26 Mart 2018 Pazartesi

HEVES KIRICILAR


İstediği gibi davranırsam, kızdırmazsam, canımı yakmaz.
Mağdur psikolojisinin en kısa özeti böyledir.

Üniversite zamanları; henüz "çok okuma"yı bırakmadığım zamanlar. Bazı kitaplar okunmakla iktifa etmiyordu, kendileri elimde değilken de zihnimi esir alıyorlardı, yakama yapışanları vardı.
Dünya içinde ayrı bir dünyaymışlar gibi...ki öyleydiler, iki tane dünyam vardı.
O kitapların pek çoğunda da bugün artık pek kullanılmayan kelimeler sıklıkla geçerdi ve "hangi kelime güncel hangisi değil" sorusuna cevabım flulaşmıştı, adeta algım bozulmuştu. Misal Mehmet Kaplan "insicam" kelimesini o kadar çok kullanır ki bir-iki kitabını bitirince "insicam"ı güncel sanırsınız, Haldun Taner okuyorsanız "övür olmak"ı kapı komşunuz zannedersiniz... gibi.
Bu bozuk algıyla günlük konuşmalarda ağzımdan "kaçardı" işte bazı kelimeler ve duvar derhal çarpardı burnuma: Türkçe konuş be!
Hele konuşmamın arasına bir dize filan sıkıştırmam çok büyük suçtu, bildiğimi göstermeye mi çalışıyordum, artislik mi yapıyordum, yapmamalıydım! Konuşmalarım gündelik kelimelerle sınırlı ve şiirden uzak olmalıydı.
Özellikle şiir çok büyük suçtu!
Bunu yapan yakın arkadaşlarımdı, yediğim içtiğim ayrı gitmeyenler filan.
Yani dünyalarımı birbiri ile asla karıştırmamalıydım, eski kelimeler güncel dünyayı kızdırıyordu ve ben onları kızdırmazsam onlar da bana bir şey yapmazdı.
Böylece yoğun bir otokontrol itiyadı gelişti bende, konuşurken ilave bir dikkat... gönlümce konuşmam yahut kendim olmam sorun yaratıyordu, bilmedikleri kelimeleri kullanmamalıydım.

Bu böyle gitti, yıllar geçti. Bunun bende yarattığı öfke ise yıllar sonra ortaya çıktı. Kendim gibi olmak için neden izin almam gerekiyordu ki, kimdi lan bu izin mercileri?! Ben niye kelimeleri gönlümce kullanamıyordum, anlamıyorlarsa otursun onlar öğrensindi, bana neydi!

Bu arada çok bilinmeyen kelimeleri ısrarla kullanmaya çabalamak şeklinde bir artislik gerçekten var, "obskürantizm" denen bir kafanın parçasıdır o artislik de... bendekinin  obskürantizmle alakası yoktu, konuşurken o kelimenin güncel olmadığını gerçekten seçemiyordum, kaçıyordu işte. Kaldı ki mesela arkadaşlarla yemek yerken zihnimin o sıralarda okuduğum bir şeylerle meşgul olması hiç de az rastlanan bir hal değildi.

Blog yazılarında bazen o güncel olmayan kelimelerden birini kullanıyorum ama değişen şu ki artık o kelimeyi düzeltmiyorum-kaldırmıyorum, o eski kelimeyi kullanımda bırakmak bir çeşit intikam gibi şu an bende. Öyle ya, benim mekanım burası, beğenmeyen okumasın, sittirsin gitsin afedersin di mi? Oh ne güzel.

