2 Aralık 2015 Çarşamba

OLMAK YA DA...OLMUŞ GİBİ GÖRÜNMEK

Şöyle bir fıkra var. Türlü sebeplerle kendini bana hatırlatır durur bu fıkra.

Minibüslerin, kamyonların arkasında yazılar vardı eskiden. Şu tarz şeyler:
-      Gülü bir gün, seni her gün seveceğim.
-      Bir sana, bir sabah uykusuna doyamadım.

Aslında içinde, kafasında hiç böyle şeyler olmadığını bildiğiniz koca koca adamlar böyle tumturaklı şeylerle süslerlerdi arabalarını. Daha “şey” gözükmek için. Daha ney? Bilmem ki valla…ama olduğu gibi gözükmekten yahut göründüğünden ibaret sanılmaktan rahatsız abilerdi sanırım. Iceberg hesabı, güya görünmeyen bir derinliği var falan…yedik biz de :p

Bir psikolog söylemişti bunu bana. Demişti ki: 20 yaşında kız, elifi görse mertek sanır, bana terapiye gelmiş diyor ki “bana beni anlat.” Yahu sana ne anlatayım, sıradan piyasa işi sümüklü bi kızsın işte, anlatılacak neyin var ki?

İnternet ortamına “sanal” deniyor ama bilinç altına ayna tutma özelliğinden dolayı bir bakıma reel hayattan daha reel bir şey aslında bu ortam…satır aralarına dikkat eden için. Mirc zamanlarında herkesin kendine böyle şaşaalı, iddialı nickler bulmasından belliydi insanların kendilerinden ne kadar rahatsız olduğu.

“Hayaller Paris, gerçekler Eminönü” ifadesinden herkesin anladığı hayaller ile gerçekler arasında uçurum olduğu ve gerçekte uçurumun dibinde bulunulduğudur. Peki Eminönü’nden rahatsız olmak neden? Paris kadar güzel olmadığı için mi? Paris güzel mi?
Paris sendromu diye bir şey var. Literatüre geçmiş, bilinen bir hastalık. Japonlar’da görülüyor. Paris’e ilk kez gelen Japonlar’dan bazıları Paris’in hiç de anlatıldığı gibi olmadığını, aşk ihtiva etmediğini, romantizm uyandırmadığını, Louvre’un yeterince muhteşem olmadığını görünce panik atak gibi bir şeyler geçiriyormuş, nefes darlığı, çarpıntı vs. Atmıyorum, var böyle bir sendrom gerçekten, Paris’teki Japon büyükelçiliğinde bu hastalık için özel destek hattı bile varmış. 
Paaaris Paaaris, ey aşkın yüce şehri vırt zırt diye yıllarca dinledikleri şarkılar, ve başka bişiler zavallı Japoncukları artık nasıl bir beklentiye sokuyorsa gerçekle yüzleşmeleri nefes darlığı falan yapıyormuş adamlarda, yazıktır yahu. Roma var bi de, o da aşk şehri. Hatta Roma Konsolosluğu’nda nikahlanmak pek makbul bir şeydir falan.  Ben gördüm kendisini, aşk falan yok valla Roma’da, aşk lazımsa yanınızda götürmeniz gerekiyor. Nitekim o zamanlar ayağımın tozu ile yazdığım şu yazıda da öyle aşk falan bulamazsınız:

“Ölüler zannedermiş ki diriler her gün helva yiyor.” Çok severim bu atasözünü. “Körlerin fili tarifi” deyimi var sonra. Pazarlama sanatı, pazarlama bilimi, reklam endüstrisi, algı yönetimi, imaj çalışması, lanse etme vs. başka pek çok şey var. Birileri gözümüzün önündeki tekir kediyi öyle değişik anlatıyor ki zavallı kediyi benekli kaplan sanıyoruz. Bize de yazık.

Her türden potansiyel farkı gerilim yaratır. Fizik kanunudur bu. Olmak istenen ile olunan arasındaki farkın yarattığı gerilimin muzdaribiyiz biz. Herkes Paris’in muhteşemliğini anlatmaya-dinlemeye pek bir teşnedir fakat “Eminönü’nün nesi var ki yahu?” sorusu gündeme bile gelmez.
“Sualler tanzim edilir yaşamaya dair, sorulmaz.”

Her yer bi şeymiş gibi görünümlü başka bi şeylerle dolu.

