28 Ocak 2018 Pazar

DENK

- Uyudun mu?
- Uyumak üzereydim, n'oldu?
- Kalksana biraz üzülelim.
- Neye?
- Muayyen bir sebebi olmak zorunda değil, öyle sebepsiz, genel.
- Muayyen kelimesinin sadece regl günleri için kullanıldığı bir ülkede sevgili diye seni bulmuş olmam... ne muhteşem!
- İltifat sende uzuv gibi, yarı uyanıkken bile kullanabiliyorsun.
- Yalansız olunca sebepsiz geliyor. Müzik mi dinledin sen? Ne dinledin?
- Bildiğin şeyler işte. Çok piyanolu şeyler.
- Derken hüzünlü dehlizlere fenersiz düştün di mi?
- Evet. Ben de yanına kaçtım işte.
- İyi ettin. Bana da biraz müzik ver o zaman.
- Susalım mı?
- Olur.

25 Ocak 2018 Perşembe

BENİM İÇİN NEYİN VAR?

Çok eski okuduğum bir şiir vardı, Kafkas Türkçesiyle yazılmıştı sanırım, çok aradım bulamadım Google’da, aklımda kaldığı kadarıyla şunları anlatıyordu:
Bir delikanlı soğuk bir kış günü hayvan otlatmaktan köyüne dönüyor, dönüş yolunda birileriyle karşılaşıyor ve her karşılaştığı ona bir şey soruyor. Kasap “bana ne zaman hayvan getireceksin?” diye soruyor, hayvan sahibi biri “güzel otladı mı hayvanlar” diyor. Nişanlısıyla karşılaşıyor, o da “bana ne getirdin?” diye soruyor, en son eve girmek üzereyken babası görüyor ve o da bir işi soruyor, “hallettin mi?” diye soruyor.
Eve girdikten sonra annesi görüyor çocuğu ve o da soruyor: aç mısın?

Şiiri bulabilseydim böyle uyduruk anlatmak zorunda kalmazdım ama eldeki imkanlar bu kadar maalesef. Şunları okuyan biri şiiri biliyor olsa da gönderse bana keşke.

Benim için neyin var?

Bütün ilişkiler hep bu soruya bağımlı hatta bu soru üzerine bina… maddi ya da manevi, benim için neyin var? Eğer sonrasında bana kaz vereceksen sana tavuk da veririm ama önce bana kazı göster, benim için neyin var?
Sadece annesi midir insana karşılığını aklına bile getirmeden bir şeyler veren ya da biraz daha genişletelim, sadece kan bağımız olanlar mıdır?

“Herkes benden parça istiyor” demişti birisi bana bir keresinde. Etkilenmiştim bu sözünden, ne zaman emanet ettiğim bir parçamın başına bir iş gelse, ne zaman bir parçam eksilse hep bu cümle geldi aklıma, hatta bakış açısı haline dönüştü. “Kanımı mı görmek istiyor acaba, bir parçamın peşinde mi?” soruları eşliğinde inceledim bazı kişileri-durumları, anlamaya çalıştım hep, benden ne istiyor?

Eski zaman, çok da eski değil, iki sene filan öncesi…birisi, kan bağım olmayan bir kız, bir anda gürültüyle ağlamaya başlamıştı. Ne olduğunu, neden ağladığını anlamamıştım, paniklemiştim. Sorduğumda da ağlamaktan söyleyememişti, ancak bir müddet sonra sakinleşince öğrenebilmiştim sebebini: ben o sıralarda kötü hissettiğim için ağlıyormuş.
Sadece benim içinmiş ağlaması!
Canımın çok sıkkın olmasının sebepleriyle kendisinin zerre alakası yoktu, tamamen onun dışında şeylerdi. Dahası benden zerre beklentisi yoktu, olamazdı da, öyleydi yani buna çok emindim. Sadece ve sadece canım sıkkın diye ağlamıştı, o kadar ki o anda belki teselli görmesi gereken ben iken teselli etmeye çalışmıştım telaşla.

Bu sahne hala aklıma bazen gelir ve ne zaman gelse yamulurum, çok derinimde güzel-minnetli şeyler hissederim. Şu anda da yamuldum.
Neden bu kadar güçlü bu sahne? Örneğine çok az rastlanır türden de ondan, çok perakende!
Perakende ama tek de değil tabi ki, saf bir minnetle yad ettiğim başka sahneler-insanlar da var ama o kadar azlar ki.
Çok seyrek görsem hatta hiç görmesem bile aklımdan çıkmaması gereken insanlar var, ne güzel.
Az olmaları şanssız filan olduğumdan değil, bilakis şanslıyım bu konuda ben. Kan bağına sahip olmadığım insanların içinde beni sadece ben olduğum için el üstünde tutan, benim için güzel bir şeyler yapmayı tasarlayan, buna çaba sarf eden insan sayısının ortalamanın üzerinde olduğunu biliyorum, şükranlar içindeyim onları bana gönderene… ama yine de sayılarının oran olarak ne kadar az olduğunun farkındayım.
İnsanoğlunun varsayılan ayarıdır bu, hep sorar: benim için neyin var?

Sadece iş ilişkileri değil, pek çok gönül ilişkisi bile bu soruyla kirlenmiştir.
Halis bir niyet şu dünyada en az bulunanlardandır.