Şöyle bir ilginç durum da var ki o kelimeler son yıllarda moda oldu, "bazı kelimeler güzeldir" diye orda burda arz-ı endam ettiler. Lan ben bunları ağzımdan kaçırıyorum diye zamanında dayak yiyordum, şimdi kullanana ödül veriyorlar!.. Çok tuhaf bir his :)

Şimdi? Şimdi artık umrumda değil.
Ne moda olduğu için özellikle kullanmaya çalışanlar (genelde de yanlış kullanıyorlar) ne de o kelimelere alerjisi olanlar... hiçbiri, hiç kimse umrumda değil. Bir çeşit badel harabül Basra durumu, artık önemi yok, kırgınım, biraz da küskünüm. Dışa belli etmeyen bir şekilde kırgınım, bu konuyu yazıya dökmek aslında mahremimi kamuya açmak benim için, ucu çok derinlerde bir kırgınlıktır bahsettiğim.
Ve dediğim gibi...artık önemi yok. Bezm-i giriz olmaya en büyük sebep bezmin kendisi değil midir? Öyledir, amenna.
Ordaymış gibi yaparım, ordayım sanırsınız. 
"Eyvallah" der geçerim, geçer giderim, güler geçerim. Gerçekten doyumlu bir sohbete denk gelirsem ona da eyvallah.

Şu fotoğraftan çıktı içim dışıma.
Insta hikayesine koydum bunu ve birisi "sönmemek için direnenleri söndürmek için hayli hırpalamışsın" diye mesaj attı. Doğrudur, direneni hırpalarlar.

Orta zekalılar cennetinin en öz kanunudur yoldan sapanı odunla yola sokmak, söndürmek.
Çok gençtim, arkadaşlarım canlarının istediği gibi konuşabiliyordu ama onlar arkadaşlıklarını benden esirgemesinler diye ben dikkatli olmalıydım. Haksızlıktı ama bu! Ve ben buna çok gecikmeli isyan ediyorum.

Bahsettiğim şeyin genel adı "heves kırıcılık"tır. Sen ne yapsan "aman o da neymiş ki" mealinde cümleler duvar gibi önüne dikelir, önce saklar sonra bırakırsın elinden o sevdiğin şeyi. Ben sadece bir örnek verdim, örnekten bol bir şey yok oysaki.

Sanki siz çok şeysiniz :p

23 Mart 2018 Cuma

KAPTAN


sen kendine yetmiyorsun hiç kimse sana yetmiyor
birini bitirmeden aklın öteki yolculukta

Anlamak da bir çeşit sarılma. Oysa gerçek bir sarılma anlamasız olur, anlamak anlamsızlığa açılmış en büyük kapı. 
Her "anlama" bir indirgemedir ve  indirgeme de "anlam"ın en büyük düşmanı...
Anlamak demek, karşıdakini bencil yerlerinden yakalamak demektir, rüşvet olarak anlaşılma lüksünü sunmak demektir… çok haksız bir rekabettir.
Biz bu dünyanın ihtiyaç sahipleriyiz ve bu bizim en büyük hakikatimizdir. Ve en büyük eksiğimiz de sebepsizlik.

Düşünmeden duyabilmek kimsenin harcı değil. Bebekler hariç.

Toprağı anlam yetiştirmeye müsait, sorusuz-bilmesiz bir uzak ülke mümkün fakat herkesin ülkesi kendine münhasır, iki cana yetmez bir tek ülke. Dahası o ülkeye giderken yanına kendini de almaman gerekir ki ayak basar basmaz ilk işin kendin için sınırlar çizmek olur.
Lüzumundan fazla muhayyel bir ülke...

yanımda olduğun zaman her zamankinden yalnızım

Çünkü iki insan aynı şeye bakıp aynı şeyi göremez. Aynı şeye beş dakika sonra bakıp aynı şeyi görmek de imkansız. Sonsuz bir tüketme içindeyiz ancak sonsuzdan tükettiğimiz için eksilme söz konusu değil.

Dün yediğimi öğüttüm, aklım yarınkinde.
Hayat; benim için neyin var?

yalnızlıktan da kurtulup yalnız kalmak isterim

Hüzün içeren hallerimize sebep en soylu ruhların bile mecburiyetler içindeki bir mideye tutsak olması değil midir? Öyledir.



