13 Kasım 2017 Pazartesi

BİR FOTOĞRAF

Şu fotoğrafa takıldım.
Dün yayınlanan bir röportajdan fotoğraf. Murat Bardakçı, aşkım Safiye’nin (Safiye Ayla) biyografisini yazmış, oley! Derhal edinip okumalı.
Kitap Fuarı’nda iki gün geçirdim, bir dünya gereksiz kitap gördüm de buna neden rastlamadım ki?! Neyse, buluruz.

Fotoğraf, stüdyo ışıklarıyla çekilmiş, profesyonel filtrelerden geçmiş filan…Bardakçı pek bir afili çıkmış. Benim ilgimi çeken ve canımı sıkansa tamburun o afiye desteği.

Mehmet Özbek bir programda bağlama için “biz onu kucağımızda beleyerek getirdik Anadolu’ya” demişti. Ne güzel bir ifade di mi? Yavrusundan bahseder gibi anlatıyor bağlamayı.

Bardakçı tamburu silah tutar gibi tutmuş. Hani bütün askerliği patates soymakla geçmiş olsa bile illa kocaman bir silahla çekilmiş haşin ifadeli en az bir fotoğrafı olur ya erkeklerin… altında da “komando süperdir” gibisinden bir şey yazar muhakkak, o fotoğrafları anımsattı bana fotoğraf. Ya da profil fotoğrafında son model arabasına da muhakkak yer veren (elini arkadaşıymış gibi arabasının üstüne koymuş veya direksiyondayken çekilmiş) paralı arkadaşların fotoğrafları gibi…

İnsanlar servetini istiflediği yere göre ikiye ayrılır: içe istifleyenler, dışa istifleyenler.
Dışa istifleyenler kendilerini tanıtmak-sunmak için size arabasını gösterir, parlak takım elbisesini gösterir filan. İçe istifleyenlerse bir şey göstermez, konuştukça anlarsınız adamın ne olduğunu. Herkes olanı sunar yani.
(Bu dediğim % 100 olmaz tabi ki, her insan hem iç hem de dış istifçidir, belirleyici olan oranlardır)

Sorun şu ki…Murat Bardakçı çok ciddi iç istifçidir. İnternetten programlarını çok izledim, Allah uzun ömür versin çok istifade ettim kendisinden. Bununla birlikte gerçeğe, sadece gerçeğe prim veren, abartıdan ve fikri romantizmden uzak duru mantığı ile bu coğrafyada nadir rastlanan türden olduğu için resmen teşekkür edesim var kendisine kendisini bizden saklamadığı için.
Demek ki havalı görünme isteği denen şey öyle güçlü ki Bardakçı gibi dolu bir adam bile sıyıramıyor yakasını bu istekten.

Bu dünyadaki bütün maceramız kendimizi tarif ve takdimden ibaret.
İki soru var hep: ben neyim, nasıl görünüyorum?

O “ben neyim” işi çok karışık, felsefe bu sorunun üzerine bina edilmiş. Tasavvuf da bu sorunun cevabı üzerine bina edilmiş. İlkinde insan aklına ve duyu organlarına dayalı ispat şartı var, ikincisinde yok, bu sebepten ilki sorunun, ikincisi cevabın üzerine inşa.
Bir Murakami romanında (hikayeler aslında) parlak bir doktorun bir kadını vesile ederek kafasını “ben neyim” sorusuna nasıl taktığı anlatılıyordu…devamında da beslenmeyi reddederek nasıl öldüğü!
Velhasılı insanın ne olduğunu ve büyük programdaki işlevini bilebilmesi ancak teoriktir,  kendine dair tarifleri eksik kalmaya, flu olmaya mahkumdur.

Nasıl göründüğü sorusu ise ne olduğu sorusundan bağımsızlaşabilse işler çok kolaylaşacak ama öyle değil, ilk sorudan nasibi var bu sorunun.
Çünkü kimse bilmese bile insan kendisi biliyor kendisi ile ilgili “asıl” gerçek olanı.

İstifinin büyük kısmını içeriye yapmış ve ne olduğunu nasıl göründüğünden daha çok düşünen insan kendi varlığına dair bulguları kendi içinde bulur. Referansı kendisidir yani.
İstifini dışarıya yapmış ve nasıl göründüğünü lüzumundan fazla önemseyen insansa onay beklentilidir…yani öz varlığının ispatını sürekli başkalarında arar. Bu şu demektir:
Ne olduğunun cevabını sürekli başkalarının vermesine izin vermiştir. Kendisinin kendisiyle ilgili verdiği cevapları önemsememektedir.

Tam bu noktada meselenin adını koymak zorundayız: narsisizm.

Narsizm’den geliyor bu kelime de aynı şey değil. Narsist demek kendini çok beğenen insan demek, kendine aşık Narkisos’tan mülhem bir kelime.
Narsisizm ise psikolojik bir terim, bu narsist görünümün altındaki gerçek sebepleri de kapsayan bir terim, bir davranış modeli, daha doğrusu davranış bozukluğu.

Neredeyse bütün büyük liderler narsisisttir. Büyük sanatçılar, kaşifler, bilim adamları…hep narsisizmden ciddi nasipli kişilerdir. Ulaştığımız teknolojik seviyeye bizi taşıyan şey içimizdeki narsisist taraftır. Ve evet, bu bir davranış bozukluğudur.

