“Stocholm Sendromu” dersem herkes hemen anlar ama bu
sendrom biraz özel bir durumun ifadesidir, vakt-i zamanında Stockholm’de
gerçekleşmiş bir rehin alma vakasından sonra ortaya çıkmış bu tabir.
Bunun psikolojide daha genel bir adı var: kurbanın
saldırganıyla özdeşleşmesi.
Şöyle bir şeymiş bu özdeşleşme, aynen copy-paste yapıyorum:
Sürekli şiddet yaşamanın bir sonucu olarak kurbanlar saldırganla
özdeşleşmeye ve bir hayatta kalma stratejisi olarak onun için hareket etmeye
başlayabilir. Kurbanın iradesinin saldırgana bağlı olması gönüllü bir karar
değil, şiddetin doğrudan sonucudur. Travmatik bağlanma
süreci… (Appelt,Kaselitz, Logar 2004) “Şiddet uygulayanın ilk hedefi
kurbanı köleleştirmektir ve bu amaca kurbanın hayatının her alanında despotça
bir denetim kurarak ulaşır. Ancak salt boyun eğme onu nadiren tatmin
eder; suçlarını haklı göstermenin psikolojik ihtiyacı içindedir ve bunun için
kurbanın onayına ihtiyaç duyar. Bu yüzden durmaksızın kurbanından saygı minnet
ve hatta sevgi göstermesini talep eder. Saldırganın nihai hedefi gönüllü bir
kurban yaratmak gibi görünmektedir”. (Herman, 1992)
Öyle çok fantastik filan bir şey değildir bu özdeşleşme,
hepimizin pek çok kez şahit olduğu bir şeydir, hatta kurban rolünü de saldırgan
rolünü de oynamış-oynuyor olabiliriz. Bu sıradanlıktan dolayı çok önemli bir
şeydir bu özdeşleşme. Ebeveyn-çocuk, amir-memur, karı-koca vs gibi ilişkilerde
dikkatli bakarsak görebiliriz. Şu şiddet-aksiyon filmlerinde bolca gördüğümüz “sinmiş”
karakterler de bu özdeşleşmenin mağdurudur genelde.
Alıntıladığım paragrafta dikkat edilmesi gereken nokta,
kurbanın bu köleliği bir hayatta kalma stratejisi olarak benimsiyor oluşudur. Kurban
bencil yani, kendini düşünüyor, hayatta kalabilmek için gönüllü olarak köleliği
benimsiyor, bunun çalışma mekanizmasını anlamak çok mühim.
Nerden geldi aklıma bunlar?
Zeyno Erkan diye bir kız var, Zarrab davasından canlı
yayın yapıyor, ben de ondan takip ediyorum davayı. Böyle heyecanla ve biraz da
mahalle diliyle anlatıyor da anlatıyor. Mahalle ağzı kullanması biraz ilginç
çünkü kız Boğaziçi Uluslar Arası İlişkiler mezunuymuş, öyle bir bölümü
kazanabildiğine göre oldukça zeki olmalı, bitirdiğine göre de oldukça
donanımlı. Yani bu kızın kendisini batılılar karşısında ezik hissetmesi için
sebep olmamalı bana göre, çoğundan zeki ve donanımlı çünkü…ancak hal ve
hareketlerinde batılılar karşısında ezik hissetmeye varan bir batı hayranlığı
çok bariz görülüyor.
Hani “adamlar bi makine yapmış, adamlar bi araba yapmış,
adamlar yapmış abi” gibi cümlelerde bolca kullandığımız o “adamlar” kalıbı var
ya…kızın Batı’ya karşı duruşu tamamen o “adamlar” kalıbı üzerinden. Bizim
mahkemeler tırtmış ama adamların mahkemeleri off ne süpermiş filan.
Bizim mahkemeleri tabi ki savunamam da Abd mahkemelerinin
siyasetten ya da nüfuzdan bağımsız olduğunu düşünmek çok büyük saflıktır. Ben
demiyorum bunu sadece kendileri de diyor, “And Justice For All” filmini izleyin
de görün bakalım “adalet”ten anladıkları neymiş? Ki orada anlatılan adi vakalar,
Abd menfaatlerini ilgilendiren davaları varın siz düşünün.