Not: Alıntıların hepsi Attila İlhan’ın Kaptan şiirlerinden. Beş tanedir bunlar, çok fenadırlar!
Şunları yazmama sebep de sabah sabah (niyeyse) oturup baştan sona bir daha okumuş olmamdır. 
Çok üst düzey bir şiir olduğunu biliyor oluşum eski ama (niyeyse) son zamanlar çok taktım buna, du bakalım hayırlısı!
Meraklısına:

21 Mart 2018 Çarşamba

REFERANSSIZ BİR ANLAM


Bana bir şeyler olmasını…

Sultan Makamı Asiyesinin de “ev kızı” tarifine gizlemiş ya da düğümlenmiş…düğümlenerek gizlenmiş beklentileri vardır. Şöyle der:
Ev kızı… Evi bekleyen, evde bekleyen. Her şeyin olmasını evinde bekleyen.

Herkesin vardır böyle bir punduna getirip hayatın elinden kapmak istediği, feleğin boş bulunduğu anı gözlediği…beklediği.
Bazısı yöntem olarak taarruzu benimser, çıkar kovalar nasibini, yakaladığına da nasip der... yahut yakalandığına.
Bazısı da evinde bekler Asiye gibi, hayalleri hep o şeyin gelip kendisini bulması üzerinedir.

Adele gibi müflis bünyelerin artık tek bekledikleri ise ölümle aralarındaki o son bir adımın kapanmasıdır. Filmin devamında intihar niyetiyle bir köprünün üzerinde durduğunu görürüz. Yalnız sorun şu ki üzerine çıktığı köprü Seine Nehri’ne kuruludur ve intihara pek de uygun değildir. (Bi Boğaz Köprüsü değil yani) Sanki atlamak ama ölmemek istiyormuş…gibidir.
Nitekim atlar ama kurtarılır.

Şahin kocasa da vermez avını,
Aslı kurt olan yine kurt olur.
Dadaloğlu

İnsan vazgeçmez.
Bununla birlikte insanın kaderiyle konuşmaları hem sitemli hem de beklentilidir. Beklemiyormuş gibi yaparak bekler, sitemi de hep pazarlık içindir…bitmeyen bir iyi hissetme isteği-telaşı içindedir.
Bu hesapla insanın hayattan yüz çevirmesi de gerçek değildir, atılmış ve yenilmiş goller silsilesi şeklinde geçer bütün ömrü.

Bes ki hicranındadır hasiyet-i kat-i hayat,
Ol hayat ehline hayranım ki hicranındadır.
Fuzuli
Yani; hayatın sona ermesi için senden ayrı olmak yeter sebeptir, senden ayrı olup da yaşayabilenlere hayranım…diyor.

Aha bu da Sultan Makamı repliği:
Bizzat sevda mevzusunun kendisine hastayım.

Eko diyordu galiba bu sözü, tam emin değilim.
Ha Eko ha Fuzuli, isimler değişir ama fikir tek, aşk okuyla can verebilmek için diğer bütün ölüm oklarını yok sayan aşk hastası bir zihniyetten bahsediyoruz.
Bu tipler tarla sınırı kavgası ederken kafaya bir çapa yiyip kan kaybından ölmeyi yeterince zarif bulmuyor olmalılar ki hayata dair bütün tarifleri aşk üzerindendir, kaderle bütün pazarlıkları hep aşka dairdir.

Karışık anlattım biraz sanki ama söylemeye çalıştığım şey basit aslında:
Aşk, bir yere dayanmadan durur ayakta.
Yaşamak tahammül gerektirir ve tahammülden murat anlamdır. İnsan, üzerinde debelenip durduğu şu dünyadan birgün anlamlı bir şekilde gidebilmek için hayatının anlamın içinde geçmesini ister-bekler.
Bütün güzel şeyler kaynağını hep aşktan alırken başka bir şeyden referans almadan anlam arz edebilen tek şey de aşktır.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...