Faust romanı bu fikirle son bulur, insan ancak başka insanların hayrı için çaba göstermeye “çok güzelsin gitme dur” diyebilir. Yunus Emre bu sebep-sonuç ilişkisini bir adım daha ileri götürür ve “severiz yaratılmışı Yaradan’dan ötürü” der.
Birine, birilerine, hem de hiç tanımadığı birilerine karşılık beklemeden bir şeyler vermekte çok zarif güzellikler saklıdır. Zor iştir, herkese göre değildir o zarif güzelliklerin ayrıdına varmak. Dünyaya yaşamak, hep yaşamak için geldiğini zanneden insanın en öz işi verirken bile karşılığında ne alacağını hesaplamaktır.
Çok az insanın nasibi vardır bu zarafetten.

İnsan bu hesaplama işinde o kadar ustadır ki “saf iyilik” görüntüsündeki faaliyetlerinde bile görünmez niyetler gizlidir. Nitekim kötülüklerin çoğu size hep “sizin iyiliğiniz için” yapılır. Kötülüğün çok maskesi vardır ama en sevdiği maske “iyilik maskesi”dir.

Sadaka taşı diye bir taş varmış, kutu gibi bir taş. Günümüzde kalmamış bunlardan, eğer doğru biliyorsam sadece Üsküdar’da kalmış son bir tane ama o da çalışmıyor tabi ki. Osmanlı döneminde çalışıyormuş ama.
Camilerin kuytu bir köşesine konurmuş bu taş, genelde gecenin tenha vakitlerinde hayır yapmak isteyen "gereğinden fazla paranın sahibi olduğunu düşünen kişiler" gidip bu taşın içine imkanları nispetinde para bırakırmış. Tenha vakitte bırakıyorlarmış çünkü kimse görsün istemiyorlarmış, gizli bir iş bu. İhtiyaç sahipleri de gidip diledikleri kadar alıyormuş yine gizlice.
İşin en güzel tarafı, taşın içinde her zaman para bulunuyormuş, yani hiçbir ihtiyaç sahibi gidip bütün parayı almıyormuş. "Taşı patlatmıyor"muş!
Böyle verenin-alanın birbirini görmediği, pasif agresif tatminlere tamamen kapalı ve açgözlülükten tamamen azade bir sistem işte sadaka taşı… muhteşem! Osmanlı bir zamanlar güçlüyse tam da bu sebepten güçlüydü.
Bu sistemin bugün işlemesi? İmkansız.

İşte gecenin bir vakti insanı gizlice bir cami köşesindeki bir sadaka taşına yürütüp parasının bir kısmını oraya bıraktıran güç…bahsettiğim zarafetlerle yüklü güzelliklerin gücüdür. Daha çok insan olmak için vazgeçer insan bir miktar parasından ve daha çok insan olmak çok güzel hissettiren bir şeydir.
Peki kim görür içindeki bu güzelliği? Hiç kimse, sadece kendisi bilir. Parayı bırakırken selfi çekmez, yayın yapmaz güzelliğin gerçek olanına talip olan gerçek insan.

Pek çok şeyin çok fazla olduğu, pek çok şeyin de çok az bulunduğu, bolluk ve kıtlığın bir arada yaşandığı tuhaf-boktan-mekanik yıllar içindeyiz. O kadar ki “gerçek güzellikler”i görerek öğrenmek imkanından hayli mahrumuz, ancak kitaplarda okuyabiliyoruz belki…
Bununla birlikte…insanın içinde…eğer öldürmediyse…kendisine gerçek güzelliklerin nasıl şeyler olduğunu tarif edebilecek nurlu bir kutu da mevcuttur, sorarsanız anlatır size…ama dedim ya, eğer öldürmediyseniz!

23 Ocak 2018 Salı

MELANKOMİK NOTLAR - 39

Whatsap'ta kendime mesaj atmanın mümkün olduğunu yeni öğrendim, artık not etmek istediğim şeyleri kendime mesaj olarak atarken Facebook'u değil de Whatsap'ı kullanıyorum, süper oldu bu. Yalnız ilginç bir şey var; beni bazen çevrimiçi göstermiyor da "en son şu vakitte görüldü" diye gösteriyor. Nerdeyim ki?
Kuyruğunu ısırmayı nihayet başarmış köpeğin durumu...gibi bir durum. Ama error veriyor kuyruğu ısırınca :)

Anlamadıklarıma ek:
Instagram'daki takipçilerimin yarısı ecnebi iken hikayeme bakanların neden % 95'i Türk?

"Ölümü gör bak"taki kasıt  söyleyen kişinin ölüsünün görülmesi midir yoksa "ölüm"ü gör, yani "ölüm ile karşılaş" mıdır? Tercihler bu farka göre ciddi değişiklikler arz edebilir de ondan sordum.

Test edildiğimi fark ettiğimde benden beklenenin tam tersini yapmak özel zevklerim arasında geliyor. Sen misin sınayan, inadına en düşük puanı alayım da gör...kafası.

Öğrenmem gerekenler: şovmenlik, politiklik

Sürekli hayırsız olanın peşinden koşarsan  hayırlısının olması gayet normal, ne şaşırıyorsun ki? :p

Kural: hiçbir soysuz, soysuzluğunu sergileme fırsatını ıskalamaz. Ama asalet sadece gerektiğinde belli edilen bir şey.

Sosyal medya hesaplarımdaki engellemeleri çözdüm, bir çeşit arınma gibi. Ama Instagram'dakiler çöz çöz bitmedi! Şu takip edip bırakanları engelliyordum bir aralar, bu yüzden oranın engelli listesi şişmiş de şişmiş, uğraşamadım artık bıraktım. Arınamıyorum!
Ne acayip ya bütün bu her şey! Evet.

