Şöyle bir fıkra var. Türlü sebeplerle kendini bana
hatırlatır durur bu fıkra.
Minibüslerin, kamyonların arkasında yazılar vardı
eskiden. Şu tarz şeyler:
- Gülü
bir gün, seni her gün seveceğim.
- Bir sana,
bir sabah uykusuna doyamadım.
Aslında içinde, kafasında hiç böyle şeyler olmadığını
bildiğiniz koca koca adamlar böyle tumturaklı şeylerle süslerlerdi arabalarını.
Daha “şey” gözükmek için. Daha ney? Bilmem ki valla…ama olduğu gibi gözükmekten
yahut göründüğünden ibaret sanılmaktan rahatsız abilerdi sanırım. Iceberg
hesabı, güya görünmeyen bir derinliği var falan…yedik biz de :p
Bir psikolog söylemişti bunu bana. Demişti ki: 20 yaşında
kız, elifi görse mertek sanır, bana terapiye gelmiş diyor ki “bana beni anlat.”
Yahu sana ne anlatayım, sıradan piyasa işi sümüklü bi kızsın işte, anlatılacak neyin var ki?
İnternet ortamına “sanal” deniyor ama bilinç altına ayna
tutma özelliğinden dolayı bir bakıma reel hayattan daha reel bir şey aslında bu
ortam…satır aralarına dikkat eden için. Mirc zamanlarında herkesin kendine
böyle şaşaalı, iddialı nickler bulmasından belliydi insanların kendilerinden ne
kadar rahatsız olduğu.
“Hayaller Paris, gerçekler Eminönü” ifadesinden herkesin
anladığı hayaller ile gerçekler arasında uçurum olduğu ve gerçekte uçurumun
dibinde bulunulduğudur. Peki Eminönü’nden rahatsız olmak neden? Paris kadar
güzel olmadığı için mi? Paris güzel mi?
Paris sendromu diye bir şey var. Literatüre
geçmiş, bilinen bir hastalık. Japonlar’da görülüyor. Paris’e ilk kez gelen
Japonlar’dan bazıları Paris’in hiç de anlatıldığı gibi olmadığını, aşk ihtiva
etmediğini, romantizm uyandırmadığını, Louvre’un yeterince muhteşem olmadığını
görünce panik atak gibi bir şeyler geçiriyormuş, nefes darlığı, çarpıntı vs. Atmıyorum,
var böyle bir sendrom gerçekten, Paris’teki Japon büyükelçiliğinde bu hastalık
için özel destek hattı bile varmış.
Paaaris Paaaris, ey aşkın yüce şehri vırt
zırt diye yıllarca dinledikleri şarkılar, ve başka bişiler zavallı Japoncukları
artık nasıl bir beklentiye sokuyorsa gerçekle yüzleşmeleri nefes darlığı falan
yapıyormuş adamlarda, yazıktır yahu. Roma var bi de, o da aşk şehri. Hatta Roma
Konsolosluğu’nda nikahlanmak pek makbul bir şeydir falan. Ben gördüm kendisini, aşk falan yok valla Roma’da,
aşk lazımsa yanınızda götürmeniz gerekiyor. Nitekim o zamanlar ayağımın tozu
ile yazdığım şu yazıda da öyle aşk falan bulamazsınız:
“Ölüler zannedermiş ki diriler her gün helva yiyor.” Çok
severim bu atasözünü. “Körlerin fili tarifi” deyimi var sonra. Pazarlama sanatı,
pazarlama bilimi, reklam endüstrisi, algı yönetimi, imaj çalışması, lanse etme
vs. başka pek çok şey var. Birileri gözümüzün önündeki tekir kediyi öyle
değişik anlatıyor ki zavallı kediyi benekli kaplan sanıyoruz. Bize de yazık.
Her türden potansiyel farkı gerilim yaratır. Fizik kanunudur
bu. Olmak istenen ile olunan arasındaki farkın yarattığı gerilimin muzdaribiyiz
biz. Herkes Paris’in muhteşemliğini anlatmaya-dinlemeye pek bir teşnedir fakat “Eminönü’nün
nesi var ki yahu?” sorusu gündeme bile gelmez.
“Sualler tanzim edilir yaşamaya dair, sorulmaz.”
Her yer bi şeymiş gibi görünümlü başka bi şeylerle dolu.
Adam bir hüzünlü bir hüzünlü, ordan burdan öyle tumturaklı
laflarla, öyle bir ballandırarak anlatıyor ki hüznünü…resmen hüznünü
pazarlıyor, sanırsın satacak! Kendime bakıyorum, ben üzgünüm sadece, öyle mal
gibi sadece üzgünüm.
Bu sözüm ona ince ruhlu, hüzünbaz insanlar aynı zamanda
anlaşılamamış ve haksızlığa uğramış dürüst kişilerdir kesin. İnternet aleminde
üzen görmedim ben hiç, paso üzülen dolu her yer. Ulan iyi de bu üzülenleri
üzenler kim, Ay’dan gelip üzdükten sonra geri kaçan yaratıklar mı var? Varlıklarından
sürekli şikayet edilen bunca yavşak nerede yaşar? Hatun Instagram’daki fotoğrafının
altına (gayet de hoş bir hanım) “öğrendim ki en güzel şey yalnızlıkmış.” yazmış.
