“Öptü beni : “Bunlar, kainat gibi gerçek dudaklardır,” dedi.
“Bu ıtır senin icadın değil, saçlarımdan uçan bahardır,” dedi.
“İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde :
körler onları görmese de, yıldızlar vardır.” dedi.”
Bir Nazım Hikmet rubaisi. Öteden beri sevmişimdir. Geçen gün söz konusu
oldu, aklıma düştü, beni düşünmeye sevk etti.
Lalettayin yazılmış görünümlü bu dörtlükte ince işçilik var. Kelime
seçimleri adeta bir dehanın ürünü.. Neticede bir şeyler anlatma ihtiyacı
doğurdu bu rubai bende, diyeceklerimi bir Haşim şiiri üzerinden de diyebilirdim
ama Nazım Hikmet üzerinden söylemek çok daha işlevsel. Önce müzikten sonra
anlamdan bahsedeceğim.
MÜZİK:
Malumdur, “ölçü de neymiş, şiiri kalıplara sokan, özgürlükten mahrum
bırakan feodal bir adettir bu. Kafiye de öyle, ucuz feodal işler bunlar.
Şiir serbest olmalıdır.”şeklindeki moda görüş hayli zamandır baskın.
Şiirin serbest olması ile gelişigüzel olması arasındaki farkı kavrayamayan
bu zihniyet bu hesapla şiirle düz yazı arasındaki farklı açıklayamaz. Düz
yazının da çarpıcı, etkili olması söz konusudur, mümkündür ama şiir başka bir
şeydir. Neydir?
Çok basit. Şiirin müziği vardır. Vakt-i zamanında akıllı birileri boş
toprak testilere vura vura ölçü diye bişi icat etmiş, bir şablon. Bu şablona
uyulduğunda metin otomatik olarak ahenk kazanıyor. Bi çeşit kolaylık yani.
Nitekim Attila İlhan “ölçülü şiir yazmak kolaydır çünkü önünüzde size yol
gösteren bir şablon vardır. Asıl zor olan serbest yazmaktır çünkü serbest şiir yazarken
her seferinde yeni bir ölçü icat etmek zorundasınızdır.” der.
Ahengin ölçü ve kafiyeden ibaret olduğunu zanneden bir kafa da vardır,
yanlıştır. Başka pek çok şey vardır ahengi belirleyen-etkileyen. Müzikten
bahsediyorsak eğer, şiirin ses birimi hecedir. (Anlam birimi kelime) Hecelerin
ses özellikleri ve sıralanış şekillerini notaların arka arkaya dizilip
senfoniyi oluşturması gibi düşünmek mümkün. Bununla beraber cümlelerin
uzunluk-kısalığı ve birbirleri ardına diziliş şekilleri de ahengi çok etkiler.
Çok! Redif, ses yinelemeleri vs. daha pek çok şey ahengi etkiler-belirler,
oldukça karmaşık bir iştir bu bakışla ahenk. Meraklısı şu kitabı okuyarak
kafasını karıştırabilir, üniversitedeyken okumuştum. Öööğ gelmişti artık
detaylardan ama faydalı bir eserdir:
http://www.idefix.com/kitap/siir-dili-ve-turk-siir-dili-dogan-aksan/tanim.asp?sid=PVJHXDZNSD2DYOLG5PYT
Bu konuda Mehmet Kaplan’ın şu kitapları da çok iyidir:
http://www.idefix.com/kitap/siir-tahlilleri-2-cumhuriyet-devri-turk-siiri-mehmet-kaplan/tanim.asp?sid=IIWETH3EOI6I77BSRN8V&gclid=CLvVlMCn_sgCFePnwgodsVEFjA
Nazım Hikmet’in Türk şiirine getirdiği güzellik ritimdir. Bu kısa rubai de
hem ritim hem melodi bakımından şaheser bir örnektir. Adamın ölçü
kullanmadan elde ettiği müziğin muhteşemliği fark edildiğinde sadece anlamdan
ibaret metinlerin aslında şiir falan olmadığı çok kolay anlaşılır. Ama dediğim
gibi…bunun için bu rubaideki üst düzey müziği duyabiliyor olmak gerek.
