “adalet”ten anladıkları neymiş? Ki orada anlatılan adi vakalar, Abd menfaatlerini ilgilendiren davaları varın siz düşünün.

Bu Abd denen ülkenin dünyada haksızlık etmediği, canını yakmadığı halk yoktur herhalde! Kızılderililer’den başladılar, güçlendikçe dünyaya yaydılar adaletsizliklerini-zulümlerini. Demokrasi götürüyoruz diye çok cinayet götürdüler. Toplam kaç ülkede kaç tane darbe yaptı Cia, kendi bile bilmiyordur. Bırakın dünyayı, Türkiye’ye ettiğini zulümleri anlatan kitapların sayısı bile 1000’den fazladır. Abd bu zulmetme-katletme işinde o kadar pervasızdır ki nasıl zulmettiğinin filmini çeker oradan da para kazanır, saklamaz yani adaletsizliğini, caniliğiyle övünür resmen.
Avrupa dersek o daha da fena, çok sağlam kan içicidir, Afrika’nın hali ortada.
Batı zulmetme işini, adaletsizliği iyi bilir, profesyonel zalimdir.

Bu kan içmeyi çok iyi bilen “efendi”nin gücünü hafife almak elbette ki aptalca olur ancak hayranlık neden? Hah işte o hayranlığın sebebini tepede açıkladım, bu bizimkisi olsa olsa saldırganıyla özdeşleşmekle açıklanabilir. Hayatta kalabilmek için efendimizin zulüm tekniklerine hayranlık besliyoruz. Dünyayı yöneten akıllı abiler bu psikoloji işlerini iyi bilir, “gönüllü köleler” olmamız için gerekli her şeyi inceden inceye hazırlarlar, toplum mühendisliği dedikleri zıkkım işte.

Ezcümle “Batı hayranlığı” dediğimiz şey aslında “kurbanın saldırganıyla özdeşleşmesi”nden başka bir şey değildir. Cümlenize “adamlar” diye başlarken bir daha düşünün.

Şu günlerde görülmekte olan Zarrab Davası'nın durumu şu: Abd’nin kendisi nükleer silah yapıyor (hatta bunu kullanmış tek ülke, Hiroşima) ve nükleer silah yapıyor diye İran’a ambargo koyuyor. Bu ambargo anlaşmasına bize de imza koydurtuyor. İran bizim komşumuz, sıkı ticari ilişkiler geliştirmemiz son derece beklenen, yani bu ambargodan ticari olarak ambargoyu koyan Abd etkilenmez iken Türkiye fena halde etkilenmek zorunda çünkü İran bize komşu…Şili ambargosu değil ki deldiğimiz, komşumuzun ambargosu di mi?
Ve şimdi bu hukuk tanımaz ülke o ambargoyu deldik diye bizi yargılıyor. Tam bir güçlünün kendini güçsüze dayatması. Bunu da mahkemede yapıyor, adalet adına yapıyor. Buraya kadarını anlarım da… öz be öz Türk vatandaşlarının “Abd ağzımıza s.ççak” diye edebiyat yapması tuhaf değil mi? Ulan bizi yargılayan devlet, adaletin ırzına geçme işinde usta bir devlet, biz 40 yılın başı bi ambargo delmişiz çok mu di mi?
Tabi Türk halkının midesini haklı olarak bulandıran şeyler de var: rüşvet.
Egemen Bağış’ın o “aklandığı” Meclis oylamasındaki oyunu atarkenki artis tavırları insan olanın midesini bulandırmaz da ne yapar?  En öz işimiz paçozluk, aşağılık şeyleri çok kolay benimsiyoruz. Yahu senin rüşvet aldığın kayıtlı-belgeli, azıcık yüzün kızaracağına bir de oyu artis tavırlarla atmak nedir di mi? Çağlayan, Güler, Bağış, Zarrab ve diğer pek çok kişinin korunmasının halkta tiksinti oluşturması son derece doğaldır. Ancak suçluların cezasını vermesi için Abd mahkemelerinden medet ummak…tuhaf bir psikoloji değil midir? Adalet beklediğin ülke adaletin ırzına geçmede en usta devletlerden, bu nasıl bir saflıktır öyle ya. Saflık filan değil bu işte, kurbanın saldırganıyla özdeşleşmesidir bu.
Abd’nin an itibariyle yapmaya çalıştığı davanın sonunda Türkiye’yi teröre destek veren devlet olmakla suçlamak ve yaptırımlar uygulamak. Dünyadaki terör örgülerinin büyük kurucusu (El Kaide, Işid, Pyd ve daha pek çok) ülke bizi teröre destek vermekle suçlayacak, yapılmaya çalışılan bu. (Pkk’yı Abd kurmadı, Avrupa kurdu)
Davadan öyle bir sonuç çıkartsa bile o yaptırımları BM’den çıkartamaz, Çin ve Rusya korur bizi. Uluslar arası olmayan yaptırımlarla, kendi imkanları yaptırımlarla vurmaya çalışacak bizi.