Adam bir hüzünlü bir hüzünlü, ordan burdan öyle tumturaklı laflarla, öyle bir ballandırarak anlatıyor ki hüznünü…resmen hüznünü pazarlıyor, sanırsın satacak! Kendime bakıyorum, ben üzgünüm sadece, öyle mal gibi sadece üzgünüm.
Bu sözüm ona ince ruhlu, hüzünbaz insanlar aynı zamanda anlaşılamamış ve haksızlığa uğramış dürüst kişilerdir kesin. İnternet aleminde üzen görmedim ben hiç, paso üzülen dolu her yer. Ulan iyi de bu üzülenleri üzenler kim, Ay’dan gelip üzdükten sonra geri kaçan yaratıklar mı var? Varlıklarından sürekli şikayet edilen bunca yavşak nerede yaşar? Hatun Instagram’daki fotoğrafının altına (gayet de hoş bir hanım) “öğrendim ki en güzel şey yalnızlıkmış.” yazmış. Başka fotolarına baktım, değişik değişik pozlar verip paylaşmış bir sürü, güzel de zaten, hayli dm alıyordur kesin. Yahu madem bu yalnızlığın böyle güzel bir şey olduğunu öğrendin, yalnızlıktan kurtulmak için bu telaş neden? Tahmin edileceği üzere pek çok fotonun altında da nasıl da haksızlığa uğradığını falan anlatmakta.

Sonra şu “dostlar”la yapılmış kahvaltıların içerdiği yüksek dozlu keyif…yine bende bir mallık olmalı ki hiç aklıma gelmedi keyfimi öyle pazarlamak, ifşa etmek. Çok keyifliysem zaten o keyfi bölüp oraya buraya paylaşım yapmam ki, hiç yapmadım. Yaşarım ben o keyfi, sadece yaşarım, kesintisiz yaşarım, başkaları “aman da ne güzel eğleniyorsun sen, aman da ne mutlusun.” demese de olur yani. Sonra akşam olur eve giderim, bu kadar.

Kitap-kahve konsepti var bir de. Benim bildiğim kitap dediğin okunur, bu iş bu kadardır. Kitap fotoğrafı paylaşmaktaki onay beklentisinin, kabul görme isteğinin, olduğundan farklı görünme arzusunun, kültürlüymüş gibi gözükme arzusunun farkında mısınız? Konuyla ilgili bir istatistik bu arada, bir Japon yılda ortalama 25 kitap okuyormuş, bir Türk ise 6 yılda 1 kitap okuyormuş ortalama…aradaki fark 150 kat! Aha bu da karikatürü:


Okumak var, okumak var bir de. Okuduğu bir dünya kitaptan Siddharta’daki kayıkçının nehirden öğrendiklerinin yüzde birini dahi öğrenemeyen bir insan cinsi var. “Aptalın zekası hafızasıdır.” sözünü doğrularcasına sadece okuyorlar. Üniversitede biri vardı, ortamlarda filmler hakkında yorum yapabilmek için film dergilerini takip ettiğini söylemişti, itiraf etmişti daha doğrusu…şaşırarak baktığımı hatırlıyorum. Hasılı bunca okuduğunun neticesini bir türlü konuşmalarında göremediğim bir insan cinsinden bahsediyorum, pek çoğunu şahsen tanıdım. Bununla beraber ışıltılı muhayyilesini ve kıvrak zekasını kullanarak bildiği pek çok ilgisiz şeyi sofistike bir şekilde birleştirip beni büyüleyen insanlar görmüşlüğüm de var, kendi cümleleri ile konuşuyorlardı ve çok değerliydi cümleleri.

“Orantısız zeka” kullanıcıları var bir de. Zekalarının yüksekliğine dair tespit yine kendilerine ait, körlerle sağırlar birbirini ağırlar durumu. Bir insanın (hem de topluluk olarak) zekası ile ilgili böyle laflar etmesi zekasından şüphe duyduğundan başka bir şeyi göstermez. Zekasından şüphe duyuyor olmasa zekasının yüksekliğinden bahsetme ihtiyacında olmaz zaten. Bunlar her mevzuyu bir alay etme formatında ele alırlar ki sürekli alay etme modunda bulunmak depresyonun alametiymiş, ben demiyom bunu uzmanlar diyo, bilimsel gerçek yani, bana bakmayın!

Neyin depresyonu bu? Neyin yoksunluğunu çekiyoruz ki böyle bağırma ihtiyacındayız? Neyin acısındayız?

Yukarıda yazmıştım bunun cevabını, olmak istenen ile olunan arasındaki farkın bizde yarattığı gerilimin sonucu tüm bunlar. Bu gerilim doğrudan bir yetersizlik hissine, kendi olmama isteğine, özendiği başkaları gibi olma isteğine sebep oluyor, bu gerilim depresyonun ta kendisi.

