Atilla Atalay’la tanışmam eskidir, 1985. O yıl düzenli olarak Gırgır dergisi almaya başlamıştım, (ki 20 yıl boyunca hayatımda yaptığım en düzenli iş haftalık mizah dergisi almaktır, her hafta 1-4 adet (dönem dönem değişti sayı, 4’e kadar çıktığı olmuştu) dergi okudum hiç aksatmadan) “haftanın lakırdılukurdusu” diye bir hikaye köşesi vardı Atilla Atalay’ın. Sonra kitabının çıktığını gördüm, nasıl olsa okuduğum hikayelerdi hepsi… alsa mıydım? Ne olur ne olmazdı, aldım. İyi ki de almışım çünkü onu gözümde asıl değerli kılan hikayeler kitapların son bölümündeki birinci tekil şahıstan anlattığı, başından (muhtemelen ya da kısmen) geçmiş hikayelerdi ve hiçbir dergide yayınlamıyorlardı. Bu hikayelerin diğer özelliği de sadece komik değil aynı zamanda hüzünlü olmalarıdır. Gülerken gülerken tak diye dondurur, dağıtır sizi, neye uğradığınızı şaşırırsınız. Ağlarken gülmeye devam da edersiniz, şizofren yapar adamı!
Ağlama dolabı kitabı bu son bölüm hikayeleri bakımından en favorim olandır. (13-14 kitabı var toplam sanırım) Sondaki 3 hikayenin her biri Atilla Atalay’a göre oldukça uzundur. (sırasıyla 17,20 ve 36 sayfa)
İlk hikaye “ağlama dolabı” içlerinden en az sevdiğimdir ama kitaba adını vermiş hikayedir. Bu hikayede bebek çıngırağının ne işe yaradığını, avm’lerle ve müşterileriyle ilgili bilimsel istatististikleri, “ağlama dolabı” diye bir şeyin var olabileceğini ve çeşitlerini, hayatla tahmin oyunu oynamanın tehlikelerini…ve bir avm’nin “mağazamızda görmek istedikleriniz defteri”ne ne yazılırsa yamulacağınızı öğrenirsiniz.
Hayat istatistiğe gelmez…hele de kafasına göre çalışan bir yüreğiniz varsa…
Sonra “İnsan Kalma Alıştırmaları” var. Tutunamayanlar’ın özeti gibi bir şeydir bu ama daha somut daha canlı ve daha lezizdir. Mukayese etmek çok saçma biliyorum ama…etmiş bulundum. Planımda pasaj aktarmak yoktu ama girişini aktarsam iyi olacak:
“Öncesi var da, nasıldı tam hatırlamıyorum.
Olan şu ki; üç adam delirtici kırmızılıkta perdeleri içeriye gün ışığı sızdırmayan mağara gibi bir eve sığınmış dışarıdaki hayatın dinmesini bekliyorduk. İşsizdik. Hayatın orasına burasına CV’ler yazıp yolluyorduk. CV’nin Türkçesi tam olarak nedir bilmiyorum. Çünkü isteyenler “CV” diye istiyordu hayatımızı. Bildiğimiz bilgisayar dillerini, çalıştığımız yerleri, hayırlısıyla mezun olduğumuz okulları İngilizce olarak kağıda dökerken radyoda Aydın dolaylarından “Koca Arap Zeybeği” çalıyordu. Sigara içtiğimizi gizliyorduk, İngilizcemizin esasen “Elleme körolası Arap uykularda adam vurulmaz.” cümlesini çevirmeye yetmediğinden asla söz etmiyor, niyeyse istedikleri vesikalık fotoğraflarımızı CV’lere iliştirirken gözlerimizdeki yorgun çaresizliği okumalarından korkuyorduk.”
Herkesin anladığı ve beklediği anlamda “hayat başarılısı” olabilmek için yeterince yırtıcı olamayan, yeterince kendilerine yabancılaşamamış bu aslında yetenekli gençler hayat tarafından merkezkaç kuvvetiyle fırlatıldıkları köşede beklemekte, izlemekte, şaşırmakta…ve değersiz hissetmektedir. “Kendini bir product gibi düşünüp patrona nasıl pazarlayacağın ve sunacağın konusunda stratejiler geliştirmelisin” diyen modern milenyum yaratıklarıyla “Eee, okul da bitti. Nerde çalışıyon sen şimdik? Nikah, nişan öyle bir şey var mı?” diye soran şişko mahalle teyzeleri arasında bir yerlere sıkışıp kalmışlardır. Paraları yoktur ve “insan en az uyurken yük olduğu için” vakitlerinin çoğu kırmızı perdelerin ardında uyumakla geçmektedir.”İçip televizyondan ‘dışarı’ bakıyorlar”dır. “Kırmızı perdelerin arkasındayken bir salağa ‘salak’ deme konusunda hepten dilsizleştiklerinin” de farkındadırlar…ve herkesin onlara her şeyi deme hakkı vardır…
Firar girişimleri de olur elbette ama tahmin edileceği üzere sonuç hep başarısızlıktır.
Enfestir…Kendinize ait bir “insan kalma alıştırması” yok ise bu 20 sayfalık hikayeyi kullanabilirsiniz.
En sevdiğim hikaye ise en sondadır, en uzun olanıdır, adı “Patlıcan Zamanı”dır.
Bir “olmaz aşk” hikayesidir. Bunun olurunu tarif eden bir “doğruluklar cetveli” her daim başımızın üzerinde durduğu için de bir manada “tutunamayanların özel hayatı”dır anlatılan.