Daha baştan alayım.
İnsan “yetersizlik hissi” denen donanımla doğuyor, fabrika ayarımız yani bu. Bu donanım bize hayat denen kendini arama macerasında o yetersizlik hissinden kurtulmak için debelenme mecburiyeti yaratır. Yani o hisle baş edebilmek için, yeterli hissetmek için çabalar dururuz. Anahtar kelime: başarı.
O hisle baş etmek demek de o hissi hissetmemekten ibaret, o hissi ortadan kaldırmak değil. Yani tedavi peşinde değiliz, ağrı kesici peşindeyiz.
Eğer bu baş etme işinde yeterince başarılı olamazsak aşağılık kompleksi denen zımbırtı gelişir bizde. Böyle olduğunda ne olduğumuzu mümkün olduğunca saklamaya çalışır, nasıl göründüğümüze odaklanır, iyi görünmeye çalışırız. Yani kendimizi överiz.
O kibirli sanılan, sürekli kendini öven kendini beğenmişlerin asıl derdi kendilerini beğenmiyor oluşlarıdır yani. Yetersizlik hisleriyle başları derttedir.
Bu övme işinin daha da işlevseli bir başkasının sizi övmesidir. İşte bu yüksek onay beklentili, varlığının ispatını sürekli başkalarının gözlerinde arayan, var hissedebilmek için sürekli başkalarına ihtiyaç duyan, yetersizlik hissinden fena halde muzdarip bireyler övülmeye bayılır! Bu sebepten kolay iltifat eden kişilerle ahbaplık etmeyi tercih ederler.

Bu mutualist bir sistemdir.
Yazılı olmayan bir anlaşma söz konusudur, derler ki birbirlerine: sen beni översen ben de seni överim.
-          - Aman Allah’ım böyle bir güzellik olabilir mi?
-          - Canım o senin bakışlarının güzelliği.
Çıplak olarak karşılıklı ayakta durmuş iki erkeğin birbirlerinin şeyini (penis) tutup birbirlerine mastürbasyon yaptığı bir sahne getirin gözünüzün önüne…işte o sahne kadar iğrençtir aslında şu yukarıdaki fotoğraf altı yazışması. Ama ne kadar tanıdık di mi?
Sosyal medya varlığını bu karşılıklı övme sistemine borçludur.

Sosyal medya şirketleri sadece kar maçlı şirketler değildir, yeni dünya düzeninin format belirleyicilerindendir. Reklam, moda, medya gibi başka format belirleyicileri de var.

Yeni dünya düzeni = toplumsal narsisizm.

Dünyayı yöneten güçlü-akıllı abilerin hür aklın eseri bireysel düşüncelere tahammülü yoktur. Onlara göre dünya, insanlara bırakılamayacak kadar önemlidir. O sebepten ne düşünmemiz gerektiğini bize empoze ederler. Kafamıza sokuşturulmuş olanı öz fikrimiz sanmamız da şarttır yoksa benimseyemeyiz. Kalabalıkları manipüle etmeyi iyi bilirler, bu illüzyondan kaçış yok gibidir.

Empozeye açık olmanın şartı da onay beklentili olmaktır. Yani bir şey sokuşturmadan önce bizi uygun hale getirmek zorundalar.
İşte o moda, reklam, medya vs burada devreye giriyor, bizi onay beklentili hale getirme görevi onlarındır. Yaptığınız şeyin doğru, makul, yararlı olması çok da manalı değildir, başkalarının da yapıyor olması gerekir o şeyi. Aynı şekilde saçma bir şeyi başkaları yapıyor ise siz de yapmak zorunda hissedersiniz saçma olduğunu fark etmiş olsanız bile.
Sonra da “moda bence insanın kendine yakışanı giymesidir” filan…hasktir ordan!

Arkadaşlarla yapılan “keyifli” bir kahvaltının, bir sanatsal etkinliğin  tek başına anlam ifade etmemesi…o “keyif”in ancak başkaları da görünce anlam kazanması…onay beklentisinin nasıl çalıştığının tam net resmidir. Öyle olmak yetmez yani, başkalarının “evet öylesin” demesinin ihtiyacındasındır.
Bu “evet öylesin”e bu düzey ihtiyaç duymak…bu düzey bir onay beklentisi…bağımlı bir beyne sahip olmak demektir. “Gönüllü ruhsal kölelik” de diyebiliriz buna. Modern köleliğin tarifi böyledir evet, ruhsal olarak köleyiz.

Şunları düşünüp yazmış olmam köle olmadığımın ispatı değildir asla.
Konuya Murat Bardakçı’nın fotoğrafı ile girmiş olmam tesadüf değil…Murat Bardakçı gibi çevresindekilere göre oldukça yeterli, kendini çok iyi yetiştirmiş, gerçek manada çok dolu bir adam bile “nasıl görünüyorum” lanetinden yakayı sıyıramıyorsa…bu işler zor işlerdir demek ki, net! O güzelim sazı öyle silah gibi tutmak nedir Allah aşkına di mi? Ki sadece tutmuyor, çalabiliyor bu adam bu sazı biliyorum. Çalabildiğini bize göstermeye ihtiyaç duyması “nasıl görünüyorum” sorusunun gücünü anlamamıza kafi.

Son bişi…
Peki nasıl göründüğünü hiç önemsemeyen insan var mıdır?
Eskiden vardı. “Rind” deniyor onlara. Vardır gerçi hala…belki.
Meyhanelerde, tavernalarda insanların alkolden sallanarak bağıra bağıra söyledikleri o “dönülmez akşamın ufkundayıssss” şarkısının sözleri aslında Yahya Kemal’in şiiridir. Adı “Rindlerin Akşamı”dır.
“Rindlerin Ölümü” diye de şiiri var ama o pek bilinmez çünkü şarkısı yok.

Ne tuhaf dönüşümler içindeyiz di mi? Evet.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...