29 Kasım 2010 Pazartesi

MELANKOMİK NOTLAR 9

bir hafta koştur koştur otobüslü arap ellerinden sonra hafta sonu da edirne'de koştur koştur...önümüzdeki hafta sonunun da dinlenmeli olmayacağı şimdiden biliniyor ve 4-5 gündür kafamı kaldıramıyorum hastalıktan! akşam da ifsak'ta olacağım. hangi akla hizmetim ben?

insan sever mi, ister mi, istenmeyi mi ister, istenmeyi mi sever? hepsini de yapar mı yoksa? peki hepsini aynı anda yapabilir mi?

halep'te aklım kaldı.

dal rüzgarı affetse kaç yazar anasını satiim, kırılmış.

mest-i hab-i naz ol cem et dil-i sad paremi
kim anın her paresi bir nevk-i müjganındadır.
yani; naz uykusundan sarhoş ol da bin parça olmuş gönlümü bir araya topla... ki onun her parçası bir kirpiğinin ucundadır. (gözler kapanacak da gönül bir araya gelecek, ümide bak)

kafamı hissetmiyorum sanki şu sıralar. hastalıktan değil, düşüncelerim uyuşmuş sanki. değişik ve güzel. öfkesiz ve aynı zamanda tutkusuz günler...aynı kaynaktan besleniyorlar neticede!

"miş gibi" yaşayanlara tahammülsüzlüğüm değişemiyor ne yazık ki! bayağılıklara da alışamadım:(
güzel böyle güzel, camın arkasından seyredermiş gibi her şeyi....devam.

10 Kasım 2010 Çarşamba

KELİMELER

“Kavga insanla kader arasında değil insanlar kelime arasında”
Cemil Meriç

Sağcılık -solculuk sanılanın aksine siyasi değil ekonomik bir ayrımdır. Dünya görüşü içermezler. Biri halkın hür teşebbüsünü desteklerken diğeri ekonominin kontrol merkezinin devlet olması gerektiğini savunur. 1700’lerde bir toplantıda bir fikri savunanların sağ tarafa diğer fikri savunanların sol tarafa oturması sonucunda ortaya çıkmış ve giderek beynelmilelleşmiş bir ayrım.
Bazıları islamın sağ tarafı yüceltmesi kaynaklı bir ayrım olduğunu düşünebilir, öyle değil Bu sadece basit bir hijyen tedbiridir. Yemeği sağ elle yiyip pis işleri sol elle yapma alışkanlığı geliştirirseniz (taharet gibi) ağzınızdan içeri daha az mikrop girer, olay bu, yoksa İslam sağcı falan değildir, sağ-sol kavramlarının ne İslam’la ne de başka bir dinle ilgisi vardır, konu ekonomiktir, Avrupa’da icat edilmiş ve ömrü 300 yıldan daha az olan kavramlardır.

Konu böyle algılanmıyor ama… Sağ-sol başlıkları altında bir çok kavram toplanmış, kamplaşmış, bir kavramın altındaki tercih diğer kavramın altında tam tersi tercihin durması zorunluluğunu getirmiş. Bir çeşit şartlı refleks. Örnek verecek olursak; solun kendisini tam olarak gösterdiği yer komünizm zira bu rejimde her türlü ekonomik aracın devletin kontrolü altında olması savunulur. Beri yandan komünizmin bir diğer özelliği de materyalist oluşu, dinleri toptan reddediyor oluşudur. Hal böyle olduğunda solcu olan biri ekonomik araçların tamamen devletin kontrolünde olması gerektiğini savunmakla kalmayıp aynı zamanda dini reddetmek (en azından dindar olmamak) durumunda kalıyor. Sol dini reddedince de sağ kucaklıyor. Önceden belirlenmiş rolleri kabul etmek gibi bir durum söz konusu.

