11 Ocak 2018 Perşembe

OLMAYACAĞINI ANLAMAYI ANLAMAK

Çok eski zaman…benim vasıtamla tanışmış iki arkadaşımla birlikte gezip tozmuştuk  birkaç kez, zaman geçirmiştik. Baktım sonra bunlar sevgili olma yolunda, bodoslama girdim, “yanlış yoldasınız, uygun değilsiniz birbirinize, dönün bu yoldan, ben sizi arkadaş olasınız diye tanıştırmıştım” dedim direkt yüzlerine. Bozuldular tabi, gıcık da oldular bana, bu kadar açık konuşma özgürlüğünü bana bile uygun görmediler sanırım! Ama napiim yani ben de görev adamıyım!
Sonuç? Dinlemediler tabi beni.
Zaman beni haklı çıkardı, birkaç ay sonra erkek firar etti. “Ben demiştim” demedim tabi ki, tatsız durumlar vardı, haklı olmanın sırası değildi. Kızı teselli etme görevi de bana düştü, mübalağasız saatlerce ağladı, konuştu, “neden neden!” diye sordu sürekli. Omzumu verdim ben de, anlattım, dünyanın nasıl döndüğünü anlattım, kuralları ve kuralsızlığı anlattım, mantıklı şeyler filan söyledim ama hiçbir işe yaramadı çünkü malum “bu denli tutuşan ruhlara kılmaz çare su” 
Yine de saatlerce konuştuk, beyhude çaba işte, görev!
Ertesi gün erkek olanıyla buluştum, “neden firar ettin” diye sordum, kısa bir cevap verdi:
Olmayacağını anladım.
Bunun üzerine “başka sorum yok” dedim ben de. Hakikaten de konu değişti, başka şeyler konuştuk.
Birinin öngörümde haklı olduğumu anlamak için hasar alması gerekiyormuş, aldı. Sonra? Sonra bir şey yok, ben kızın yanındayken ötekinin adını anmamaya gayret ettim o kadar, kapandı gitti. Zaman her şeyi gömer.

Nedir bu olmayan, olmayacağı anlaşılan?

Geçen gün bir arkadaşımla sohbet ederken “değerinden eksiğine bozulmuş bir haz” şeklinde bir ifade kullandım, hazzı erteleyememe zaafından bahsediyordum, çocukluğun alametidir ya da aşırı aşkın. Konuşma öylece devam etti ama ben o ifadeye takılı kaldım, eski bir güzelliğe gizlice göz kırpmıştım, bi nevi saygı duruşu. Şiir beni anmış sanırım, kulağımı çınlatmış, çağırmış.

“yanılmış bir kapıyım simsiyah
kendi üstüme kapanıyorum”
Şeklindeki muhteşem dizelerle başlayan  Attila İlhan şiirinden bahsediyorum, adı “Yanlış yaşamak”tır. 
Açtım sonra okudum bi tekrar, daha doğrusu içinde gezindim şiirin, uçuşmalı bir gezinme oldu…
Inge Bruckhart için ağıttır şiir diye yazdığı.

..........
sen bir kadın ıssızlığına koşulmuş
yarıdan fazla mavi gözler
eylülden eylüle gülümseyen
ben görünmez raylara düğümlü
garlarda yankılanan bir erkek
değerinden eksiğine bozulmuş
ölüversek mi ne
en büyük yanlışlığı benimseyerek
gizli bir nem sinmemiş mi ellerine
ya saçların fena halde sonbahar
yanlışlar prensesi inge bruckhart
..........

Sonra işte aldı beni bir düşünce. Bunca eski sevgilinin ağıtını yazmış durmuş bu adam, neden hep bu olmamışlık, neden hep yanlış yaşamış durmuş? Sonu boşanmalı bir evlilik dışında neden kadrolu bir sevgiliye sahip olamamış? 
Şartlar? İmkansızlıklar? Şiirlerine bakarsanız öyle olduğunu ima ediyor ama bana kalırsa bizi manipüle ediyor, gerçek sebebi gizliyor. Dağları aşmamasının sebebi dağların çok yüksek-sarp olması değil dağın ardındakinin bir “peri suret”ten ibaret olduğunu anlamış olmasıdır.
İtikadımca gerçek sebep hep olmayacağını anlamış olmasıdır.