Nazım Hikmet ölçü kullanmadığı için “yeni” sayılıyor. Özellikle Garip
Akımı’ndan sonra “aslolan”mış gibi orta yere kurulan “çağdaş” şiirin temsilcisi
sayılıyor. Değil!
Eski zamanlar... Çok solcu bi kız vardı. Şiiri de çok sevdiğini söylüyordu,
Nazım Hikmet’in de baş hayranıydı falan. O bilindik cümlelerle Divan
Edebiyatı’nın feodal zümrelerin köhnemiş bişileri falan olduğunu anlatıp
duruyor, doğru örnek olarak da Nazım Hikmet’i ballandırıyordu. Bi gün şöyle bir
konuşma geçti aramızda:
Ben: “Akrep gibisin kardeşim” şiirini bilir misin?
O : E herhalde yani, bayılırım.
Ben: Orada “hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balık” der, doğru
mudur?
O : Evet.
Ben : “Neden ‘hani’ diyor orada? ‘Hani’ dediğine göre bilinen bir balıktan
bahsediyor olmalı. Bir gönderme var. Neden bahsettiğini biliyor musun?”
O : Haklısın, ama bilmiyorum neden bahsettiğini.
Ben : Hayali’nin “cihan ara cihan
içindedir arayı bilmezler, ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler."
beytine gönderme yapıyor orada Nazım. Sen bilmiyorsun ama Nazım Divan Edebiyatı
bilirdi..
O : ……
Samimi bir şekilde şok oldu, şok olduğunu da gizlemedi. Hak da verdi bana,
öğrenmeye açık biri olduğu için ufku genişlemiş oldu az da olsa.
Başka örnekleri de var.
“Dost bivefa, felek birahm, devran bisükun,
Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, tali zebun.”
Bu Fuzuli’ydi.
Bu da Nazım Hikmet:
“Deeeert çok, hemdert yok.
Yüreklerin kulakları sağır.
Hava kurşun gibi ağır.”
Netice-i kelam. Nazım Hikmet özlü şairdir. Müzikten de çok iyi anlar. Onu
müzikten bihaber yenilerin yanına koymak çok büyük haksızlık olur. O, müziği
bilen eskilerin devamıdır. Ve kendisinin bir “devam” olduğunun çok farkındadır.
Kraldan çok kralcı hayranlarının bunun ayrıtında olamayışı…önemsizdir.
Müzikle ilgili bi iki bişi daha… şiirin içindeki müziği süzebilen insan
sayısı oran olarak her geçen gün azaldığı için bu işin artık ne alıcısı ne
satıcısı kaldı. Okur olsa bile farkında olamayacağı için müzik aramıyor, bu
müziği dizayn edebilecek kabiliyette şair de ya yok, ya perakende. Bir kültür
öldü. Şiirden önce şiirin müziği öldü, şiir de müziği öldüğü için öldü zaten.
Peki bunca şiirsever, şair ne yazıyor-okuyor? Bütün çarpıcılığını anlam
üzerinden kazanmaya çalışan metinler üretiliyor artık sadece. O çarpıcılık da
çoğu zaman sıfat tamlamalarına boğulmuş metinlerdeki bir şartlı refleks
duygulandırmadan ya da bir kelime oyunundan ibaret. O yere göğe sığdırılamayan
Cemal Süreyya, Can Yücel benzeri pek çok şair de bu dediklerime dahil. Arada
güzel bir iki bişi söylemişler ama müzik yok, şiir yok! Tumturaklı lafla şiirin
birbirine karıştırıldığı, tumturaklı lafın şiir zannedildiği yoksulluk
yıllarındayız.
ANLAM:
Rubaiyi tekrar yazasım var:
“Öptü beni : “Bunlar, kainat gibi gerçek dudaklardır,” dedi.