Sağ-sol üst başlığının hemen altına yapışmış önemli iki kavram devrimcilik ve muhafazakarlık.. Sol devrimci iken sağ muhafazakardır.  Bu ayrımlar zamana ve duruma bağımlıdır. Komünist devrimin gerçekleşmediği bir ülkede eski rejimin muhafazasını isteyenlerin muhafazakar, komünist devrimin yapılmasını isteyenlerin de devrimci olarak anılması gayet normaldir ancak komünist rejimle yönetilen bir ülkede durum tam tersidir. Komünistler muhafazakar, komünizmin yıkılmasını isteyenler devrimci olur. Devrimci  devrim gerçekleştikten sonra devrimciliğini devam ettirmek için yaptığını yıkmak zorundadır ki bu eşyanın tabiatına aykırıdır!

Devrimin hiç bitmeyeceğini, devrim yapıldıktan sonra da daha iyiyi bulmak adına yeni devrimlerin yapılması gerektiğini, bu fikre inananlara devrimci dendiğini savunanlar vardır. Devrim devirmekten gelir, özü iyileştirme değil yıkmaktır. Devrim yapıldıktan sonra tekrar devrim yapılırsa bu rejimin ortadan kaldırılmasını gerektirir, daha iyiyi bulmak adına yapılan faaliyetlere “reform” denir.

Bu hesapla “devrim” kullanılması gayet uygun bir kelime iken “devrimcilik” eşyanın tabiatına aykırı bir kelimedir. Devrimci devirmek isteyendir, devirmek istediği devrildikten sonra devrimcinin devrimciliği kalmaz, en fazla reformculuktan bahsedebiliriz. Aynı mantıkla “muhafazakarlık” tabiri de eşyanın tabiatına aykırıdır. Aslolan muhafaza etmek değil neyi muhafaza ettiğindir. Komünizm yıkıldıktan sonra kiliselere akın eden Ruslara muhafazakar mı yoksa devrimci  mi demek gerekir? 1917’de dini savunanlar muhafazakar iken 1989’da materyalizmi savunanlar muhafazakardı.

Muhafazakar ve devrimci kelimelerinin fikirlerin, insanların üzerine zamandan bağımsız olarak yapışık kalması aslında saçma iken pratikte işler öyle yürümez, genel algıya göre her sağcı muhafazakar her solcu devrimcidir. Bu basit bir illüzyondur, yanılsamadır.

Kelimelerin anlamlarıyla değil şekilleriyle algılanması bu yanılsamaların ana besleyici kaynağıdır. Asıl olan anlam değil de şekil olunca geçerli olan fikir değil slogan oluyor.

Bilgiler düşünce ile fikre dönüşür. Düşünmek bir fonksiyondur ve bilinenlerden yeni bilinenler türetmeye yarar. Bilgi olmazsa düşünmek hiçbir işe yaramaz, düşünce olmazsa bilgiler kuru bilgi olarak kalır. (aptalın zekası hafızasıdır.) Bilgi hammaddesini düşünce makinesi  ile işleyen sağlıklı beyinlerin fikirleri vardır, düşünme yeteneği gelişmemiş kişilerin ise ancak sloganları olabilir. Düşünen insan sorgular ve inanır, düşünmeyense kolay inanır. Aralarındaki tek fark sorgulamaktır, ikisi de inanır. Bir fark da düşünen insan daima şüphede iken düşünmeyen emindir.
Ve kelimeler anlamlarıyla değil de şekilleriyle arz-ı endam ettikçe sloganlar önem kazanır, fikirler değersizleşir.

Ve insanlar içi boş sloganları için birbirlerini boğazlayabilir…”Kalabalıklar düşünmez maruz kalır” prensibi gereğince az sayıdaki düşünebilen akıllının sloganlarla yönlendirdiği kalabalıklar slogan farklılıklarından dolayı birbirlerini kolaylıkla öldürebilir. Az sayıdaki düşünebilen akıllının çıkarları, kalabalık düşünemeyenlerinse inançları  vardır!
İnsanlık tarihi ne yazık ki bu prensip üzerinden yazılmış.