Bu Abd denen ülkenin dünyada haksızlık etmediği, canını
yakmadığı halk yoktur herhalde! Kızılderililer’den başladılar, güçlendikçe
dünyaya yaydılar adaletsizliklerini-zulümlerini. Demokrasi götürüyoruz diye çok
cinayet götürdüler. Toplam kaç ülkede kaç tane darbe yaptı Cia, kendi bile bilmiyordur.
Bırakın dünyayı, Türkiye’ye ettiğini zulümleri anlatan kitapların sayısı bile
1000’den fazladır. Abd bu zulmetme-katletme işinde o kadar pervasızdır ki nasıl
zulmettiğinin filmini çeker oradan da para kazanır, saklamaz yani
adaletsizliğini, caniliğiyle övünür resmen.
Avrupa dersek o daha da fena, çok sağlam kan içicidir,
Afrika’nın hali ortada.
Batı zulmetme işini, adaletsizliği iyi bilir, profesyonel
zalimdir.
Bu kan içmeyi çok iyi bilen “efendi”nin gücünü hafife
almak elbette ki aptalca olur ancak hayranlık neden? Hah işte o hayranlığın
sebebini tepede açıkladım, bu bizimkisi olsa olsa saldırganıyla özdeşleşmekle
açıklanabilir. Hayatta kalabilmek için efendimizin zulüm tekniklerine hayranlık
besliyoruz. Dünyayı yöneten akıllı abiler bu psikoloji işlerini iyi bilir, “gönüllü
köleler” olmamız için gerekli her şeyi inceden inceye hazırlarlar, toplum
mühendisliği dedikleri zıkkım işte.
Ezcümle “Batı hayranlığı” dediğimiz şey aslında “kurbanın
saldırganıyla özdeşleşmesi”nden başka bir şey değildir. Cümlenize “adamlar”
diye başlarken bir daha düşünün.
Şu günlerde görülmekte olan Zarrab Davası'nın durumu şu: Abd’nin kendisi nükleer silah yapıyor
(hatta bunu kullanmış tek ülke, Hiroşima) ve nükleer silah yapıyor diye İran’a
ambargo koyuyor. Bu ambargo anlaşmasına bize de imza koydurtuyor. İran bizim
komşumuz, sıkı ticari ilişkiler geliştirmemiz son derece beklenen, yani bu
ambargodan ticari olarak ambargoyu koyan Abd etkilenmez iken Türkiye fena halde
etkilenmek zorunda çünkü İran bize komşu…Şili ambargosu değil ki deldiğimiz,
komşumuzun ambargosu di mi?
Ve şimdi bu hukuk tanımaz ülke o ambargoyu deldik diye
bizi yargılıyor. Tam bir güçlünün kendini güçsüze dayatması. Bunu da mahkemede
yapıyor, adalet adına yapıyor. Buraya kadarını anlarım da… öz be öz Türk
vatandaşlarının “Abd ağzımıza s.ççak” diye edebiyat yapması tuhaf değil mi?
Ulan bizi yargılayan devlet, adaletin ırzına geçme işinde usta bir devlet, biz 40 yılın
başı bi ambargo delmişiz çok mu di mi?
Tabi Türk halkının midesini haklı olarak bulandıran şeyler
de var: rüşvet.
Egemen Bağış’ın o “aklandığı” Meclis oylamasındaki oyunu
atarkenki artis tavırları insan olanın midesini bulandırmaz da ne yapar? En öz işimiz paçozluk, aşağılık şeyleri çok
kolay benimsiyoruz. Yahu senin rüşvet aldığın kayıtlı-belgeli, azıcık yüzün
kızaracağına bir de oyu artis tavırlarla atmak nedir di mi? Çağlayan, Güler,
Bağış, Zarrab ve diğer pek çok kişinin korunmasının halkta tiksinti oluşturması
son derece doğaldır. Ancak suçluların cezasını vermesi için Abd mahkemelerinden
medet ummak…tuhaf bir psikoloji değil midir? Adalet beklediğin ülke adaletin
ırzına geçmede en usta devletlerden, bu nasıl bir saflıktır öyle ya. Saflık
filan değil bu işte, kurbanın saldırganıyla özdeşleşmesidir bu.