19 yaşında iken kendisinden yaşça büyük bir “mavi göz sahibesi” marifetiyle içine düştüğü “olmaz aşk”ın tersi versiyonunu yaşamaktadır yazar. Yıllar ne çabuk geçmiştir, roller ne çabuk değişmiştir.
Kendisine “doğru” yolu gösteren çocukluk arkadaşı ile girdiği tartışma için şöyle der:
“Bu sıradan bir tartışma olsaydı olay yerini baygın terk eden ben olurdum. Gelgelelim, bu mevzudaki tartışmaların galibi insanlık tarihi boyunca, hissettikleri nedeniyle ‘aklı beş karış havada olan’ taraftır. Çünkü konu gereği tartışmanın en sağlam argümanı, böyle bir argümanın olamayacağıdır.”
Ama hayatı sırasıyla yaşama gerekliliği konusunda “kendisinin iyiliği için konuşanlar”dan aldığı ters darbelere dayanamayarak Ufaklık’a (kızın adı hikayede böyle geçiyor) bunu böyle olamayacağını yetişkin ve sorumluluk sahibi bir insan olarak söylemek zorunda kalır. “Ufaklık ağlıyor, konuşuyor, saçlarını kulağının arkasına atıyor, tırnaklarını yiyor; gözleriyle beni rehin almış saat başı içimden bir şeyleri öldürüyor.”
Bu akil insanların kendi cephesinden olanlarına karşı yüreğine dayanarak pek güzel direnir de…karşı cephenin akil insanı “Aşk, şu boktan hayata karşı koyabilmenin en sağlam yolu. Geriye kalan her türlü muhalefet, iktidara sırnaşmış artık” dedikten sonra “Aktüel’de okudum, en baba aşk 2 yıl sürüyormuş” diye ekleyince…gidecek yeri kalmaz aklı beş karış havada olanın…kolektif ve boktan “değer”lere, “kural”lara boyun eğer. Öyle ya, “şimdi iyiydi hoştu ama, ‘her şey geçer, hayat kalır’dı ” Ufaklık’ı ağlatması da bundandır.
O kalana hayat mı denir, hayat kalmak zorunda olan mıdır, kalsa ne olur, ne nerden ve nedendir?...o kısmını sanmıyorum ki yazar da bilsin. Ama isyan eder, der ki:
“Ya içinde, ya dışındasındır çemberin, kendin içindeyken kafan dışındaysa”
Madem ben çemberin içinden bir yerden Ufaklık’a “artık uzamasın” demiştim… Öyleyse çemberin dışında aklım kalmasındı.
Çember içre varlıkların en yamyamı olacak, çember dışındaki hainlerin üstüne araba sürecek, camlarını taşlayacak, çemberin içindekilere ise kuyruklarda dirsek atacak, karşılıksız çekler verecek, cami önlerinden ayakkabılarını yürütecek; kapılarını çalıp sahte çelik tencereler satacaktım. En fazla bonusu ben toplayacak, kontörlerimi yastık altında saklayacak; takiyye, global, aktivite ne varsa her türlü maskelenmiş adiliği yapıp hayattan takdirname alacaktım…
Çember esnafının arzusunu yerine getirip bir dengimle çiftleşince, çay bahçesinde “Aileye mahsus yerlerde” oturabilecek, karım çift kaşarlı tost yerken yan taraftaki kızları kesecek, yakalanırsam kızlara “oronsbu bunnar” erkeklere “inbe bunlar, alayı it” deme hakkına sahip olacaktım.
Geceleri, asayiş aramalarında arabamı durdurmayacaklardı… “İçinde dengi dengine bir aile var” diye kimse kuşkulanmayacaktı. Oysa, ben arabanın bagajında kendi cesedimi taşıyor olacaktım.
Ahhhh!!! Burası işte, tam burası!
İlk seferinde “OYSA, BEN ARABANIN BAGAJINDA KENDİ CESEDİMİ TAŞIYOR OLACAKTIM.” cümlesini okuyunca kitabı kapatmıştım! Neye uğradığımı şaşırmış devamını bir müddet okuyamamıştım. Nasıl bu kadar kısa-öz-net-çarpıcı-estetik anlatılabilir bu…her okuyuşumda tüylerimi en diken diken eden yeri burasıdır. Çember meselesi budur işte, ya yaşamak için öldüreceksin ya da kendi cesedini taşıyacaksın kendi arabanın bagajında, keyif senin.
“keyif senin
istersen talihini billur akıntılarla bir tut
ellerini göğsüne kavuştur
doğu batı kuzey güney diyerek
koştur
bir üç ve beş istersen rom kadehleri gibi
nasıl ki unutulmuşsun
devril
ve bitir maceranı”
Bu da Attila İlhan…bu şiirin bu son kısmı (“bir üç ve beş” şiiri) bana hep bu paragrafı hatırlatır…belki başka şeyler anlatıyorlardır Atilla’lar ama…keyif senin işte, keyif senin…
Hikayeyi anlatmadan hikayeyi nasıl anlatacağımı düşünüyordum, becerdim gibi:) Olaylara ilişkin pek bir şey yok aslında yazdıklarımda, hikayeyi hikaye yapan bir sürü başka şey oluyor, olanları anlatmadan konuyu kenarından...anlatamamışımdır elbette:) Tadı muhteşem bir portakalın tadını anlatmaya çabalıyorum, başarılı olma ihtimalim nasıl olabilir? :)