Nedir bu olmayacağını anlamak, olmayan ne?
Bir su bardağının bir sürahideki suyun tamamını almasının mümkün olmadığını anlamaktır, içindekilerin karşılığının karşındakinde olamayacağını anlamaktır. Cd-romu olmayan bir bilgisayara cd takılamayacağının idrakine varmaktır.
Bir “az sevilmek” filan değildir asla, o kişi “o” değildir işte ve olamayacaktır da. (Ekmek hamurundan pasta olmaz, bardak da sürahiden hep küçüktür)
E neden arkasından ağıtlar dizip duruyor o zaman?
Ağıtları O’na dizmiyor, bir zamanki hislerine diziyor. Kendisini “tastamam bir yaşama hali”nde hissettiren o yoğun erime arzusuna diziyor ağıtları. Maşuk yok, aşk var sadece… hesabı. “Vardı” daha doğrusu.

Böyle bir maceradan sonra gerçek sebepleri layıkıyla tahlil edememenin sebebi bahsettiğim anlamanın bilinçte değil de bilinç dışında gerçekleşmiş olmasıdır. İnsanın içindeki Ağır Abi (bilinç dışı yani, doğrudan erişimimiz olmayan bir Ağır Abi) olmayacağını anlayınca yukarıya ne yapması gerektiğini fısıldar, fısıldamak ne kelime, doğrudan talimat verir. Yukarısı da (bilinç yani) istemeye istemeye uygular emri.
Emir iki farklı metoddan biriyle uygulanır: 
1- Terk etmek,
2- Terk edilmeyi sağlamak.

Eğer bünyenin yürüyüp gidebileceği bir çift ayağı var ise iş uzatılmaz, doğrudan firar edilir, bunu anlaması zor değil.
Tuhaf olan ikinci yöntem!

Eğer bir çift ayak yok ise, aşk ayakları yok etmişse... ikinci yöntem uygulanır. 
İşte o zaman Ağır Abi dolaylı bir yola başvurur, bilince saçma sapan şeyler yaptırarak-söyleterek karşı tarafın terk etmesini sağlar. “Sen gidemezsin, onu gönder” gibisinden bir talimat!
Yani şu ikinci yöntemin sayısız örneği vardır, sayısız aşık göz göre göre saçma sapan şeyler söylediği-yaptığı için kendini terk ettirmiştir, resmen kendi elleriyle bozmuştur “gül gibi” işini.
Sorun da orada zaten, gül gibi değil o iş, sen bilmiyorsun ama içindeki Ağır Abi farkında, o gerekeni yapar, sen sadece uygulayacaksın.
İşte asıl güzel şiirler hep böyle doğmuştur.
Rilke’nin çok aşık olduğu bir kadın varmış. Kadınla birlikte iken Rilke acayip mutlu... Yalnız dengesiz ve kaotik bir ilişki (taraflardan biri Rilke yani, normal) olduğu için sürekli ayrılıp barışıyorlar. Her ayrılığın akabinde de acının etkisiyle Rilke şiirler döktürüyor, kadın onu her terk ettiğinde Rilke, Rilke'leşiyor, büyük şair böyle doğuyor. 
Kadının en son ve kesin terk sebebi biraz iç burkucu yalnız…şiir yazabilsin diye terk ediyor, Alman Edebiyatı Rilke’den mahrum kalmasın diye terk ediyor!
Rilke kadınla beraberken hiç “güzel şiir” yazmıyormuş…

Böyle tuhaf ve sofistike bir çalışma mekanizması var işte acı üretiminin. Büyük şairler şiir yazabilmek için gerekli acıyı temin edebilmek adına aşık olup durmuş sanki…gibi bir hal.
Aslında amaç şiir yazmak değil, şiir sadece hasılat, amaç başka ve burası çok karışık! Zaten bu karışık şeyi söyleyebilmek için yazdım şu kadar şeyi, şimdiye kadarki yazdıklarım hep girişti.