“Bu ıtır senin icadın değil, saçlarımdan uçan bahardır,” dedi.
“İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde :
körler onları görmese de, yıldızlar vardır.” dedi.”
Seçilen kelimelere dikkat edilirse var olma halinden bahsediliyor ısrarla.
Soyuttan somuta doğru bir anlatım, soyutu adeta somut gibi algılatmayı başaran
bir ifade.
Necip Fazıl da çok iyi becerir bu soyutu somut gibi algılatma işini,
canlı-orijinal benzetmeleriyle benzersiz bir şairdir. Örnek:
“Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence. “
Fikir çilesi gibi soyut bir şeyi anlatırken seçtiği kelimelere dikkat
isterim…Muhteşem!
Çok tanrılı zamanların paganist bakışında “gökyüzünde ne varsa yerde onun
karşılığı vardır.” inancı vardır. Kainatı gözleye gözleye bu sonuca varmışlar.
Astroloji vs. o sebepten bu kadar eski ve her yerde kendini gösteren bir
şeydir. İnsanın doğayı en temel algılayışıdır bu.
Tuhaf bir şekilde bilimsel karşılığı da var bunun. Uzaydaki sistemlerle
atomun sistemi bire bir aynı. Birbiri etrafında dönen kütleler, kendi
aralarında büyük boşluklar, yörüngeler, dönmek, spiral vs. Makro sistemle mikro
sistem aynı kafada. Nasa’nın uzayda aradığı ile Cern’in atomda aradığı aynı
şeydir belki de…
Tasavvufta da bu motifler yoğun olarak mevcuttur.
Varlık, var olma, hayat, doğum, cinsel birleşme. Bin yıllardır birbiri
içinde algılanan kavramlardır bunlar... Pagan kültüründe de, İslam’da da
tasavvufta da yüceltilen kavramlardır. Fakat pagan kafası bu kavramları
doğrudan tanrı olarak nitelemiş iken İslam “Allah’tan gelenler” şeklinde doğru
yerine oturtmuştur bu kavramları. Pagan için amaç ike İslam doğru şekilde
sadece araç olduklarını ifade etmiştir. Denizin içindeki denizi bilmeyen
balıktır pagan, İslam denizi bilir. İslam’ın putu sevmeyişi, ruhbanlığa karşı
oluşu doğrudan eski yanılgılara bir reddiyedir.
“Kainat gibi gerçek dudaklar” ifadesini böyle okumak gerek. Rubaide örtülü
bir erotizm var. “Öptü beni” diye başlıyor zaten. Bu erotizm, doğum, hayat, var
olma kavramlarının başlangıç noktasıdır.
Koku soyutla somut arasında muhteşem bir köprüdür ve ayrıca çok etkili bir
şeydir hem maddi hem ruhsal olarak. İkinci dize tamamen kokuya ayrılmış. Itırın
kokusu için “senin icadın değil” derken “sen bunu kafanda yaratmadın yani soyut
bir algıdan-fikirden ibaret bir şey değil bu koku… saçlarımdan geliyor ve
saçlarım kadar somut-gerçek bir şey bu koku” diyor.
Henüz ana rahmine düşmemiş bir çocuğu “soyut” yahut “yok” diye tarif
edersek o soyutun-yokun somut bir bebeğe dönüşmesi sürecinin, var olma
sürecinin erotizmle ilgisi kendini çok belli eder.
“Dehr” diye bir kelime var. Tasavvufi bir kelime.. Anlaşılması zor
bir kelimedir. Farklı farklı manalarda kullanılıyormuş gibi görünür ama aslında
hep aynı anlamdadır. Günlük Türkçe’de karşılığı yoktur. “Olan bütün
zamanların tümü” demek aslında. Bu haliyle sadece Tasavvufi değil aynı zamanda
kuantum fiziğini de doğrudan ilgilendiren bir kelime. “Dünya” manasında da
kullanılır ama kasıt farklıdır aslında. “Doğmak, dünyaya gelmek” demezler de
mesela “dehre gelmek” derler. Orada dehre gelmekten kastedilen içinde
bulunduğumuz insani zaman boyutuna gelmektir. Pek çok zamanın içindeki bir
zamana düşmek, dünyaya düşmek. Ruh olarak yaratılmış olmaktır asıl kastedilen.