Elinde tomar tomar paralarla, altın kaplama mercedes’leriyle poz verdiği için güldüğümüz şu zengin Araplar var ya…çok da farkımız yok aslında onlardan. Ne yazık ki yok.

Kültürlüymüş gibi görünmeyi yeterli görüp gerçek manada bir irfana kayıtsız kalmak, markalı hüzünler ve/veya markalı mutluluklar ifşa etmek, zekasını pazarlamak, sürekli olarak içinde bulunulan bu müşteki ruh hali…bu kendi olmaktan duyulan rahatsızlık, gerçeklerin verdiği bu acı…nedendir ki? 100 yıl önce de böyle miydi?

Değildi. Moda tabirle “kendisiyle barışık” insan oranı bu kadar düşük değildi. (Bu oran kentlerde kırsala göre çok daha düşüktür bu arada.) Her şey insan topluluklarının toplu halde yönetilebilir kıvamda bulunması gerekliliği ile alakalı. Dünyayı yöneten mühim abilerin marifeti tüm bunlar… diziler, reklamlar, sosyal medya, ünlü kişiler, romantik filmler…tüketim …pop kültür falan. Bir çalışma mekanizması var bunun. O da başka bir yazının konusu olsun.

Şu karışık yazıda asıl önemli konu başlıklarını listeleyesim var:
-      kendisi olmaktan rahatsız olma,
-      özenme, daha doğrusu maruz kalma,
-      öyle görünme ile öyle olma arasındaki farkı önemsememe, gerçek ile yalan arasındaki farkı önemsememe halinin yaygınlaşması (ruhun çatlaması hatta ikiye ayrılması demek bu),
-      yaygın yanlışın normal diye kabul görmesi,
-      sistemin farkında olmanın dışına çıkabilmek için yeterli olmaması.


Son söz: Ben de kendimce bir takım bir şeyler yaşıyorum ama…sizin kadar güzel anlatamıyorum.

5 yorum:

  1. Bir ziyanligi böyle keyifle anlatmak da bir senin kaleminde var. Kendine haksizlik etme bence :) Bana kalirsa, kendinde mevcut olanı bulamayan/keşfedemeyen bunu bir şekilde dışarıdan tedarik etme derdinde. Ha eder mi? Nah eder! �� bir agabeyim: "Kendisiyle, kaderiyle barışık olmayan ciddi küfürdedir. Asla kendisine bahsedilen mesajı alamayacaktir."demişti bir vakitler. Bu ilüzyondan çıkmalı... çıkmalı.... ama nasıl :(
    Nes

    YanıtlaSil
  2. Tabii her değindiğine cevap vermek için; senin gibi koca paragraflar yazmak lazım gelir ki... o da bende yok :)) ama caponlara hak verdim. Paris'te hakketten bi cacık yok. Yanımda mi götürmeliydim :) :)
    Bu da ben ... yani Nes

    YanıtlaSil
  3. Eksiklik özniteliğimiz aslında, daha doğrusu yarımlık...çünkü cennetten kovulduk. Her şey böyle başladı.
    Kendimizi dayatmamız da, aşk da hep bundan. Bıraksan çok uzun konuşurum bunla ilgili ama bırakma, ayfondan yazması pek zor bunları 😊
    Ama şunu söyleyeyim; insan ne ister özünde biliyor musun? Kaybolmak ister, içinde kaybolmak ister. Revan olmak, erimek ister. Derin mevzular.
    Güzel yorumlar için de teşekkürler 😊

    YanıtlaSil
  4. Yüzümde sinsi bir gülümsemeyle yazıyı okudumm okudumm:) neden sinsi bir gülümseme dersen: aynaya bakınca ne olduğunu bilen ve nasıl göründüğünü bilen insanlarda bu ifade olur:) yazıda düşündüğüm yazdığım bildiğim bilmemeyi dilediğim yaşadığım ve bu kadar güzel anlatamazdim ben dediğim yabancı gelmeyen bir sürü tespit var:)yorumda da şu cennetten kovulma ve aşkı arama mevzusunu bende bağlantılı buluyorum hatta yazmıştım kaybettiği cennet aradığı havva başlıklı yazıda:) derin mevzular evet:) şaşırdım mı hayır:) ayna psikolojisi(biliyorum iddialı oldu:))

    YanıtlaSil
  5. okuyacağım o cennet yazısını :) yazı beğenilmiş, güzel anlatmışım falan, mutlu oldum :)

    YanıtlaSil

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...