Etkinliklerle ilgili basit ve işlevsel bir kriterim var: bir etkinlik o kadar zaman sigarasız kaldığına değmeli.
Bu hesapla en önemsediğim etkinlik oruç olmuş oluyor :)

Şöyle de tuhaf bir durum var ki; bir şeyden en çok bahsedenler o şeyin en nasipsizleri olabiliyor. Ahlakın öneminden bahsedenlerin ahlak fakiri olmaları, sürekli sevgiden bahsedenlerin güdük bir sevme kabiliyetine sahip oluşları yahut ona bile sahip olamayışları, dürüstlüğün öneminden en çok dem vuranların en yalancı olanlar olmaları vs. "Eksiğin lafla tamamlanması" diyorum buna ben ama yok yani, ondan da başka bişi bu.

İnsan bir kez soğuyunca bir daha üşümezmiş...Georg Buchner abi böyle buyurmuş.
Bir fotoğraf hocam vardı, çok sanatçı ve aşırı deli bir adamdı. Kendisi söylemişti, her akşam rakı içermiş ve yine her akşam rakı içmek için bir konsept sebebi olurmuş. O sebep de çok zaman tek bir fotoğraf olurmuş. İyi fotoğraf tarifi de bunun üzerindendi, iyi bir fotoğrafa bakarak bir gece rakı içilebilmeliymiş...öyle derdi. Bir gecelik meze olamıyorsa o fotoğraf yaramaz yani.
Alkol kültürüm yok, konsept sebep bilmem...ama olsaydı bir geceyi kesin şu söze ayırırdım. Ciğerimi yedin be adam, o nasıl güzel cümle?! Parça tesirli.


"Herkes" aslında "her kes" şeklinde ayrı yazılması gereken bir ifade. Kes, kimse demek, herkes de her kimse yani bütün insanlar manasına geliyor. "Bikes" var mesela bugün kullanılmayan, "kimsesiz" demek. "Kes" kelimesi kullanımdan düşünce "herkes" de ayrı ayrı manalı olamadığı için bitişik yazılıyor.
Dünyanın dönüşü tam da böyledir. Yanlış, doğru olur ve doğruluğu sorgulanmaz. “Herkes”in neden bitişik yazıldığını anlayan aynı anda başka pek çok şeyi anlar.

Aynı fotoğraf hocası (fotoğraf sanatçısı ve yönetmendi aslında) benim  direğin üzerine konan kuşlu fotoğrafımı çok beğenmişti (kolay beğenmezdi) ve şöyle demişti: direklerin üzerine konan kuşları kadınlara benzetiyorum.
Değişik benzetmeler konusunda ben de hiç fena değilimdir ama bunca yıl geçti, hala kuş-kadın bağlantısını kurabilmiş değilim, orijinal adamdı vesselam. Kafası her iki manada da güzeldi :)

18 Ocak 2018 Perşembe

HUZURSUZ

Huzur, oldukça olumlu çağrışımlı bir kelime olmakla birlikte aslında çok da iyi bir şey değildir, ataletin ifadesidir, dünyaya bulmak için geldiklerimizden değildir ama en çok aradığımızdır. O nasıl bir mükemmellikse artık o esnada duranların duruyor olmasından hoşnutuzdur ve biz de onlarla birlikte dururuz.
Mükemmel, öyle bulunabilen bir şey midir ki bulduk diye duralım di mi? Yanlış duruyoruzdur kesin, insana yakışan harekettir.

İnsana en yakışansa meraktır. Dünyada bulunma sebebimizdir, merak denen deniz suyundan içmek için geldik buraya. 
Merak derken rasyonel olanından bahsediyorum tabi ki, insana stalk yaptıranından değil... ki rasyonel olmayan meraklar tam tersi etkilidir, özsaygıya erozyondur.

Merakın etkin olduğu yerde huzur barınmaz.

Eski zaman...Allah'ım ne çok konuşurduk! Neler konuştuğumuz hatırımda değil ama çift başlı bir açıklamalar girdabı gibiydik, konuşmak da hazdı dinlemek de...daha doğrusu duymak hazdı.
Niyeyse aklımda yeğenini taklit ederkenki sesiyle kalmış, çocuğun ağzından onun sesiyle bir şeyler anlatıp, sonra da "salakkk!" diye bağırması... Sevgisini gösterme şekli böyleydi, bağırırdı.
Şimdi her şeyi unuttum, sadece çocuğun arkasından "salakkk" diye bağırması aklımda... bir de bana, hem de ben burnunun dibindeyken, cüssem itibariyle asla benzetilemeyeceğim sevimli bir hayvanın adıyla bağırarak seslenmesi.

Yanında uzun vakit geçirirseniz asla  kendiniz kalamayacağınız birinden bahsediyorum, yanındayken asla huzurlu hissedemeyeceğiniz birinden. Hiç bitmeyen zeka fazlası kaynaklı bir enerjiyle yaratılan aksiyonlar-reaksiyonlar silsilesinden bahsediyorum.

Huzuru en son ne zaman bulmuştum? Fikrim yok. Çok mu umrum? Hiç değil.
Aranmaya-bulunmaya-özlenmeye layık şeyler hep huzursuz edenlerdir.