Ruhların biz doğmadan yaratıldığı ve ölümden sonra bir hayat olduğu göz
önüne alınırsa daha iyi anlaşılır. Örnek, Ziya paşa’nın şu muhteşem beyti:
“Azade-ser olurdum asib-i derd ü gamdan
Ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı”
Hah işte, bu dehre gelme halini, yaratılma hali, doğup bu dünyaya gelme
hali, yoktan var olma hali, yahut varlığın farklı bir şekilde tecelli etmesi
şeklinde algıladığımız anda mesele anlaşılmıştır. Koku gibi var mı yok mu belli
değil (bellidir aslında, somut partiküller söz konusu ama göz göremiyor. “Göz
göremiyorsa yoktur” kafası vardır insanda. Koku var mı yok mu kafası karışır
insanın) bir şeyden bahsetmese olmazdı…. Koku yokluktan varlığa bir köprü gibi,
önce yok sonra var bir şey ve kaynağı ıtır falan değil saçlar…erotik işler.
Itır gibi güzel koktuğuna göre de güzel bir şey olmalı bu “var olma”.
“İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde, körler onları görmese de
yıldızlar vardır” dizesi için artık bir şey söylemeye gerek bile yok.
Gökyüzünde ne varsa yerde karşılığı vardır, türküdeki “kainatın aynasıyım madem
ki ben bir insanım” sözü de gelişigüzel söylenmiş bir söz değil. İnsan tüm
“var”ın içinde var olan bir “var”dır, müstakil değildir, bağlıdır. Bu müstakil
ile bütün, parça ile bütün arasındaki ilişkiyi anlatmaya başlarsam aşkı
anlatmış olurum…ama konumuz aşk değil.
Rubaide tek bir tane bile sıfat tamlaması olmayışına da dikkat etmek gerek.
Eskiden de vardı artık iyice boku çıktı bu sıfat tamlaması işinin. Adam
“gece” yazamıyor mesela tek başına, illa “uzun gece”, “uzun karanlık gece” diye
betimleyecek. Hastalık gibi bir şey bu! Efil efil esen rüzgarlar, soğuk
yalnızlıklar, hüzünlü bakışlar vs. cirit atıyor tüm metinlerde. Bu yoğun sıfat
kullanımından elde edilmeye çalışılan şey şartlı refleks bir duygulanmadır.
Adam sanıyor ki gecenin uzunluğunu belirtirse duygulanacam birden gece uzun
diye! “Gece”yi tek başına kullanmaya g.tü yemiyor…Sonuna kadar okumak niyetiyle
başladığım pek çok metni bu sıfat tamlamalarından ötürü yarıda hatta başta
bırakıyorum, midem kaldırmıyor! Tek sebep bu değil tabi, minnacık fikir için
sayfalarca yazılan keçiboynuzu türünden metinleri okumak…zaman kaybı!
Toksindir sıfat. Çok fazla kullanılırsa metni zehirler, okunmaz hale
getirir. Her yeri eşya dolu aşırı süslü bir ev gibi düşünün. Pavyon gibi
rengarenk ışıklandırılmış falan. Oturması sıkıntı verir insana o ev. Sadelik,
yalınlık, zarafet…güzel şeylerdir bunlar. Özlüdürler, yorucu değildirler
bilakis ferahlatıcıdırlar. Japonlar’a sormak lazım özellikle bunu, en iyi onlar
biliyor bunu. (Gerçi onlar da bozuldu artık nispeten.)
Netice itibariyle Nazım Hikmet hiç sıfat tamlaması kullanmadan, pırıl
pırıl, muhteşem kelime seçimleri ile soyutu somutlaştırmayı başarmış muhteşem
bir rubai hediye etmiş bize. Kendi adıma müteşekkirim.