Livaneli bir tv programında şöyle demişti :
“Uluslar arası ilişkiler devletler için yüksek önem taşır” derseniz solcu, “beynelmilel münasebetler devletler için yüksek ehemniyete  haizdir” derseniz sağcı olarak algılanabilirsiniz, halbuki iki cümle de tamamen aynı manaya gelir.
Hep söylediğim bir şeyi çok güzel ifade etmiş Livaneli, aynen böyle oluyor, ne dediğiniz değil hangi kelimeleri kullandığınız önemli oluyor, içeriğiniz değil görüntünüz önemli, mazruf her zaman zarfın önünde, fikirlerinizle değil sıfatlarınızla anılıyor ve algılanıyorsunuz…Ve sizi kolaylıkla tarif eden etiketler üzerinize o kadar kolay yapıştırılıyor ki!

Kendisini  ülkücü olarak tarif eden çok insan tanıdım ve birçoğuna tek bir soru sordum : ülkü ne demek? Bir kez doğru yanıt aldım sadece, kendisini “ülkücü” olarak tarif edenler ülkünün ne olduğunu bilmiyor!..Neci olduğunu bilmiyor yani! Şeklin anlamın önüne ne kadar geçtiğini anlamak adına çok güzel bir örnektir bu ve solcular da ülkü kelimesinin anlamını bilmez genelde, ülkücülerle savaşırlar sadece…
“Ülkü” büyük amaç, dava anlamına geliyor ki bu hesapla solcular da ülkücüdür. Ancak bir solcuya “ülkücü” derseniz bunu muhtemelen hakaret olarak algılayacak ve o da size hakaret edecektir:)
“Kahrolsun faşizm!” sloganını o kadar çok duydum ki, o kadar çok bağırıldı ki…Ama ne bir tane kahrolmuş faşist ne de kendisini faşist olarak tarif eden birine rastladım…Hakikaten kime bağırıyorsunuz siz? Ve ne diyorsunuz? Bu sloganınızın ne kadar fikir değeri olduğuna dair bir fikriniz var mı?

Nükleer enerjinin çok temiz, doğayla çok dost bir enerji türü olduğundan habersiz çevreciler nükleer enerji karşıtı eylemler yapıyor!..Olayın aslının ne olduğuna dair fikirleri dahi yok, sadece karşılar. Benzer şekilde iktidarın her yaptığını yanlış olarak niteleyen muhalefet de işin aslıyla pek alakadar değil. İktidarsa doğru-yanlış kavramlarıyla pek alakadar değil, onlar da çıkara odaklı genelde. Bu ortamda çölde yetişen ot kadar fikir var sadece.
Karşı olmak tek başına hiçbir şey ifade etmez, alternatif çözümler üretmeniz gerekir. Ne nükleer enerjiye karşı olan çevrecilerin fizıbıl bir alternatif çözüm önerisi var ne de muhalefetin çözümler içeren bir paketi, sadece karşılar…Ve sempatizanlar, partizanlar için iş kolay, kendi liderlerinin dediği doğrudur, öteki liderinki yanlış…Ben en çok dediklerinin doğruluğundan nasıl bu kadar kolay emin olduklarına şaşırıyorum.
Tam bağımsız olmadığımız, emperyal devletlere ve güçlere bağımlı olduğumuz, başbakanın Abd’de tayin edildiği vs. bir dünya söylem var ve bir çoğuna katılıyorum, evet bence de bağımsız falan değiliz. Peki öneriniz var mı, ne yapmalıyız?

Bir Japon yılda 25 kitap okuyormuş, bir tükse 6 yılda 1 kitap…Aradaki fark 150 kat!!! Bu  istatistik bazı şeylerin nasıl olduğunu anlamak adına güzel bir veri.

Düşünmek zahmetinden azade, sıcak-nemli ortam böcekleri kadar rahat ve mayışık beyinlerin içi boş ve samimiyetsiz idealizm söylemleri mide bulantısından başka bir işe yaramıyor ne yazık ki…


9 Kasım 2010 Salı

MELANKOMİK NOTLAR 8

Türk solunun içinden romantizmi çıkarınca geriye ne kalır? Hiç bir şey…
Romantizmlerini yapay yollardan tatmin etmek için iki kolu olması gereken adamı tek kollu bıraktılar, sadece olumsuzluk püskürtmekle olmuyor işte.  Azıcık izan, azıcık insaf?