11 Ocak 2018 Perşembe

OLMAYACAĞINI ANLAMAYI ANLAMAK

Çok eski zaman…benim vasıtamla tanışmış iki arkadaşımla birlikte gezip tozmuştuk  birkaç kez, zaman geçirmiştik. Baktım sonra bunlar sevgili olma yolunda, bodoslama girdim, “yanlış yoldasınız, uygun değilsiniz birbirinize, dönün bu yoldan, ben sizi arkadaş olasınız diye tanıştırmıştım” dedim direkt yüzlerine. Bozuldular tabi, gıcık da oldular bana, bu kadar açık konuşma özgürlüğünü bana bile uygun görmediler sanırım! Ama napiim yani ben de görev adamıyım!
Sonuç? Dinlemediler tabi beni.
Zaman beni haklı çıkardı, birkaç ay sonra erkek firar etti. “Ben demiştim” demedim tabi ki, tatsız durumlar vardı, haklı olmanın sırası değildi. Kızı teselli etme görevi de bana düştü, mübalağasız saatlerce ağladı, konuştu, “neden neden!” diye sordu sürekli. Omzumu verdim ben de, anlattım, dünyanın nasıl döndüğünü anlattım, kuralları ve kuralsızlığı anlattım, mantıklı şeyler filan söyledim ama hiçbir işe yaramadı çünkü malum “bu denli tutuşan ruhlara kılmaz çare su” 
Yine de saatlerce konuştuk, beyhude çaba işte, görev!
Ertesi gün erkek olanıyla buluştum, “neden firar ettin” diye sordum, kısa bir cevap verdi:
Olmayacağını anladım.
Bunun üzerine “başka sorum yok” dedim ben de. Hakikaten de konu değişti, başka şeyler konuştuk.
Birinin öngörümde haklı olduğumu anlamak için hasar alması gerekiyormuş, aldı. Sonra? Sonra bir şey yok, ben kızın yanındayken ötekinin adını anmamaya gayret ettim o kadar, kapandı gitti. Zaman her şeyi gömer.

Nedir bu olmayan, olmayacağı anlaşılan?

Geçen gün bir arkadaşımla sohbet ederken “değerinden eksiğine bozulmuş bir haz” şeklinde bir ifade kullandım, hazzı erteleyememe zaafından bahsediyordum, çocukluğun alametidir ya da aşırı aşkın. Konuşma öylece devam etti ama ben o ifadeye takılı kaldım, eski bir güzelliğe gizlice göz kırpmıştım, bi nevi saygı duruşu. Şiir beni anmış sanırım, kulağımı çınlatmış, çağırmış.

“yanılmış bir kapıyım simsiyah
kendi üstüme kapanıyorum”
Şeklindeki muhteşem dizelerle başlayan  Attila İlhan şiirinden bahsediyorum, adı “Yanlış yaşamak”tır. 
Açtım sonra okudum bi tekrar, daha doğrusu içinde gezindim şiirin, uçuşmalı bir gezinme oldu…
Inge Bruckhart için ağıttır şiir diye yazdığı.

..........
sen bir kadın ıssızlığına koşulmuş
yarıdan fazla mavi gözler
eylülden eylüle gülümseyen
ben görünmez raylara düğümlü
garlarda yankılanan bir erkek
değerinden eksiğine bozulmuş
ölüversek mi ne
en büyük yanlışlığı benimseyerek
gizli bir nem sinmemiş mi ellerine
ya saçların fena halde sonbahar
yanlışlar prensesi inge bruckhart
..........

Sonra işte aldı beni bir düşünce. Bunca eski sevgilinin ağıtını yazmış durmuş bu adam, neden hep bu olmamışlık, neden hep yanlış yaşamış durmuş? Sonu boşanmalı bir evlilik dışında neden kadrolu bir sevgiliye sahip olamamış? 
Şartlar? İmkansızlıklar? Şiirlerine bakarsanız öyle olduğunu ima ediyor ama bana kalırsa bizi manipüle ediyor, gerçek sebebi gizliyor. Dağları aşmamasının sebebi dağların çok yüksek-sarp olması değil dağın ardındakinin bir “peri suret”ten ibaret olduğunu anlamış olmasıdır.
İtikadımca gerçek sebep hep olmayacağını anlamış olmasıdır.

Nedir bu olmayacağını anlamak, olmayan ne?
Bir su bardağının bir sürahideki suyun tamamını almasının mümkün olmadığını anlamaktır, içindekilerin karşılığının karşındakinde olamayacağını anlamaktır. Cd-romu olmayan bir bilgisayara cd takılamayacağının idrakine varmaktır.
Bir “az sevilmek” filan değildir asla, o kişi “o” değildir işte ve olamayacaktır da. (Ekmek hamurundan pasta olmaz, bardak da sürahiden hep küçüktür)
E neden arkasından ağıtlar dizip duruyor o zaman?
Ağıtları O’na dizmiyor, bir zamanki hislerine diziyor. Kendisini “tastamam bir yaşama hali”nde hissettiren o yoğun erime arzusuna diziyor ağıtları. Maşuk yok, aşk var sadece… hesabı. “Vardı” daha doğrusu.

Böyle bir maceradan sonra gerçek sebepleri layıkıyla tahlil edememenin sebebi bahsettiğim anlamanın bilinçte değil de bilinç dışında gerçekleşmiş olmasıdır. İnsanın içindeki Ağır Abi (bilinç dışı yani, doğrudan erişimimiz olmayan bir Ağır Abi) olmayacağını anlayınca yukarıya ne yapması gerektiğini fısıldar, fısıldamak ne kelime, doğrudan talimat verir. Yukarısı da (bilinç yani) istemeye istemeye uygular emri.
Emir iki farklı metoddan biriyle uygulanır: 
1- Terk etmek,
2- Terk edilmeyi sağlamak.

Eğer bünyenin yürüyüp gidebileceği bir çift ayağı var ise iş uzatılmaz, doğrudan firar edilir, bunu anlaması zor değil.
Tuhaf olan ikinci yöntem!

