Bir önceki yazıda Loving Vincent’ten beklentimin yüksek
olduğunu, hayal kırıklığına uğramamayı umduğumu yazmıştım…bugün ikinciye gideceğim!
Hayal kırıklığı filan yok yani, bilakis yüksek bir doyum
var, sinemada izlenmesi önem arz eden bir yapım olduğu için bu hazzı ikinciye
tadacağım bugün. Filme dair hissiyatımı önceki yazıya “sonradan not” olarak
eklemeyi düşündüm ama ağzımda Vang Gogh’a dair cümleler de olduğu için yekpare
bir yazı daha mantıklı geldi.
Van Gogh’a merakım yeni değil, hikayesi çok ilginç olduğu
için hayatına dair ordan burdan bir şeyler okumuşluğum vardı. Şöyle bir film
var 1956 yapımı:
Van Gogh’u Kirk Douglas’ın, Gauguin’i de Anthony Quinn’in
oynuyor olması filme dair fikir verir herhalde! Tamamen biyografik bir film,
doğumuyla başlayıp ölümüyle bitiyor, fikir edinmek için gayet faideli.
Kardeşi Theo’ya yazdığı mektupların derlenmesiyle
oluşturulmuş “Theo’ya mektuplar” diye bir kitap da var. (Çok yazmış kardeşine)
Tersten başlayayım, kimdir bu Van Gogh?
Modern sanatın kurucularından biri olarak görülüyor, çok
mühim bir adam.
Resim yapmaya 30 yaşında filan başlamış, 37 yaşında da
intihar etmiş…bu kısa süre içinde kurmuş modern sanatı! Bu kısa sürenin de sadece
1-2 yılı çok verimli, toplamda 800
civarında resim üretmiş.
Kardeşi Theo, Paris’te bir sanat galerisinin müdürü…yani resimlerinin
pazarlanması bakımından oldukça şanslı Van Gogh, nitekim kardeşi ensesi kalın
sanat sever Paris sosyetesine abisinin resimlerini pazarlamış hayli… o zengin
abiler de resimler için güzel şeyler söylemişler, “ilginç” filan da demişler ama
bir resmi hariç hiçbir resmi satın alınıp bir evin duvarına asılmaya layık
görülmemiş. O satılan da 400 franka gitmiş, para bile değil yani!
Hayattaki tek şansı kardeşi Theo imiş, hayat bir tek
oradan gülmüş ona.
Bütün ömrü sefalet içinde geçmiş. Resim satamamış, para
kazanamamış, başka bir işte de çalışmamış, tek sponsoru kardeşi imiş,
boya-kağıt-fırça masrafını ve geçimini o karşılamış…maddi manevi çöküntüler
içinde son bulmuş Vincent’in hayatı, daha doğrusu son vermiş.
Öldükten çok kısa bir süre sonra da izlenimci ressamların
idolü olmuş, yere göğe koyamamışlar ürettiği eserleri, ilham üstüne ilham
almışlar kendisinden.
Yani yaşarken yüzüne bakmayan dünya ölüsüne altından
taçlar giydirmiş.
Van Gogh’un hayatını tek bir kelimeyle özetlemek mümkün:
zillet.
Bütün ömrü kabul görme arzusu ve telaşıyla geçmiş ama istisnasız bütün kapılar yüzüne kapanmış.
İlk golü annesi ve babasından yiyor. Tam bir istenmeyen
çocuk. Onların istediği gibi bir evlat olmak için çok çabalıyor ama olamıyor
bir türlü, ilgi, sevgi, destek… hiçbiri yok, kendisini değersiz, önemsiz,
başarısız hissetmesi için elden gelen yapılıyor.
Çok fena aşık oluyor, reddediliyor. Papaz olmak istiyor,
reddediliyor. Vaiz olmayı başarıyor ancak ondan da kısa süre sonra atılıyor.
Arkadaşlıklar kurmak istiyor, hakir görülüyor, itiliyor.