Yazıyı daha da uzatacağım, uzun yazı sevmeyenler zaten dökülmüştür çoktan.

Tanzimat Fermanı neden önemli bu kadar? Mühim bir soru bu.

Tanzim: düzenleme
Tanzimat: düzenleme işleri, düzenlemeler…gibi.
1839’daki o ferman birtakım düzenlemeleri içeriyordu. İşte askere almalar, halkın can-mal güvenliğinin devletin teminatında olması vs. basit birkaç düzenlemeden ibarettir o ferman. Ancak bu fermanla padişah ilk defa olarak yetkilerinden kısmen feragat ediyordu, bu feragat mühimdir.
Tanzimat Fermanı’nın maddeleri doğru dürüst uygulanmamıştır, göstermelik kalmıştır. Hem basit birkaç düzenleme hem de uygulanmamış, niye bu kadar meşhur o zaman bu ferman?
Bu tür düzenlemeler tarihte hep halk isyanı gibi zorlayıcı sebepler sonucunda ortaya çıkmıştır. (İlki ve en meşhuru: Magna Carta, 1215, İngiltere) Yani şartlar kralı zorlamıştır da kral mecbur kalmıştır taviz vermeye. Osmanlı’da da pek çok halk isyanı var ama tamamına yakını sertlikle bastırılmıştır, “asi”ye taviz vermemiştir Osmanlı. 1839’da bir isyan, padişahı zorlayan bir durum da yok, niye durduk yere padişah yetkilerinden kısmen feragat etmiş ki?

Olay şu: Kendisini tek lokmada yutmak isteyen genişlemeci Rusya tehdidine Osmanlı kendi imkanlarıyla karşı koyamamaktadır ve bu konuda İngiltere’den destek aramaktadır. Osmanlı’nın Ruslar’a karşı tarihte tek bir galibiyeti bile yok ve 1800’lerde güç dengesizliği Ruslar’ın lehine iyice artmış. İngiltere de koruyor Osmanlı’yı (kuyruğundan ayrılmayan Fransa’yla beraber) ama Osmanlı babasının oğlu olduğu için değil, iki sebepten:
1-   Geniş Osmanlı topraklarının güçlü Rusya’ya geçip Rusya’nın deve dönüşmesini istemiyor, toprakların zayıf bir devletin elinde durmasını tercih ediyor,
2-   Bu koruma Osmanlı’nın iç işlerine karışmak hatta Osmanlı’yı bir uydu devlet haline getirmek için mükemmel fırsat.
Ferman’dan bir yıl önce (1838) imzalanmış İngiltere-Osmanlı serbest ticaret anlaşması da bu bakımdan mühim. Salaklığa bakar mısınız, Sanayi Devrimi'ni gerçekleştirmiş İngiltere ile tarım ülkesi Osmanlı ticaretlerini serbestleştiriyor, sömürge olmayı kabul etmek gibi bir şey bu. Keyfinden mi kabul ediyor Osmanlı sömürge olmayı, hayır, Rus korkusundan kabul ediyor, hayatta kalmak için kabul ediyor.
İşte Tanzimat Fermanı’nın önemi buradadır, maddelerini İngiltere-Fransa yazmıştır, Osmanlının “bağımlı devlet” olmayı kabul etmesinin gayri resmi ifadesidir Tanzimat Fermanı. Yoksa padişah deli mi ki durduk yere yetkilerini kısıtlasın?