Eğer bir çift ayak yok ise, aşk ayakları yok etmişse... ikinci yöntem uygulanır. 
İşte o zaman Ağır Abi dolaylı bir yola başvurur, bilince saçma sapan şeyler yaptırarak-söyleterek karşı tarafın terk etmesini sağlar. “Sen gidemezsin, onu gönder” gibisinden bir talimat!
Yani şu ikinci yöntemin sayısız örneği vardır, sayısız aşık göz göre göre saçma sapan şeyler söylediği-yaptığı için kendini terk ettirmiştir, resmen kendi elleriyle bozmuştur “gül gibi” işini.
Sorun da orada zaten, gül gibi değil o iş, sen bilmiyorsun ama içindeki Ağır Abi farkında, o gerekeni yapar, sen sadece uygulayacaksın.
İşte asıl güzel şiirler hep böyle doğmuştur.
Rilke’nin çok aşık olduğu bir kadın varmış. Kadınla birlikte iken Rilke acayip mutlu... Yalnız dengesiz ve kaotik bir ilişki (taraflardan biri Rilke yani, normal) olduğu için sürekli ayrılıp barışıyorlar. Her ayrılığın akabinde de acının etkisiyle Rilke şiirler döktürüyor, kadın onu her terk ettiğinde Rilke, Rilke'leşiyor, büyük şair böyle doğuyor. 
Kadının en son ve kesin terk sebebi biraz iç burkucu yalnız…şiir yazabilsin diye terk ediyor, Alman Edebiyatı Rilke’den mahrum kalmasın diye terk ediyor!
Rilke kadınla beraberken hiç “güzel şiir” yazmıyormuş…

Böyle tuhaf ve sofistike bir çalışma mekanizması var işte acı üretiminin. Büyük şairler şiir yazabilmek için gerekli acıyı temin edebilmek adına aşık olup durmuş sanki…gibi bir hal.
Aslında amaç şiir yazmak değil, şiir sadece hasılat, amaç başka ve burası çok karışık! Zaten bu karışık şeyi söyleyebilmek için yazdım şu kadar şeyi, şimdiye kadarki yazdıklarım hep girişti.

Ayn Rand, Hayatın Kaynağı romanının sonunda insanları ikiye ayırır: gerçek bir ruha sahip olanlar ve elden düşme ruh kullananlar.
Bu ayrımı tam olarak anlamak için romanı okumak lazım elbette de okumamışlar için dilim döndüğünce bu ikisinin farkını tabloyla açıklamaya çalışayım:


GERÇEK BİR RUHA SAHİP OLANLAR ELDEN DÜŞME RUH KULLANANLAR
Dünyaya tekamül için yollanmışlardır Dünyaya kaynakları tüketmek için gelmişlerdir
Gözü mazruftadır Gözü zarftadır
Samimi ve orijinaldir Riyakar ve taklitçidir
Kaybetmekteki kazancı bilir Kazanma odaklıdır
İç istifçidir Dış istifçidir
Varoluşsal hasret acısı çeker Sahip olamamanın acısını çeker
Yöntem gözetir Yöntem gözetmez
Empati ehlidir Empati fakiridir
Anlamaya odaklıdır Ezberler
İcat eder, üretir Ele geçirir, kullanır, tüketir
Aklın kalp için olduğunu düşünür Sadece zekayı önemser
Aptallığa hakkını veren keskin bir zekası vardır Lüzumsuzca uyanıktır ve bunu zeka zanneder
Bu maddeleri okursa ilk kendine uygular Kendisi hariç herkese uygular
Gerçek bir ruha sahip olup olmadığına dair şüphe içinde geçer ömrü Gerçek bir ruha sahip olduğundan şüphesi yoktur

Elden düşme ruh kullananlar konumuz bile değil.... 
Gerçek ruh sahibi insanlarsa içlerindeki yoğun ve incelikli şeylerin öyle herhangi birine sarf edilemeyecek kadar değerli olduğunun farkındadır...o herhangi birine aşık olsalar bile!
Bilinçleri vuslat arzular ama içlerindeki Ağır Abi o incelikli şeyleri “değerinden eksiğe bozdurmaya” hiç de hevesli değildir. Bu hevessizlikle çomak sokar işe, sabote eder…ve acıya kavuşulur.
Acı, cennete ve/veya ana rahmine (ikisi de aynı etki, yazmıştım daha önce) duyulan hasretin ifadesinden başka bir şey değil. O hasretteki azalma da insan olmayı kısmen de olsa yitirmek demek, daha az insan olmak demek. İşte buna tahammülü yok Ağır Abi’nin çünkü insanın varoluş sebebine ihanettir bu.
Ağır Abi bu dünyada bulunma sebebinin tekamül olduğunu da bilir, acıdan azade olmanın o tekamülden geri kalmak manasına geldiğini de bilir.
Tekamül arabaysa acı benzindir, benzinsiz olmaz. Ağır Abi bunu bilir, o her şeyi bilir zaten, öğrenime gerek duymadan bilmek en öz işidir.
Şu Rilke'yi acılara gark eden, Alman Edebiyatı'na karşı duyduğu sorumlulukla hareket eden...şu yüksek sorumluluk sahibi şu vicdansız kadın var ya...Ağır Abi o kadından daha fazla sorumluluk sahibi ve vicdansızdır.
Bu hesapla Rilke'yi duble Ağır Abi'ye sahipmiş gibi düşünebiliriz. İlki kadının kendisini terk etmesi için Rilke'yi abuk subuk davranmaya iten içindeki Ağır Abi, öteki kadının kendisi. Büyük şair olmasın da ne yapsın zavallı?