Ayn Rand, Hayatın Kaynağı romanının sonunda insanları ikiye ayırır: gerçek bir ruha sahip olanlar ve elden düşme ruh kullananlar.
Bu ayrımı tam olarak anlamak için romanı okumak lazım elbette de okumamışlar için dilim döndüğünce bu ikisinin farkını tabloyla açıklamaya çalışayım:


GERÇEK BİR RUHA SAHİP OLANLAR ELDEN DÜŞME RUH KULLANANLAR
Dünyaya tekamül için yollanmışlardır Dünyaya kaynakları tüketmek için gelmişlerdir
Gözü mazruftadır Gözü zarftadır
Samimi ve orijinaldir Riyakar ve taklitçidir
Kaybetmekteki kazancı bilir Kazanma odaklıdır
İç istifçidir Dış istifçidir
Varoluşsal hasret acısı çeker Sahip olamamanın acısını çeker
Yöntem gözetir Yöntem gözetmez
Empati ehlidir Empati fakiridir
Anlamaya odaklıdır Ezberler
İcat eder, üretir Ele geçirir, kullanır, tüketir
Aklın kalp için olduğunu düşünür Sadece zekayı önemser
Aptallığa hakkını veren keskin bir zekası vardır Lüzumsuzca uyanıktır ve bunu zeka zanneder
Bu maddeleri okursa ilk kendine uygular Kendisi hariç herkese uygular
Gerçek bir ruha sahip olup olmadığına dair şüphe içinde geçer ömrü Gerçek bir ruha sahip olduğundan şüphesi yoktur

Elden düşme ruh kullananlar konumuz bile değil.... 
Gerçek ruh sahibi insanlarsa içlerindeki yoğun ve incelikli şeylerin öyle herhangi birine sarf edilemeyecek kadar değerli olduğunun farkındadır...o herhangi birine aşık olsalar bile!
Bilinçleri vuslat arzular ama içlerindeki Ağır Abi o incelikli şeyleri “değerinden eksiğe bozdurmaya” hiç de hevesli değildir. Bu hevessizlikle çomak sokar işe, sabote eder…ve acıya kavuşulur.
Acı, cennete ve/veya ana rahmine (ikisi de aynı etki, yazmıştım daha önce) duyulan hasretin ifadesinden başka bir şey değil. O hasretteki azalma da insan olmayı kısmen de olsa yitirmek demek, daha az insan olmak demek. İşte buna tahammülü yok Ağır Abi’nin çünkü insanın varoluş sebebine ihanettir bu.
Ağır Abi bu dünyada bulunma sebebinin tekamül olduğunu da bilir, acıdan azade olmanın o tekamülden geri kalmak manasına geldiğini de bilir.
Tekamül arabaysa acı benzindir, benzinsiz olmaz. Ağır Abi bunu bilir, o her şeyi bilir zaten, öğrenime gerek duymadan bilmek en öz işidir.
Şu Rilke'yi acılara gark eden, Alman Edebiyatı'na karşı duyduğu sorumlulukla hareket eden...şu yüksek sorumluluk sahibi şu vicdansız kadın var ya...Ağır Abi o kadından daha fazla sorumluluk sahibi ve vicdansızdır.
Bu hesapla Rilke'yi duble Ağır Abi'ye sahipmiş gibi düşünebiliriz. İlki kadının kendisini terk etmesi için Rilke'yi abuk subuk davranmaya iten içindeki Ağır Abi, öteki kadının kendisi. Büyük şair olmasın da ne yapsın zavallı?