Abd’nin an itibariyle yapmaya çalıştığı davanın sonunda
Türkiye’yi teröre destek veren devlet olmakla suçlamak ve yaptırımlar
uygulamak. Dünyadaki terör örgülerinin büyük kurucusu (El Kaide, Işid, Pyd ve
daha pek çok) ülke bizi teröre destek vermekle suçlayacak, yapılmaya çalışılan
bu. (Pkk’yı Abd kurmadı, Avrupa kurdu)
Davadan öyle bir sonuç çıkartsa bile o yaptırımları BM’den
çıkartamaz, Çin ve Rusya korur bizi. Uluslar arası olmayan yaptırımlarla, kendi
imkanları yaptırımlarla vurmaya çalışacak bizi.
Yazıyı daha da uzatacağım, uzun yazı sevmeyenler zaten
dökülmüştür çoktan.
Tanzimat Fermanı neden önemli bu kadar? Mühim bir soru
bu.
Tanzim: düzenleme
Tanzimat: düzenleme işleri, düzenlemeler…gibi.
1839’daki o ferman birtakım düzenlemeleri içeriyordu.
İşte askere almalar, halkın can-mal güvenliğinin devletin teminatında olması vs.
basit birkaç düzenlemeden ibarettir o ferman. Ancak bu fermanla padişah ilk
defa olarak yetkilerinden kısmen feragat ediyordu, bu feragat mühimdir.
Tanzimat Fermanı’nın maddeleri doğru dürüst uygulanmamıştır,
göstermelik kalmıştır. Hem basit birkaç düzenleme hem de uygulanmamış, niye bu
kadar meşhur o zaman bu ferman?
Bu tür düzenlemeler tarihte hep halk isyanı gibi
zorlayıcı sebepler sonucunda ortaya çıkmıştır. (İlki ve en meşhuru: Magna
Carta, 1215, İngiltere) Yani şartlar kralı zorlamıştır da kral mecbur kalmıştır
taviz vermeye. Osmanlı’da da pek çok halk isyanı var ama tamamına yakını
sertlikle bastırılmıştır, “asi”ye taviz vermemiştir Osmanlı. 1839’da bir isyan,
padişahı zorlayan bir durum da yok, niye durduk yere padişah yetkilerinden
kısmen feragat etmiş ki?
Olay şu: Kendisini tek lokmada yutmak isteyen genişlemeci
Rusya tehdidine Osmanlı kendi imkanlarıyla karşı koyamamaktadır ve bu konuda
İngiltere’den destek aramaktadır. Osmanlı’nın Ruslar’a karşı tarihte tek bir
galibiyeti bile yok ve 1800’lerde güç dengesizliği Ruslar’ın lehine iyice
artmış. İngiltere de koruyor Osmanlı’yı (kuyruğundan ayrılmayan Fransa’yla
beraber) ama Osmanlı babasının oğlu olduğu için değil, iki sebepten:
1- Geniş
Osmanlı topraklarının güçlü Rusya’ya geçip Rusya’nın deve dönüşmesini
istemiyor, toprakların zayıf bir devletin elinde durmasını tercih ediyor,
2- Bu
koruma Osmanlı’nın iç işlerine karışmak hatta Osmanlı’yı bir uydu devlet haline
getirmek için mükemmel fırsat.
Ferman’dan bir yıl önce (1838) imzalanmış
İngiltere-Osmanlı serbest ticaret anlaşması da bu bakımdan mühim. Salaklığa
bakar mısınız, Sanayi Devrimi'ni gerçekleştirmiş İngiltere ile tarım ülkesi
Osmanlı ticaretlerini serbestleştiriyor, sömürge olmayı kabul etmek gibi bir
şey bu. Keyfinden mi kabul ediyor Osmanlı sömürge olmayı, hayır, Rus
korkusundan kabul ediyor, hayatta kalmak için kabul ediyor.
İşte Tanzimat Fermanı’nın önemi buradadır, maddelerini
İngiltere-Fransa yazmıştır, Osmanlının “bağımlı devlet” olmayı kabul etmesinin
gayri resmi ifadesidir Tanzimat Fermanı. Yoksa padişah deli mi ki durduk yere
yetkilerini kısıtlasın?