1800’lü yıllara bakarsanız Osmanlı’nın pek çok iç işinin uluslar arası konferanslarda tartışıldığını görürsünüz. Sadece Tanzimat Fermanı değil Islahat Fermanı (1856) ve meşrutiyet ilanlarında da (1876 ve 1908) İngiltere etkisi barizdir. İngiltere-Fransa ikilisi 1854 Kırım Savaşı’nda Osmanlı’nın yanında bizzat Ruslar’a karşı savaşmış, 1876-78 Rus yenilgisinin ardından imzalanan ağır şartları haiz Ayastefanos Anlaşması’nın daha hafif şartlı Berlin Anlaşması’na dönüşmesini sağlamıştır. Yani Osmanlı’yı bildiğin korumuştur bu ikili…daha doğrusu Ruslar’ın yemek saati gelmeden masadaki kızarmış hindiye dalmasına mani olmuştur. Bu koruma karşılığında da Osmanlı bağımlı devlet olmayı gayri resmi olarak kabul etmiştir.

Osmanlı bağımlı devlet olmayı kabul ettiği anda dış politikasının Batı merkezli olmaması, kültür politikasının Batı hayranlığına dönüşmemesi düşünülemez.

Bu hesapla…adına “Batı” denen “efendimiz”e bağlılığımızın, hayranlığımızın başlangıç tarihini 1839 olarak belirlemek yanlış olmaz. Kurban olarak saldırganımızla özdeşleşmeye başlayalı 178 sene olmuş demek ki.
Tanzimat Fermanı’nın ilanı üzerine Avusturya başbakanı Metternich’in Osmanlı sadrazamına gönderdiği meşhur bir mektup vardır, meraklısına bulup okumasını tavsiye ederim. Osmanlı’yı sevdiği için vermiyor o tavsiyeleri Metternich, devletinin kuyruğu özellikle Balkanlar’da Osmanlı’ya bağlı olduğu için Osmanlı’nın yıkılmasından çok korkmaktadır da ondan vermektedir. Tarih Metternich’i haklı çıkartmıştır, iki ülke beraber yıkılmıştır.

Peki ya Cumhuriyet? Milli egemenliğini kazanmış bir devlet olarak Cumhuriyet sonrasında Batı’ya karşı milli aşağılık kompleksimiz hız kesmiş midir? Maalesef hayır. Atatürk’ün yardımcı ilkelerinden olan “çağdaşlaşma”nın “batıcılık” olarak algılanmasının önüne geçilememiştir. Bu ilke İnönü döneminde tamamen “batıcılık”a evrilmiştir. 1950 sonrasındaysa Sovyet Rusya korkusuyla hayatımıza Abd’nin kucağında devam etmişiz zaten.
Yani…178 senelik kurban Türkiye’nin saldırgan Batı’yla özdeşleşmesi tarihinde kesinti yoktur, hala da devam etmektedir. (“1923’ten önce Türkiye diye bir şey yoktu” diye ukalalık yapmayı düşünenler olabilir, düşünmesinler, “Türkiye” tabiri yüzyıllardır kullanılan bir tabirdir, yeni devleti kuranlar o tabiri direkt devlet ismi olarak benimsemiştir)

Şunun hesabını sormak da akıllıca tabi: Ulan tamam Batı hayranı olmayalım da bunca yıldır biz ne yaptık ki? Neyi icat ettik, neyi ürettik? Hayran olmayak da ne yapak?

Kısmen haklı bir çıkış bu…haklı çünkü rüşvet yediğini sağır sultan bile bilen bir bakanın korunduğu ve korunduğunu bildiği için artis artis oy kullanabildiği bir ülke burası. Bir bok da icat etmedik, evet.
Tamam da ettirdiler mi?
O Atatürk döneminde var olduğu söylenen uçak fabrikasına ne oldu? İsmet İnönü, Nuri Demirağ’ın canına uçak yapmayı başardığı için okumadı mı? Dp dönemi zaten bok! Devrim otomobilini neden gömdü Cemal Gürsel? Aselsan mühendisleri neden öldürüldü? Eğitim sistemimizin ırzına geçmesi için dizayn edilmiş Fullbright Komisyonu (kuruluşu 1949) hala aktif değil mi? Gerçek manada bağımsız olmayı her istediğimizde yumruğu yemedik mi kafamıza? Tamam, iğneyi kendimize batırırken acımayalım da bu kan içici Batı’nın hiç mi etkisi yok?

Not: aslında siyasi bir yazı sayılmaz ama verdiğim örneklerden dolayı siyasi oldu mecburen. Bloga siyasi yazı yazmıyordum, istisna olsun bu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...