Azade ser olurdum asib-i derd ü gamdan,
Ya dehre gelmeseydim, ya aklım olmasaydı.
Ziya Paşa
(Dert-gam çekme belasından kurtulmuş olurdum, ya dünyaya gelmeseydim ya da aklım olmasaydı)

Hamdım, piştim, yandım. 
Büyük şairler şiir yazmak için gelmişler dünyaya…yani tekamül için…yani acı çekmek için. O mendebur Ağır Abi’nin insanı sürekli olmaz işlerin içine atıp sonunda acıya gark etmesinin sebebi tam da budur.

Asıl her şey öldükten sonra başlayacak. O tekamül boşuna değil, bir amacı var, şu dünya soyunma odasından fazlası değildir.

Sonradan ek: Mungan'ın şu dizeleri benim uzun uzun anlattığım şeylerin çok kısa özetidir, yazıya eklememiş olmam eksiklik:

Aslında giden değil,
Kalandır terk eden.
Giden de

Bu yüzden gitmiştir zaten.

7 yorum:

  1. Bir küsür sene önce niye girdim neden girdim bloğuna, hatırlamıyorum ama iyi ki girmişim. Normalde oturup blog takipçiliğim de yoktur sayende oldu.
    Bence senin birikimine ve tarzına çok uyan bir yazı olmuş.

    Keşke yayın evlerinin dikkatini çekse, ya da sen bambaşka bir kitap yazsan ve daha çok insan okusa…

    37. melankomik notlardan sonra daha çok yorum yapar oldum ama biraz ara vereceğim, umarım diğer takipçiler de daha çok yorum yazarlar buraya.
    Gerçi bir yerde bayanların da çok farkında olduğu klasik erkek taktiğini de edebi hale getirmişsin ya ne diyim�� de geyiğe dönüştürüp yazının değerini azaltmayacağım.
    İyi geceler… Serar..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Klasik erkek taktiği mi edebileştirmişim? :) Taktik kelimesini duymasıyla yere kapaklanması bir olan biri olarak umut verici bu sözlerin. Ne yaptığımı henüz anlamış değilim ama heyecanlandım :) Açıkla o kısmı lütfen :)
      Yok be Serar, aklımın çöp tenekesi burası, bazen bir şey tetikliyor da beyinde birikme oluyor, buraya döküyorum, bundan fazlası değil.
      Senden başka yorum yapan yok rahat ol :)) İyi geceler olsun.

      Sil
    2. Aklın çöp tenekesi güzel bir tabir olsa da aklın çiçek saksısı diyelim biz ona da sonradan pis kokacağına çiçek açsın felan...

      “2-Terk edilmeyi sağlamak” klasik erkek taktiğidir. Sen de bilinçli olarak yapmıyorsan bile erkeklik kodlarında vardır ki buraya yazmışsın. Sen yapıyorsundur diye demiyorum ama Örneğin kendini kötülemek veya karşısındakine sen şöyle böyle olumsuz yapıyorsun bazen de olumlu yapıyorsun demek veya benzer davranışlarda bulunmak gibi...

      Bence bu olmayacağını anlamak kadar erkeklerin aman iş ciddileşebilir hemen geri kaç dürüstünden de kaynaklanıyor bence.
      Bloğa dönecek olursak mütevazı olma, uğraş, pazarla değerlendir artık şu bloğu veya yazmayı başka kitap olarak lütfen.