İş var eleman yoktu…Şimdi ikisi de yok!

Hangisi daha tehlikeli?
a)     a) Aç çekirge sürüsü,
b)      b) Toplu halde maça giden fanatik taraftarlar,
c)       c) Hafta sonu piknikçileri,
d)      d)  Fotoğraf avına çıkmış fotoğrafçı  kafilesi.
Doğru cevap a, çekirge sürüsü tabi ki:)

İlginç olacağı kesin…Güzel de olsun lütfen…Mümkünse de çok güzel.

şlskşsdkdfcşskdfcşşdlkaşckfgjugşk

Suistimalin her türlüsü kötü. Suistimale tahammülsüzlük de kibir kaynaklı, nefsine ağır geliyor insanın.

Işığım bol olsun:p

dün gece uykumda sıçradım
beni mi çağırdın suna su
nereye gideceğiz ha


Bizim kuşak eteğini kapalı tutması gerektiğini  öğrenmiş ama eteğinin kapalı olduğundan bir türlü emin olamayan şüpheli ve beceriksiz kız çocuğuna benziyor. Her an kullanıma hazır bir suçluluk duygusu, belirsizlik ve bunların kaçınılmaz ürünü kararsızlık en öz sermayemiz…
Bir şeylerin öncüsü olduğumuzu öğrendiğimizde geç olmuştu çok.

Türev kadın isimleri ne kötü...Adile, Sadiye, Şükriye, Aliye gibi...Kendilerine ait değilmiş gibi, emanetmiş gibi. Asiye öyle değil ama.


"Gurur" kelimesinin doğal anlamının "onur" iken ikincil olarak "kibir" manasına da gelmesine çocukken şaşırdığımı hatırlıyorum. Ne alakaları vardı ki? Hem bir anlam gayet olumlu iken diğer anlam son derece olumsuz, nedendi ki? Anladım ki tek anlamı varmış o da "kibir"miş, onur başka bir şeymiş.

Ne güzel di mi? Evet hem de çok:)

Kendimden bişi rica ettim, yapmadım. İsteyenin bir yüzü.

Geri daha geri lütfen. Başlamışken en baştan başlamak lazım.

Kağıt havlu marifetiyle bir sinek öldürdüm az önce. Bunu en son ne zaman yapmışımdır kim bilir … Hak etmişti ama, çok fena taciz ediyordu. Kulak mememde de sivilce çıkmış! N’ooluyo yaa!

Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur.
Allah'ın değirmeni yavaş döner ama ince öğütür.
İt baharı görürmüş ama yediği taşın hesabını Allah bilirmiş.
Kul plan yaparken felek gülermiş.
Ne güzel ifadeler bunlar yaa, hem ince hem isabetli.



Düştüğüm minimum kilonun üzerine sadece 2 kilo alarak kilomu sabitledim sanırım, uzun zamandır aynı kilodayım, afferim bana, pek bir fitim şükür:) az yemeye devam:)
Bi de şu sigarayı bıraksam:(

"Kilon kaça lan senin?" diyesim çok çok fazla sayıda kişiye...Ya benimki?






5 Kasım 2010 Cuma

ÇEŞİTLİ YALNIZLIKLAR

Yalnızlığı yekpare ve parçalı diye ikiye ayırmışım. Hangisinden ne anlıyorum?

Yalnızlık bana göre yanında kimse olmaması değil olması istenen kişilerin olmaması ve bu hesapla “hasret” kelimesiyle neredeyse eş anlamlı.  Hatta bazen istenmeyen kalabalıklar, yanında olması istenen kişi/kişilerin yokluğunu abartır, belli eder,  tahrik eder, “bu kadar kişi var ama hiç biri o/onlar değil” cümlesi sahne alır. Çığlık formunda bir adalet talebi gibi bu cümle.