Azade ser olurdum asib-i derd ü gamdan,
Ya dehre gelmeseydim, ya aklım olmasaydı.
Ziya Paşa
(Dert-gam çekme belasından kurtulmuş olurdum, ya dünyaya gelmeseydim ya da aklım olmasaydı)

Hamdım, piştim, yandım. 
Büyük şairler şiir yazmak için gelmişler dünyaya…yani tekamül için…yani acı çekmek için. O mendebur Ağır Abi’nin insanı sürekli olmaz işlerin içine atıp sonunda acıya gark etmesinin sebebi tam da budur.

Asıl her şey öldükten sonra başlayacak. O tekamül boşuna değil, bir amacı var, şu dünya soyunma odasından fazlası değildir.

Sonradan ek: Mungan'ın şu dizeleri benim uzun uzun anlattığım şeylerin çok kısa özetidir, yazıya eklememiş olmam eksiklik:

Aslında giden değil,
Kalandır terk eden.
Giden de

Bu yüzden gitmiştir zaten.

6 Ocak 2018 Cumartesi

VINCENT VAN GOGH

Bir önceki yazıda Loving Vincent’ten beklentimin yüksek olduğunu, hayal kırıklığına uğramamayı umduğumu yazmıştım…bugün ikinciye gideceğim!
Hayal kırıklığı filan yok yani, bilakis yüksek bir doyum var, sinemada izlenmesi önem arz eden bir yapım olduğu için bu hazzı ikinciye tadacağım bugün. Filme dair hissiyatımı önceki yazıya “sonradan not” olarak eklemeyi düşündüm ama ağzımda Vang Gogh’a dair cümleler de olduğu için yekpare bir yazı daha mantıklı geldi.

Van Gogh’a merakım yeni değil, hikayesi çok ilginç olduğu için hayatına dair ordan burdan bir şeyler okumuşluğum vardı. Şöyle bir film var 1956 yapımı:
Van Gogh’u Kirk Douglas’ın, Gauguin’i de Anthony Quinn’in oynuyor olması filme dair fikir verir herhalde! Tamamen biyografik bir film, doğumuyla başlayıp ölümüyle bitiyor, fikir edinmek için gayet faideli.
Kardeşi Theo’ya yazdığı mektupların derlenmesiyle oluşturulmuş “Theo’ya mektuplar” diye bir kitap da var. (Çok yazmış kardeşine)

Tersten başlayayım, kimdir bu Van Gogh?
Modern sanatın kurucularından biri olarak görülüyor, çok mühim bir adam.
Resim yapmaya 30 yaşında filan başlamış, 37 yaşında da intihar etmiş…bu kısa süre içinde kurmuş modern sanatı! Bu kısa sürenin de sadece 1-2 yılı çok verimli,  toplamda 800 civarında resim üretmiş.
Kardeşi Theo, Paris’te bir sanat galerisinin müdürü…yani resimlerinin pazarlanması bakımından oldukça şanslı Van Gogh, nitekim kardeşi ensesi kalın sanat sever Paris sosyetesine abisinin resimlerini pazarlamış hayli… o zengin abiler de resimler için güzel şeyler söylemişler, “ilginç” filan da demişler ama bir resmi hariç hiçbir resmi satın alınıp bir evin duvarına asılmaya layık görülmemiş. O satılan da 400 franka gitmiş, para bile değil yani!
Hayattaki tek şansı kardeşi Theo imiş, hayat bir tek oradan gülmüş ona.
Bütün ömrü sefalet içinde geçmiş. Resim satamamış, para kazanamamış, başka bir işte de çalışmamış, tek sponsoru kardeşi imiş, boya-kağıt-fırça masrafını ve geçimini o karşılamış…maddi manevi çöküntüler içinde son bulmuş Vincent’in hayatı, daha doğrusu son vermiş.
Öldükten çok kısa bir süre sonra da izlenimci ressamların idolü olmuş, yere göğe koyamamışlar ürettiği eserleri, ilham üstüne ilham almışlar kendisinden.
Yani yaşarken yüzüne bakmayan dünya ölüsüne altından taçlar giydirmiş.

Van Gogh’un hayatını tek bir kelimeyle özetlemek mümkün: zillet.
Bütün ömrü kabul görme arzusu ve telaşıyla geçmiş ama istisnasız bütün kapılar yüzüne kapanmış.
İlk golü annesi ve babasından yiyor. Tam bir istenmeyen çocuk. Onların istediği gibi bir evlat olmak için çok çabalıyor ama olamıyor bir türlü, ilgi, sevgi, destek… hiçbiri yok, kendisini değersiz, önemsiz, başarısız hissetmesi için elden gelen yapılıyor.
Çok fena aşık oluyor, reddediliyor. Papaz olmak istiyor, reddediliyor. Vaiz olmayı başarıyor ancak ondan da kısa süre sonra atılıyor. Arkadaşlıklar kurmak istiyor, hakir görülüyor, itiliyor.
İnsanlara yakın olmak istiyor işte, kendini göstermek istiyor ama bir türlü kabul görmüyor. Resme başladıktan sonra resimleri satılmayınca kardeşi daha satılabilir şeyler çizmesini istiyor, o da çiziyor (bunların en ünlüsü: Patates Yiyenler) ama yine satılmıyor! Paris’in sanat çevrelerine dahil olamıyor, kabul etmiyor onu Paris.
Renkler onu coşturuyor hatta delirtiyor, renklerde gördükleri içine sığmıyor, anlattıkça anlatmak istiyor ama kimse dinlemiyor.
Olmuyor yani işte, ne yapsa olmuyor. İçini döküyor dünyaya ama dünya onu kabul etmiyor. Dünya ona gözlerini kapatmış, görmüyor.
Bu kabulsüzlük ikliminde iç buhranlar, hezeyanlar ve çıldırmak en öz kaderi oluyor tabi Van Gogh’un, içine bir türlü sığmayanların yarattığı basınçla ısrarlı bir yok sayılmanın ürettiği hayal kırıklığının arasında perişan oluyor. Kulağını neden kesti? Neden kesmesin ki?..
Böyle bir onaylı veri var mı bilmiyorum ama hallerinde yoğun bir bipolar etkiyi gözlemlemek de mümkün, ben öyle gözlemledim en azından. O 1956 yapımı filmde manik moddayken renklere yakalandığı sahneler de müthişti.