İnsanlara yakın olmak istiyor işte, kendini göstermek
istiyor ama bir türlü kabul görmüyor. Resme başladıktan sonra resimleri
satılmayınca kardeşi daha satılabilir şeyler çizmesini istiyor, o da çiziyor
(bunların en ünlüsü: Patates Yiyenler) ama yine satılmıyor! Paris’in sanat
çevrelerine dahil olamıyor, kabul etmiyor onu Paris.
Renkler onu coşturuyor hatta delirtiyor, renklerde
gördükleri içine sığmıyor, anlattıkça anlatmak istiyor ama kimse dinlemiyor.
Olmuyor yani işte, ne yapsa olmuyor. İçini döküyor
dünyaya ama dünya onu kabul etmiyor. Dünya ona gözlerini
kapatmış, görmüyor.
Bu kabulsüzlük ikliminde iç buhranlar, hezeyanlar ve
çıldırmak en öz kaderi oluyor tabi Van Gogh’un, içine bir türlü sığmayanların
yarattığı basınçla ısrarlı bir yok sayılmanın ürettiği hayal kırıklığının
arasında perişan oluyor. Kulağını neden kesti? Neden kesmesin ki?..
Böyle bir onaylı veri var mı bilmiyorum ama hallerinde
yoğun bir bipolar etkiyi gözlemlemek de mümkün, ben öyle gözlemledim en azından. O
1956 yapımı filmde manik moddayken renklere yakalandığı sahneler de müthişti.
“Sanatımla insanlara dokunmak istiyorum. Desinler ki; ne
kadar derin, ne kadar hassas hissediyor.”
Yazmış…bütün ömrü de bu bir türlü yerine gelmeyen
isteğinin ifadesinden ibaret. Görmüşler sonunda görmüşler ama…o, gördüklerini
görememiş. Çok yüksek hüzün arz eden bir hayattır onunkisi.
“İster yağmur yağsın, isterse dolu,
Nidem ben ummana daldıktan sonra” di mi?
Aklıma üşüşen çok fazla şey var ancak yazının lüzumsuzca
uzamasını istemiyorum. Van Gogh’un hikayesinde insanın dünya üzerindeki
macerasını anlamaya dair yoğun ipuçları mevcut, ona bakıp pek çok şeyi anlamak
mümkün.
Filmden de bahsedeyim.
Bu bir film değil. Animasyon da değil. Bu bir: şey.
Üstada saygı mahiyetinde yapıldığını düşünüyorsunuz ilk ama ortaya çıkan
şey de bir başyapıt yani, çok net.
100 küsur ressamın 6 yıl çalışarak ürettiği 60 küsur bin
resmin bir araya getirilmesiyle oluşmuş film.
Normal bir videoda 1 saniyede 24 fotoğraf karesi akar.
(Frame) İnsan gözü saniyede 18 kareden sonrasını ayıramaz, görüntüyü akıyormuş
gibi görmemizin sebebi bu yanılsamadır, 24’ün 18’den büyük olmasıdır, 18’den
düşük olursa görüntünün tek tek fotoğraflardan oluştuğunu seçebiliyoruz yani.
Filmde saniyede 12 görüntü kullanılmış. O sebepten tam
bir akma söz konusu değil ama resimlere hakkını vermek bakımından frame
sayısının 18’den düşük tutulması son derece mantıklı.
Görüntü dediğim de çizilmiş resim, filmin her bir
saniyesi için 12 resim çizilmiş yani, film de 95 dakika, toplam resim sayısını
ordan hesaplayın artık.
Resimleri çizmeden önce oyunculara oynatmışlar sahneyi, önce
filmini çekmişler yani, her karakteri oynayan bir oyuncu var. Resimler sonra
çizilmiş.
Bu özelliği ile film, türünün tek örneği, daha önce böyle
bir şey yapılmamış. Kategorisinde tek başına durduğu için “şey”
dedim ben de.
Sahneleri de Van Gogh’un resimlerine bakarak kurgulamışlar.
