Çok eski okuduğum bir şiir vardı, Kafkas Türkçesiyle
yazılmıştı sanırım, çok aradım bulamadım Google’da, aklımda kaldığı kadarıyla
şunları anlatıyordu:
Bir delikanlı soğuk bir kış günü hayvan otlatmaktan
köyüne dönüyor, dönüş yolunda birileriyle karşılaşıyor ve her karşılaştığı ona
bir şey soruyor. Kasap “bana ne zaman hayvan getireceksin?” diye soruyor, hayvan
sahibi biri “güzel otladı mı hayvanlar” diyor. Nişanlısıyla karşılaşıyor, o da “bana
ne getirdin?” diye soruyor, en son eve girmek üzereyken babası görüyor ve o da
bir işi soruyor, “hallettin mi?” diye soruyor.
Eve girdikten sonra annesi görüyor çocuğu ve o da
soruyor: aç mısın?
Şiiri bulabilseydim böyle uyduruk anlatmak zorunda
kalmazdım ama eldeki imkanlar bu kadar maalesef. Şunları okuyan biri şiiri
biliyor olsa da gönderse bana keşke.
Benim için neyin var?
Bütün ilişkiler hep bu soruya bağımlı hatta bu soru
üzerine bina… maddi ya da manevi, benim için neyin var? Eğer sonrasında bana
kaz vereceksen sana tavuk da veririm ama önce bana kazı göster, benim için
neyin var?
Sadece annesi midir insana karşılığını aklına bile getirmeden
bir şeyler veren ya da biraz daha genişletelim, sadece kan bağımız olanlar mıdır?
“Herkes benden parça istiyor” demişti birisi bana bir
keresinde. Etkilenmiştim bu sözünden, ne zaman emanet ettiğim bir parçamın başına
bir iş gelse, ne zaman bir parçam eksilse hep bu cümle geldi aklıma, hatta
bakış açısı haline dönüştü. “Kanımı mı görmek istiyor acaba, bir parçamın
peşinde mi?” soruları eşliğinde inceledim bazı kişileri-durumları, anlamaya
çalıştım hep, benden ne istiyor?
Eski zaman, çok da eski değil, iki sene filan öncesi…birisi,
kan bağım olmayan bir kız, bir anda gürültüyle ağlamaya başlamıştı. Ne
olduğunu, neden ağladığını anlamamıştım, paniklemiştim. Sorduğumda da
ağlamaktan söyleyememişti, ancak bir müddet sonra sakinleşince öğrenebilmiştim
sebebini: ben o sıralarda kötü hissettiğim için ağlıyormuş.
Sadece benim içinmiş ağlaması!
Canımın çok sıkkın olmasının sebepleriyle kendisinin zerre
alakası yoktu, tamamen onun dışında şeylerdi. Dahası benden zerre beklentisi
yoktu, olamazdı da, öyleydi yani buna çok emindim. Sadece ve sadece canım
sıkkın diye ağlamıştı, o kadar ki o anda belki teselli görmesi gereken ben iken
teselli etmeye çalışmıştım telaşla.
Bu sahne hala aklıma bazen gelir ve ne zaman gelse yamulurum,
çok derinimde güzel-minnetli şeyler hissederim. Şu anda da yamuldum.
Neden bu kadar güçlü bu sahne? Örneğine çok az rastlanır türden
de ondan, çok perakende!
Perakende ama tek de değil tabi ki, saf bir minnetle yad
ettiğim başka sahneler-insanlar da var ama o kadar azlar ki.
Çok seyrek görsem hatta hiç görmesem bile aklımdan çıkmaması
gereken insanlar var, ne güzel.
Az olmaları şanssız filan olduğumdan değil, bilakis
şanslıyım bu konuda ben. Kan bağına sahip olmadığım insanların içinde beni sadece
ben olduğum için el üstünde tutan, benim için güzel bir şeyler yapmayı
tasarlayan, buna çaba sarf eden insan sayısının ortalamanın üzerinde olduğunu
biliyorum, şükranlar içindeyim onları bana gönderene… ama yine de sayılarının
oran olarak ne kadar az olduğunun farkındayım.
İnsanoğlunun varsayılan ayarıdır bu, hep sorar: benim
için neyin var?
Sadece iş ilişkileri değil, pek çok gönül ilişkisi bile bu
soruyla kirlenmiştir.
Halis bir niyet şu dünyada en az bulunanlardandır.