Hasretin en temel  formu parçanın bütüne hasretidir.  Parçanın en temel özniteliği de bütüne duyduğu hasrettir. Sıladan kopup gurbete düşmüş olanın hasret çekmesiyle çocukluğa duyulan özlem aynı kandan gibi geliyor bana.

Sıladan kopmuş olanın bütünden ayrı düşmüş parça olduğunu anlamak kolayken çocukluğa duyulan özlemi bu şekilde değerlendirmek ilk akla gelen olmayabilir.

Çocuğun ilk gördüğü hep asıldır, orijinaldir. O orijinallerin toplamı dünyanın bizzat kendisidir, ne eksik ne fazladır, dünya odur, o  kadardır. “Oğul” şiirinde Ahmet Erhan’ın “bir zamanlar dünya zannettiğim bahçeyi ayrık otları, dikenler bürümüş” demesi anlattığım şeyin somutlaşmış ifadesi gibi. O şiirde anlatılan şey de tamamen bu zaten bana göre.

Çocukken hafızaya aldığımız ilk izlenimlerin hepsi tek tek orijinal ve asıldır. Bir şeyin tek bir hali vardır  ve biz o hali biliyoruzdur, o şey odur o kadardır. Ancak yaş ilerledikçe, ikinci, üçüncü, bininci yeni izlenimler ortaya çıktıkça çocukken bizi saran kesinlik-belirlilik yerini belirsizliğe bırakır. Tek olduğu için direk belirleme gücüne sahip olan izlenimler yavaş yavaş azalır ve izlenimlerin ortalamasını almak zorunda bırakılırız. Her ortalama alış da bir fikir değişikliğidir, bir yanılgı kabulüdür ki insanlar fikirlerinin değişmesinden hoşlanmaz, belirsizlikten rahatsız olurlar.  Bir çok izlenim de tek olarak kalır ama, bazı şeyler değişmez.

İnsanın çocukluğunu özlemesi tıpkı memleketini özlemesi gibi her şeyin ilk haline duyduğu özlemdir. 3 yaşında iken ağaç tanımımız bahçedeki elma ağacı iken sonradan o elma ağacının bir çok ağaçtan sadece biri olduğunu kabul etmek zorunda kalmak  ya da 3 yaşındayken evimizdeki baskın olan bir kokudan dolayı kafamızda “ev kokusu” diye bir tarif oluşmuşken sonradan evlerin farklı kokabildiğini hatta daha kötüsü hiç kokmayabildiğini fark etmek acı verici deneyimlerdir. Bilirken bilmez oluruz, eminken şüpheye düşeriz ve anne kucağı kadar güvenli -bilinir dünya giderek güvensiz -bilinmez bir hal alır. Sürekli olarak dünyayı tarif eder dururuz kafamızda ve yaş ilerledikçe tarif ettiğimiz dünya giderek daha büyük, daha bilinmez ve daha güvensiz olur. Kaybolmuş gibi hissetmemek için sebebimiz yoktur, öyle hissederiz biz de.

Tariflerimiz sadece objeler, renkler, formlar, kokular için değil kendimiz için de geçerlidir. Kendimizi çocukluğumuzun o belirli ve orijinal öğelerinden biri gibi hissederken  daha büyük olduğunu acıyla fark ettiğimiz dünyanın içinde daha belirsiz daha sahte hissederiz giderek.

Bütünleşmeyi “bir olmak, tamam olmak” şeklinde değil, parçanın koptuğu bütüne kavuşması, tekrar birleşmesi olarak algılıyorum.


Bütünden kopmuş parçalar olarak yayıldığımız dünyada derinlerde bir yerde asıl bütünü ararken pratikte o bütünün yerini alabilecek türden bütünler peşinde (daha doğrusu birleştiğimizde bütün oluşturabileceğimiz başka parçalar peşinde) koşarız ancak her şeyin temelinde, kökünde hep o asıl bütüne hasret vardır.