Yani resimlerine aşina iseniz filmde gördüklerinizi daha önceden tanıyor
oluyorsunuz.
Seslendirmeler tek kelimeyle süper, ortada dönen şey
resimler olduğu için ve bu resimler Van Gogh tarzı resimler (realist olmayan)
olduğu için yüz ifadelerinden yüksek bir duygu aktarımı beklemek yersiz ancak
seslendirmedeki yüksek başarı sahnenin duygusunu vermede bu açığı kapatmış.
Müziğe çok bayılmıştım, tesadüf değilmiş bu bayılma çünkü
Clint Mansell (hastasıyım) yapmış müzikleri. Müzikler sadece güzel değil filme çok
da uygun aynı zamanda.
Böyle bir filmden senaryo adına çok fazla şey beklenmez
aslında ama senaryo da çok sağlam. Vincent öldükten bir sene sonrasını
anlatıyor, flashback’lerle Vincent de gösteriliyor. Kurgusu, anlatımı vs çok
şık.
Yani daha ne olsun? Çıkar çıkmaz dvd’sini de alırım ben bunun,
bende muhakkak bulunmalı ama…sinemada izlemek lazım bunu, koltuğa iyice gömülüp
görüntülerin arasında erimek lazım.
Yalnız film
esnasında patlak mısır yiyen birileri olursa onları sessizleştirebilmek için
yanınızda dolu bir tabanca götürmeyi de ihmal etmeyin, kimse bu hazla aranıza
girmemeli. :)
Dün izledim. Çok beğendim. Göz pek çok detayı tek seferde kaçırıyor, o yüzden filmin verdiğini tek seferde almak mümkün değil. Serar..
YanıtlaSil"Vincent" deyince dururum, o an' ı da durdururum. Hayatına ve eserlerine lisedeyken vakıf olmuştum. Sonrasında onun için bestelenmiş bir eseri kulaklarımdan hiç silmedim. (dinlemek isterseniz; https://www.youtube.com/watch?v=oxHnRfhDmrk)
YanıtlaSilVe nihayetinde İstanbul Modern' deki o muhteşem sergi ! İki kez gittim, doyamadım. Eserlerin orijinali gelmemişti sonuçta sergiye ama daha anlamlı bir şeydi yaşadığım orda. Karanlığın, onun fırçasından çıkan renklerle bezenmesi, ayçiçeklerin, tarladan kaçırttığı kargaların, masmavi gökyüzünün, dışarıya bir iki masa çıkarmış kafenin içinde olmak, onlarla bir olmak, o renk olmak (benim için) bambaşka bir deneyimdi. "Resimlerimin satmadığı gerçeğini değiştiremem. Ama insanların resimlerimin, üzerinde kullanılan boyanın ederinden daha değerli olduğunu anlayacağı günler gelecek." demiş Vincent. Şimdi yaşamış olsaydı, kaderi değişir miydi bilmiyorum, ancak bipoların onu sanatında zenginleştirdiğini düşünüyorum kendimce. Ruhu şad olsun, bahsettiğiniz filmi seyredeceğim. Elinize sağlık yazı için.
(sergiyle ilgili yayınım da burada; https://sezerozsen.blogspot.com.tr/2012/02/bereketli-pazar-3.html)
İstanbul Modern'deki sergiye ben de gitmiştim ama bir kere sadece...ama filmi ikiledim çok şükür :)
SilVincent deyince durmak lazım geldiği aşikar.
Ben onu çok düşünürüm, şimdi yaşasaydı nasıl olurdu? Yahya Kemal twitter fenomeni olabilmek için şiir mi kasardı acaba? Var olanı biraz daha ileri götürecek işler içinde olacaklarını düşünmek yanlış olmaz ama yine de aşırı flu olmak zorunda cevaplar.
Bipolar kesinlikle sanatına etki yapmıştır, büyük adamlar "normal" olmuyorlar zaten genelde. Öteki ortak özellikleri de acıyla ziyadesiyle övür olmaları.
Linkler için çok teşekkürler, sağ olun, selamlar :)