Faust romanı bu fikirle son bulur, insan ancak başka
insanların hayrı için çaba göstermeye “çok güzelsin gitme dur” diyebilir. Yunus
Emre bu sebep-sonuç ilişkisini bir adım daha ileri götürür ve “severiz yaratılmışı
Yaradan’dan ötürü” der.
Birine, birilerine, hem de hiç tanımadığı birilerine
karşılık beklemeden bir şeyler vermekte çok zarif güzellikler saklıdır. Zor
iştir, herkese göre değildir o zarif güzelliklerin ayrıdına varmak. Dünyaya
yaşamak, hep yaşamak için geldiğini zanneden insanın en öz işi verirken bile
karşılığında ne alacağını hesaplamaktır.
Çok az insanın nasibi vardır bu zarafetten.
İnsan bu hesaplama işinde o kadar ustadır ki “saf iyilik”
görüntüsündeki faaliyetlerinde bile görünmez niyetler gizlidir. Nitekim kötülüklerin çoğu size hep “sizin iyiliğiniz için” yapılır. Kötülüğün
çok maskesi vardır ama en sevdiği maske “iyilik maskesi”dir.
Sadaka taşı diye bir taş varmış, kutu gibi bir taş. Günümüzde
kalmamış bunlardan, eğer doğru biliyorsam sadece Üsküdar’da kalmış son bir tane
ama o da çalışmıyor tabi ki. Osmanlı döneminde çalışıyormuş ama.
Camilerin kuytu bir köşesine konurmuş bu taş, genelde
gecenin tenha vakitlerinde hayır yapmak isteyen "gereğinden fazla paranın sahibi olduğunu
düşünen kişiler" gidip bu taşın içine imkanları nispetinde para bırakırmış. Tenha
vakitte bırakıyorlarmış çünkü kimse görsün istemiyorlarmış, gizli bir iş bu. İhtiyaç
sahipleri de gidip diledikleri kadar alıyormuş yine gizlice.
İşin en güzel tarafı, taşın içinde her zaman para
bulunuyormuş, yani hiçbir ihtiyaç sahibi gidip bütün parayı almıyormuş. "Taşı
patlatmıyor"muş!
Böyle verenin-alanın birbirini görmediği, pasif agresif
tatminlere tamamen kapalı ve açgözlülükten tamamen azade bir sistem işte sadaka
taşı… muhteşem! Osmanlı bir zamanlar güçlüyse tam da bu sebepten güçlüydü.
Bu sistemin bugün işlemesi? İmkansız.
İşte gecenin bir vakti insanı gizlice bir cami
köşesindeki bir sadaka taşına yürütüp parasının bir kısmını oraya bıraktıran
güç…bahsettiğim zarafetlerle yüklü güzelliklerin gücüdür. Daha çok insan olmak
için vazgeçer insan bir miktar parasından ve daha çok insan olmak çok güzel hissettiren
bir şeydir.
Peki kim görür içindeki bu güzelliği? Hiç kimse, sadece
kendisi bilir. Parayı bırakırken selfi çekmez, yayın yapmaz güzelliğin gerçek
olanına talip olan gerçek insan.
Pek çok şeyin çok fazla olduğu, pek çok şeyin de çok az
bulunduğu, bolluk ve kıtlığın bir arada yaşandığı tuhaf-boktan-mekanik yıllar
içindeyiz. O kadar ki “gerçek güzellikler”i görerek öğrenmek imkanından hayli
mahrumuz, ancak kitaplarda okuyabiliyoruz belki…
Bununla birlikte…insanın içinde…eğer öldürmediyse…kendisine
gerçek güzelliklerin nasıl şeyler olduğunu tarif edebilecek nurlu bir kutu da
mevcuttur, sorarsanız anlatır size…ama dedim ya, eğer öldürmediyseniz!
Annem tarafından kökleri Kafkas'lara dayanan biri olarak şiiri merak ettim. Şiirin öyküsü yabancı gelmiyor.
YanıtlaSilSenin yazdıkların ve hissettiklerin de...
Su gibi akmış sözcükler, cümleler. Sanki okudukça tıkanmış, düğümlenmiş kanallar açılıyor ve insanın şükredesi geliyor; birileriyle hâlâ vitrinin dışında nefes alan şeylerle göz göze gelebilmek konusunda...
Ellerine, düşün(cen)e ve yüreğine sağlık...
.
Özlem
Beğenmene sevindim Özlem, pek çok teşekkür :)
Sil