“Hak-i payine yetem der
ömrlerdir muttasıl,
Başını taştan
taşa vurup gezer avare su”
Fuzuli’nin
Su Kasidesi’nden bu beyit. Bununla ilgili bir şeyler yazacağım ama öncesinde
biraz dolaşacağım.
Şu sürekli
toplu halde uçan sinek gibi böcekler bir iddiaya göre vakitsiz ölmüş birinin
parçalarıymış. Hep bir arada uçmaları aslında bütünlüğü sağlayabilmek, daha
doğrusu bütünmüş gibi hissedebilmek içinmiş. Acı çekiyormuş o böcekler
bütünlüksüzlükten dolayı. Sultan Makamı'ndan bunlar.
İki sebepten
saçmadır bu iddia.
İlki,
asıl böceğin insanın kendisi oluşudur. Yani o tek böcek kadar bütünlükten
uzaktır insan. Kainattaki şu dolanmamız o böceğin şuursuzca uçup durmasından
başka hiçbir şeydir. Şu meşhur cennetten kovulma meselesi işte. Parçanın parçası
da parçadır, biri ötekinden daha küçük diye farklı bir bakış muamelesine tabi
tutulamaz.
İkinci
sebep; “vakitsiz ölüm” tarifinin saçmalığıdır. Kime göre vakitsiz? Japonya’da
ortalama seksen küsur yıl iken hala Afrika’nın bir çok ülkesinde kırk küsur yıl
olan “ortalama insan ömrü” baz alınarak yapılmış nisbi bir tariftir bu. Bunun vakitlisi
ne kadar ki? Kaça olur, kaçta anlaşırız?
Vakitsizliği
böyle yaşsal nicelikte değil de yapılacak işlerin yapılmış olup olmamasında
aramak da mümkün. Buradan da bir şey çıkmaz, makul bir vakitlilik tarifine
buradan da ulaşamayız. Çünkü yapılacak işler bitmez. Hem yapılacak işler
listesini belirleyen kim ki? Adam asıl yapması gerekenleri kendi şahsi
listesine dahil etmemiş olabilir.
Deli saçması
bir iddiayı çürütmek için yapılmış açıklamalar da deli saçması olmaya mahkumdur
biliyorum…ama bu açıklamalar derdimi anlatabilmek noktasında işime yarıyor. Şöyle
ki; “vakitsiz ölüm” kısmı saçma tamam ama bir aradaymış, bütünmüş gibi
hissedebilmek için birbirine yakın uçan böcekler meselesi çok mühim. Bu böcekler
biz vakitsiz ölünce falan değil biz yaşarken uçanlardır…
Nereye
uçuyor peki bunlar? Aradıkları sanki o taraftaymış gibi büyük bir kararlılıkla
bi tarafa doğru uçar bunlar, sonra birden döner geri uçmaya başlarlar. Sonra sağa,
biraz kuzeye, yukarı, aşağı…yaptıkları şey aslında çok da büyük olmayan bir
metrekarede şuursuzca dolanıp durmaktır. Onları dışarıdan izleyen biri bu
şuursuzluğa, amaçsızlığa, dahası kaybolmuşluğa kolayca şahadet edebilir ama o
böcekler asla kabul etmezler…kaybolduklarını. Domuzlamasına da kararlı ve
inatçıdırlar.
Pülverize
olmuş su dahi tekrar bir araya gelip damlayı oluşturabilir, o damlalar bir
araya gelip okyanusa dönüşebilir. Yani su parçalanabilen ama parçalanamayan bir
şeydir. Diyor ki Fuzuli; su, sevgilin ayağının toprağına ulaşabilmek için sürekli olarak
başını taştan taşa vurarak avare avare dolaşır. Ha su ha böcek...ha insan. Avarelik
ortak hünerimiz. Ve bütünlükten uzaklığımız.
Dağlardan
aşağı inen dereler, nehirler sonunda denize ulaşır. Parça sonunda bütüne dahil
olup bütün olur.
Mühim bir ayrıntı:
İnsanın insana duyduğu aşkın bir sonunun olmaya mahkumluğunun sebebi, iki parçanın bir araya gelmesinin bütünü oluşturmaktaki yetersizliğidir. Okyanusa ulaşmadıkça dinmez damlanın hasreti, iki damla su ise bir okyanus etmez. Ama iki damlanın bir okyanus edebileceği sanrısı insanın en tabi sanrısıdır. Etmediğini anlaması zaman alır, o zaman dolunca da "aşk bitti" denir. Halbuki "ölen hayvan olur, aşıklar ölmez" di mi? :) Yunus'un buradaki kastı tabi ki okyanustur, ilahi aşktır.
Suyu
hareket ettiren güç, yer çekimidir. Suyun hareket etme sebebi okyanusa
ulaşmaktır. Yolu dolaşıktır, yönü değişkendir ama asli hedefi hiç değişmez:
bütün olmak.
Yer
çekimi aşktır. Eski adı daha güzeldi bunun, aşka daha uygundu çünkü. “Cazibe-i
arz” derdi eskiler şimdi yer çekimi dediğimize.
Şu
dediklerim tasavvufun özüdür. Felsefenin neden hiç bitmeyecek bir şey olduğunun
da cevabıdır. Tasavvuf, felsefenin bittiği yerde başlar.
Velhasılı…biz
bütünün hasretiyle yanan şuursuz parçalar… küçük metrekarelerimizde büyük bir
ciddiyet ve kararlılıkla amaçsızca dolaşırken…içimize aşkın düştüğünü
söyleyenler olur. İnanmayın, yalandır. Çünkü aşk içimizde değil, biz aşkın
içindeyiz.
Not: Su
metaforu mühim. Zor anlayanlar için tane tane karşılık yazasım var:
Kural:
parçanın en temel eğilimi koptuğu bütüne tekrar kavuşmaktır. Sılayı özleyen
gurbetçi gibi.
Deniz:
Bütün,
Suyun deniz yüzeyinden buharlaşarak gökyüzüne yükselmesi: Ruhun ait olduğu
bütünden kopması, ayrılık. Bu ayrılığın yer çekiminin hilafına oluşu mühim,
Damla:
insan,
Yağmur
damlasının bir dağ başına düşmesi: Doğum, dünyaya düşme,
Yer
çekimi: Aşk,
Damlanın
yer çekiminin emrinde başka damlalarla birleşip, giderek büyük akarsulara
dönüşerek sonunda denize dökülmesi: Ömür.
Denize dökülme: Ölüm. (Mevlana "şeb-i arus" diyor.)