Yekpare yalnızlıktan kastım kavuşulması imkansız o asıl bütünü özlemektir. Kavuşulması imkansızdır çünkü çocukluğunuzun kokusunu, ağacını, evini bulsanız bile öğrendikleriniz onları 3 yaşındayken algıladığınız gibi algılamanıza engel olur. O algılar çocukluğunuzla beraber sizi terk etmiştir. Bütün olmanın ne demek olduğunu bilirsiniz ama yapabileceğiniz tek şey o bütünlüğü, o asıllığı özlemektir. “Yalnızlık ömür boyu” diye bir şarkının olması tesadüf değil belki de. Bütün olmak adına yapabileceğiniz en işe yarar faaliyet çocukluğunuzdaki gibi hissetmeye, hatırlamaya çalışmaktır.  Çocukluğumuzla bağlantıya geçtiğimizde (geçebilirsek, öğrendiklerimiz buna mani olmazsa…ki tam olarak connect olmak elbette sözkonusu bile değil) hissettiğimiz şey tam olarak kendinizdir. Kendimizi bozulmamış, kopmamış, eksilmemiş, tastamam, orijinal olarak algılarız. Bu hissi tam olarak yakalama isteğimize, özlemimize yekpare yalnızlık diyorum. Kendimize olan hasretimizden başka bir şey değil yekpare yalnızlık.

Parçalı yalnızlık ise kaybettiğimiz bütünün yerine koymak istediğimiz bütünlere olan hasret. Ayrı düşülen sevgilinin yanında olma isteği gibi. Yanımızda olmasını istediğimiz kişi/kişiler yeni bir bütünlüğün parçası gibi hissetmemize yarıyor sadece.

Yekpare yalnızlıkta kişi kendisiyle olmaya, kendi olmaya, varlığını hissetmeye çabalar ve yanında hiç kimseyi istemez… Parçalı yalnızlıkta ise istediği kişilerin yanında olmasını ister. Bu şekilde bakarak ikisini çok kolay ayırt edebiliriz.

3 Kasım 2010 Çarşamba

BOZUK NOT-2

Her şey ne kadar "gibi" ve spekülatif. "Gibilik"ten bihaber mutlu böcekler kadar mutlu ya da maskeleriyle özdeşleşmiş yüzler kadar pişkin olabilmenin bedeli ağır ama o bedeli ödememenin bedeli daha da ağır.
Mastürbatif bir egoya sahip olamamanın bir suç olup olmadığı tartışılabilir ama suçsa da değilse de buna karşılık bir cezanın varlığı şüphesiz. Kifayetsiz muhterislerin belirlediği kurallar içinde mastürbasyon öğesi olarak kullanılmak zilleti ortak kader midir? Öyle sanırım.
Gerçeklik ve samimiyet beklentisi enflasyonu atalete yol açıyor. Ataletten kurtulmak için inanmaya (aptallığa) ihtiyaç var ve inancın sarsılması (aptallıkla yüzleşme) ataleti kesifleştiriyor. Meşum bir fasit daire bu...Peyniri bulabilmek için labirentte hiç durmadan (ve çok az düşünerek) yürüyen fareler gibiyiz, peynir de çürümüş üstelik ve aralıksız düşüyoruz.
Tamam mükemmellik şeytani ama sahtelik de ilahi değil ki! Ne boktan bir paradoks bu! Bana hep "neden bu kadar karamsarsın?" diye soruyorlar... Siz neden değilsiniz?

2 Kasım 2010 Salı

BOZUK NOT

İfratla tefrit kardeşmiş...Ayarsız zamanlar ayarsız bünyelerin baş müsebbibi hatta yaratıcısı...
"Yut kulum" konulu okuma parçası (canına okuma) göründüğünden ve sanıldığından çok daha girift. Ne boğazından daha geniş şeyleri yutabilirsin ne de hazmının imkansız olduğunu bildiğin şeyleri. Gönül elbette böyle olsun istemezdi ama kapasiten kadarsın işte.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...