      Sil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  3. Birini sevmek anlaşılmaz bir şekilde o birinde, ondan daha fazla bir şeyi sevmektir ve bu, her ilişkide hayal kırıklığı olduğunu doğrular. İşte yalnızca bu kırıklığın kabullenildiği ilişkiler sürer.
    Ve en nihayetinde aşk ciddiyet ve sadakatle öpülmek ister, yoksa geldiği gibi çekip gider! Aşk onu yaşamayanın, yaşayamayacak olanın bilemeyeceği, idrak edemeyeceği bir duygudur ve aslında aşk yoktur diyen de haklıdır! Esasında bu da aşkı arayan aşksız şıpsevdilerin trajik aşklarıdır; hep aynı adamlar, hep aynı kadınlar, hep aynı boşluk!
    Agah Aydın...
    Ben de bir süre bu konuda kafa yormuştum... Yazınızı okuyunca paylaştığım dizeler geldi aklıma.
    Yonca...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Oyy karışık konular ve benim de kafamı hırpalamış konular :)
      Benim anlayışıma göre biz aşkla başka bir şeyi karıştırıyoruz."O şey"in bir adı olmadığı için de ısrarla aşk demeye devam ediyoruz ona.
      Konmamış bir isim söz konusu, ciddi bir ihmal var. "Tüfülük" diye isim koymuştum o isimsiz şeye ben bir blog yazısında, açıklamıştım ne olduğunu, aradım buldum, ilgili paragrafı copy-paste ekliyorum:

      Aşk ölür ama yerine çok güzel bir şey bırakır da ölür, isim verilmemiş bir şey bu, nedense atalarımız aşk bittikten sonra gelip yüreğimize oturan o bağlılıkla işlenmiş güzel duyguya isim vermemişler, çok ciddi bir eksiklik bu ve ben çok ciddiyim!
      Tarif edebildiğim ama ismi olmayan bu şey, “sevgi” değil çünkü sevgi çok genel…”Tüfülük” diyelim bu kelimeye, adı yok ya kelimenin, uyduralım, tüfülük olsun adı, tüfülük tam olarak şudur:
      Aşktan sonra gelip insanın derinine yerleşen, sadakatin haz olarak algılandığı, tenselle ruhsalın birbirinden artık ayırt edilemez şekilde karıştığı, kokunun en baş rolde oynadığı, bütün kimyanızın bir kişiyi kendinden bilme haline teslim olduğu, hazdan uzakta iken de hazzın hissedilebildiği duygu durumu.

      Aşk bu dünyaya ait bir şey değil aslında ve muhatabı bir başka insan olmamalı...ama oluyor! Bahsettiğiniz hayal kırıklığına kapı aralayan sebep tam olarak bu, bir şeyi amacı dışında kullanıyoruz, ondan böyle oluyor.
      Aşk bir yoksunluğun ifadesi, tek kuralı var, o da vuslatın aşkı öldürmesi. Yani bir ilişki başlamışsa aşk da ölmeye başlamıştır. Ki ölsün zaten, hastalıktır aşk, dopamin ve noradrenalini pik yaptırır, serotonini de dibe düşürür. Depresyonda ise serotonin ve dopamin beraberce dibe düşüyor. Bu hesapla aşka "yüksek enerjili depresyon" diyebiliriz :) Tuhaf gibi ama doğru valla, kadının biri bir sürü bilimsel test yapmış, deneklerle çalışmış filan ve sonuçları kitap haline getirmiş, bu bilgiler oradan.
      Aşk, bitmesinde hayır olan bir şey, o hormonların böyle aşırı sapıtmış olarak uzun süre salgılanmaya devam etmesini bünye kaldırmaz, ömre törpü bir durum bu...bu sebepten aşkın vuslat tarafından öldürülmesi iyi bir şeydir.
      Amaa...tüfülüğe dönüşerek biterse tadından yenmez bir durum var demektir :) Aşk ilişkiyi başlatabilir evet ama ilişkiyi yaşatan tüfülüktür.

      Bununla birlikte...aşka düşebilmek için yeterli donanımdan yoksun insan da çok dediğiniz gibi ve...saygım yok bu insan türüne, bir kez olsun aşka düşmemiş olan eşektir :)

      Not: Ancak bu kadar kısa yazabildim, çok uzun konular napiim :)

      Sil
  4. Tüfülük, ilginçti. Eşek olduklarına bende katılıyorum :) Seratonin ve dopamin konusu da çok doğru... Zevkle okudum.
    Yonca

    YanıtlaSil

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...