“Sanatımla insanlara dokunmak istiyorum. Desinler ki; ne kadar derin, ne kadar hassas hissediyor.”
Yazmış…bütün ömrü de bu bir türlü yerine gelmeyen isteğinin ifadesinden ibaret. Görmüşler sonunda görmüşler ama…o, gördüklerini görememiş. Çok yüksek hüzün arz eden bir hayattır onunkisi.
“İster yağmur yağsın, isterse dolu,
Nidem ben ummana daldıktan sonra” di mi?

Aklıma üşüşen çok fazla şey var ancak yazının lüzumsuzca uzamasını istemiyorum. Van Gogh’un hikayesinde insanın dünya üzerindeki macerasını anlamaya dair yoğun ipuçları mevcut, ona bakıp pek çok şeyi anlamak mümkün.

Filmden de bahsedeyim.
Bu bir film değil. Animasyon da değil. Bu bir: şey.
Üstada saygı mahiyetinde  yapıldığını düşünüyorsunuz ilk ama ortaya çıkan şey de bir başyapıt yani, çok net.
100 küsur ressamın 6 yıl çalışarak ürettiği 60 küsur bin resmin bir araya getirilmesiyle oluşmuş film.
Normal bir videoda 1 saniyede 24 fotoğraf karesi akar. (Frame) İnsan gözü saniyede 18 kareden sonrasını ayıramaz, görüntüyü akıyormuş gibi görmemizin sebebi bu yanılsamadır, 24’ün 18’den büyük olmasıdır, 18’den düşük olursa görüntünün tek tek fotoğraflardan oluştuğunu seçebiliyoruz yani.
Filmde saniyede 12 görüntü kullanılmış. O sebepten tam bir akma söz konusu değil  ama resimlere hakkını vermek bakımından frame sayısının 18’den düşük tutulması son derece mantıklı.
Görüntü dediğim de çizilmiş resim, filmin her bir saniyesi için 12 resim çizilmiş yani, film de 95 dakika, toplam resim sayısını ordan hesaplayın artık.
Resimleri çizmeden önce oyunculara oynatmışlar sahneyi, önce filmini çekmişler yani, her karakteri oynayan bir oyuncu var. Resimler sonra çizilmiş.
Bu özelliği ile film, türünün tek örneği, daha önce böyle bir şey yapılmamış. Kategorisinde tek başına durduğu için “şey” dedim ben de.
Sahneleri de Van Gogh’un resimlerine bakarak kurgulamışlar. Yani resimlerine aşina iseniz filmde gördüklerinizi daha önceden tanıyor oluyorsunuz.
Seslendirmeler tek kelimeyle süper, ortada dönen şey resimler olduğu için ve bu resimler Van Gogh tarzı resimler (realist olmayan) olduğu için yüz ifadelerinden yüksek bir duygu aktarımı beklemek yersiz ancak seslendirmedeki yüksek başarı sahnenin duygusunu vermede bu açığı kapatmış.
Müziğe çok bayılmıştım, tesadüf değilmiş bu bayılma çünkü Clint Mansell (hastasıyım) yapmış müzikleri. Müzikler sadece güzel değil filme çok da uygun aynı zamanda.
Böyle bir filmden senaryo adına çok fazla şey beklenmez aslında ama senaryo da çok sağlam. Vincent öldükten bir sene sonrasını anlatıyor, flashback’lerle Vincent de gösteriliyor. Kurgusu, anlatımı vs çok şık.

Yani daha ne olsun? Çıkar çıkmaz dvd’sini de alırım ben bunun, bende muhakkak bulunmalı ama…sinemada izlemek lazım bunu, koltuğa iyice gömülüp görüntülerin arasında erimek lazım.
Yalnız  film esnasında patlak mısır yiyen birileri olursa onları sessizleştirebilmek için yanınızda dolu bir tabanca götürmeyi de ihmal etmeyin, kimse bu hazla aranıza girmemeli. :)

4 Ocak 2018 Perşembe

MELANKOMİK NOTLAR - 38

Bana diyor ki: kuzeydoğu yönünde ilerle!
Ulan kuzeydoğuyu bulup arabanın burnunu o tarafa çevirecek kapasite bende olsa senle ne işim olur ki?
Sevilmiyorsun navigatör kadın!

Kimseyi kendisinden kurtaramazsın… demiş biri, güzel demiş, amenna.