1800’lü yıllara bakarsanız Osmanlı’nın pek çok iç işinin uluslar
arası konferanslarda tartışıldığını görürsünüz. Sadece Tanzimat Fermanı değil
Islahat Fermanı (1856) ve meşrutiyet ilanlarında da (1876 ve 1908) İngiltere
etkisi barizdir. İngiltere-Fransa ikilisi 1854 Kırım Savaşı’nda Osmanlı’nın
yanında bizzat Ruslar’a karşı savaşmış, 1876-78 Rus yenilgisinin ardından
imzalanan ağır şartları haiz Ayastefanos Anlaşması’nın daha hafif şartlı Berlin
Anlaşması’na dönüşmesini sağlamıştır. Yani Osmanlı’yı bildiğin korumuştur bu
ikili…daha doğrusu Ruslar’ın yemek saati gelmeden masadaki kızarmış hindiye
dalmasına mani olmuştur. Bu koruma karşılığında da Osmanlı bağımlı devlet
olmayı gayri resmi olarak kabul etmiştir.
Osmanlı bağımlı devlet olmayı kabul ettiği anda dış
politikasının Batı merkezli olmaması, kültür politikasının Batı hayranlığına
dönüşmemesi düşünülemez.
Bu hesapla…adına “Batı” denen “efendimiz”e
bağlılığımızın, hayranlığımızın başlangıç tarihini 1839 olarak belirlemek yanlış
olmaz. Kurban olarak saldırganımızla özdeşleşmeye başlayalı 178 sene olmuş
demek ki.
Tanzimat Fermanı’nın ilanı üzerine Avusturya başbakanı
Metternich’in Osmanlı sadrazamına gönderdiği meşhur bir mektup vardır,
meraklısına bulup okumasını tavsiye ederim. Osmanlı’yı sevdiği için vermiyor o
tavsiyeleri Metternich, devletinin kuyruğu özellikle Balkanlar’da Osmanlı’ya
bağlı olduğu için Osmanlı’nın yıkılmasından çok korkmaktadır da ondan
vermektedir. Tarih Metternich’i haklı çıkartmıştır, iki ülke beraber
yıkılmıştır.
Peki ya Cumhuriyet? Milli egemenliğini kazanmış bir
devlet olarak Cumhuriyet sonrasında Batı’ya karşı milli aşağılık kompleksimiz
hız kesmiş midir? Maalesef hayır. Atatürk’ün yardımcı ilkelerinden olan “çağdaşlaşma”nın
“batıcılık” olarak algılanmasının önüne geçilememiştir. Bu ilke İnönü döneminde
tamamen “batıcılık”a evrilmiştir. 1950 sonrasındaysa Sovyet Rusya korkusuyla
hayatımıza Abd’nin kucağında devam etmişiz zaten.
Yani…178 senelik kurban Türkiye’nin saldırgan Batı’yla
özdeşleşmesi tarihinde kesinti yoktur, hala da devam etmektedir. (“1923’ten
önce Türkiye diye bir şey yoktu” diye ukalalık yapmayı düşünenler olabilir, düşünmesinler,
“Türkiye” tabiri yüzyıllardır kullanılan bir tabirdir, yeni devleti kuranlar o
tabiri direkt devlet ismi olarak benimsemiştir)
Şunun hesabını sormak da akıllıca tabi: Ulan tamam Batı
hayranı olmayalım da bunca yıldır biz ne yaptık ki? Neyi icat ettik, neyi
ürettik? Hayran olmayak da ne yapak?
Kısmen haklı bir çıkış bu…haklı çünkü rüşvet yediğini
sağır sultan bile bilen bir bakanın korunduğu ve korunduğunu bildiği için artis
artis oy kullanabildiği bir ülke burası. Bir bok da icat etmedik, evet.
Tamam da ettirdiler mi?
O Atatürk döneminde var olduğu söylenen uçak fabrikasına
ne oldu? İsmet İnönü, Nuri Demirağ’ın canına uçak yapmayı başardığı için okumadı
mı? Dp dönemi zaten bok! Devrim otomobilini neden gömdü Cemal Gürsel? Aselsan
mühendisleri neden öldürüldü? Eğitim sistemimizin ırzına geçmesi için dizayn
edilmiş Fullbright Komisyonu (kuruluşu 1949) hala aktif değil mi? Gerçek manada
bağımsız olmayı her istediğimizde yumruğu yemedik mi kafamıza? Tamam, iğneyi
kendimize batırırken acımayalım da bu kan içici Batı’nın hiç mi etkisi yok?
Not: aslında siyasi bir yazı sayılmaz ama verdiğim
örneklerden dolayı siyasi oldu mecburen. Bloga siyasi yazı yazmıyordum, istisna
olsun bu.