Kitaplarım da filmlerim gibi bir Excel dosyasında listeli. Uzun zamandır yapmamıştım, geçen yoklama yaptım, bir sürüsü yok! Malum hikaye, veriyorsun birine okusun diye, geri gelmiyor, kime verdiğin de artık aklında değil.
Canımı yakan mülkiyet aşkı değil asla ancak şöyle bir durum var; o kayıp kitaplar hep çok sevdiklerim. Zaten çok sevmesen birine tavsiye etmezsin, vermezsin, eksilenlerin hep sevdiklerin olması çok mantıklı da… ama bu haksızlık yani!
Kaç kez “artık kimseye kitap vermicem” diye söz vermişimdir kendime bilmiyorum, o sözü tutabilir hale gelmeyi umuyorum.

İnancım o ki insanın son anda ıskaladığı belalar için etmesi gereken şükür, ele geçirdiği nimetlere etmesi gereken şükürden daha fazladır. Genel konuşmayayım tabi de…bana öyle geliyor.
Yani; aksiyonun da hayırlısı.

Hollywood hastalığı diye bir şey var. Bazen çok orijinal ve güzel bir şey buluyorlar ama o güzelliği Hollywood şablonlarına ve klişelerine bulamaktan alıkoyamıyorlar kendilerini. Güvenlik hissiyle yapıyorlar bunu sanırım ancak ortaya çıkan şey üzerine yer yer ketçap dökülmüş tatlı gibi bir şey oluyor. Yazık yani.
Bu tatlı üzerine ketçap işinin tersi var bir de.
Son dönemlerde pıtrak gibi pırtlayan tek filmlik Türk yönetmenleri tatlı mı tuzlu mu belirsiz saçma sapan filmler üretiyor, tek seferde turnayı gözünden vurmak için benzersiz bir "ilk film"e imza atmak şeklinde bir motivasyonları var, bu yüzden şablon kullanmıyorlar. Çok büyük cesaret gerektiren bir şeydir bu, kendilerinden çok daha yetkin Hollywood leşkerleri bile şablonun güvenlik şemsiyesinden vazgeçemiyorken bunlarınki nasıl bir deli cesaretidir?! Sonuç fena oluyor tabi, iddialarının altında kalıyorlar. Bizim de vaktimizi yakıyorlar beyhude yere :p

Loving Vincent’i izleyeceğim bu akşam, umarım sükut-u hayale uğramam, beklenti çok yüksek. Uzun zamandır da ilk defa sinemaya gitmiş olacağım, pörtlek mısır da alalım bari. (Şaka şaka, film esnası ağız hışırtısı çok kötü bişidir, siz de yemeyin)

Lüzumsuz insanlar sümük gibidir, sümkür gitsin :p

Twitter’ı müzik hatırlatıcısı olarak kullanıyorum, Facebook zaten daimi lunaparkım da bu Instagram ne ayak ki? Periyodik olarak fotoğraf yüklemek, takip ettiklerimin fotolarına like atmak sanki vazifemmiş gibi bir durum… yüklediğim fotoların da hepsi benim bebeem gibi filan! Manalı gelmiyor artık ama açıp bakmadan da edemiyorum, böyle yarı paralize bir hal. Resmen yönetiliyorum/yönetiliyoruz.
Öteki manasız uygulama da Kelimelik. Sürekli aynı harften 2-3 tane veriyor, hiç sesli vermiyor, bir bahtsızlık bir bahtsızlık, ifrit ediyor beni ama hala nedense oynamaktan geri duramıyorum.

Bu arada dünyadaki en yaygın lisan: manasızca.
Bu dile bigane kalma şansım varmış gibi şikayetleniyorum. Laf işte benimki de.

Ya tabi yiyin çok lazımsa da film başlamadan mısırla işiniz bitmiş olsun lütfen :)

3 Ocak 2018 Çarşamba

YUNUS

Yunus... bir Bora Ayanoğlu bestesi.
Böyle adıyla söyleyince bilinmeyebilir ama ezgiyi bilmeyen Türk yok gibidir.
"Çöpçüler Kralı'nın müziği" de diyebiliriz çünkü ilk defa o filmde kullanılmıştır (1978) ancak Ayanoğlu'nun bu parçayı bir film için yazdığını düşünmüyorum. (Yanılıyor da olabilirim tabi) Ama şu var ki bu besteyi nasıl bir kafayla ve ne için yaptığını hep merak etmişimdir.

Daha sonra 1000 tane filmde filan kullanıldı, Yedi Karanfil serisinde aranje haliyle arz-ı endam eyledi, biri üzerine söz yazıp söyledi...sonra ne zaman televizyonlarda hüzünlü-nostaljik bişiler anlatılsa fon müziği olarak hep bu seçildi, aksi gibi de hep Yedi Karanfil'deki haliyle niyeyse! Yani dibini sıyırdılar ezginin, sömürülmedik tarafı kalmadı ancak... yine de insanı heder edebilme marifetine halel gelemedi! 
Bir nevi "yoksul ahı, dul hıçkırığı"dır, sırasında her ne hüzün lazım ise tam da odur, tahrip gücü fena yüksektir.

İddiam odur ki; bu ezgi bu haliyle acıyı sıla eylemiş bir kuşağın bilinç altına serili kilimdir... bütün bir kuşağın  dünyaya yamuk bakmasının müsebbibidir. Filmin çekildiği yıl sağ-sol olaylarının tam hız devam ettiği bir yıl, iki sene sonrası zaten darbe, acılar acılar...ve fonda hep bu ezgi.
Lüzumundan fazla Türk bir ezgi!

İnternette hep Yedi Karanfil versiyonu var ki orijinalinin yanından bile geçemez o versiyon, orijinal hali de bulunsun bari.
Bu burda dursun.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...