Başka fotolarına baktım, değişik değişik pozlar verip paylaşmış bir sürü, güzel
de zaten, hayli dm alıyordur kesin. Yahu madem bu yalnızlığın böyle güzel bir
şey olduğunu öğrendin, yalnızlıktan kurtulmak için bu telaş neden? Tahmin edileceği
üzere pek çok fotonun altında da nasıl da haksızlığa uğradığını falan anlatmakta.
Sonra şu “dostlar”la yapılmış kahvaltıların içerdiği
yüksek dozlu keyif…yine bende bir mallık olmalı ki hiç aklıma gelmedi keyfimi
öyle pazarlamak, ifşa etmek. Çok keyifliysem zaten o keyfi bölüp oraya buraya
paylaşım yapmam ki, hiç yapmadım. Yaşarım ben o keyfi, sadece yaşarım,
kesintisiz yaşarım, başkaları “aman da ne güzel eğleniyorsun sen, aman da ne
mutlusun.” demese de olur yani. Sonra akşam olur eve giderim, bu kadar.
Kitap-kahve konsepti var bir de. Benim bildiğim kitap
dediğin okunur, bu iş bu kadardır. Kitap fotoğrafı paylaşmaktaki onay
beklentisinin, kabul görme isteğinin, olduğundan farklı görünme arzusunun,
kültürlüymüş gibi gözükme arzusunun farkında mısınız? Konuyla ilgili bir
istatistik bu arada, bir Japon yılda ortalama 25 kitap okuyormuş, bir Türk ise
6 yılda 1 kitap okuyormuş ortalama…aradaki fark 150 kat! Aha bu da karikatürü:
Okumak var, okumak var bir de. Okuduğu bir dünya kitaptan
Siddharta’daki kayıkçının nehirden öğrendiklerinin yüzde birini dahi
öğrenemeyen bir insan cinsi var. “Aptalın zekası hafızasıdır.” sözünü
doğrularcasına sadece okuyorlar. Üniversitede biri vardı, ortamlarda filmler
hakkında yorum yapabilmek için film dergilerini takip ettiğini söylemişti,
itiraf etmişti daha doğrusu…şaşırarak baktığımı hatırlıyorum. Hasılı bunca
okuduğunun neticesini bir türlü konuşmalarında göremediğim bir insan cinsinden
bahsediyorum, pek çoğunu şahsen tanıdım. Bununla beraber ışıltılı muhayyilesini
ve kıvrak zekasını kullanarak bildiği pek çok ilgisiz şeyi sofistike bir
şekilde birleştirip beni büyüleyen insanlar görmüşlüğüm de var, kendi cümleleri
ile konuşuyorlardı ve çok değerliydi cümleleri.
“Orantısız zeka” kullanıcıları var bir de. Zekalarının yüksekliğine
dair tespit yine kendilerine ait, körlerle sağırlar birbirini ağırlar durumu. Bir
insanın (hem de topluluk olarak) zekası ile ilgili böyle laflar etmesi
zekasından şüphe duyduğundan başka bir şeyi göstermez. Zekasından şüphe duyuyor
olmasa zekasının yüksekliğinden bahsetme ihtiyacında olmaz zaten. Bunlar her
mevzuyu bir alay etme formatında ele alırlar ki sürekli alay etme modunda
bulunmak depresyonun alametiymiş, ben demiyom bunu uzmanlar diyo, bilimsel
gerçek yani, bana bakmayın!
Neyin depresyonu bu? Neyin yoksunluğunu çekiyoruz ki
böyle bağırma ihtiyacındayız? Neyin acısındayız?
Yukarıda yazmıştım bunun cevabını, olmak istenen ile
olunan arasındaki farkın bizde yarattığı gerilimin sonucu tüm bunlar. Bu
gerilim doğrudan bir yetersizlik hissine, kendi olmama isteğine, özendiği
başkaları gibi olma isteğine sebep oluyor, bu gerilim depresyonun ta kendisi.
Elinde tomar tomar paralarla, altın kaplama mercedes’leriyle
poz verdiği için güldüğümüz şu zengin Araplar var ya…çok da farkımız yok
aslında onlardan. Ne yazık ki yok.
Kültürlüymüş gibi görünmeyi yeterli görüp gerçek manada
bir irfana kayıtsız kalmak, markalı hüzünler ve/veya markalı mutluluklar ifşa
etmek, zekasını pazarlamak, sürekli olarak içinde bulunulan bu müşteki ruh hali…bu
kendi olmaktan duyulan rahatsızlık, gerçeklerin verdiği bu acı…nedendir ki? 100
yıl önce de böyle miydi?
Değildi. Moda tabirle “kendisiyle barışık” insan oranı bu
kadar düşük değildi. (Bu oran kentlerde kırsala göre çok daha düşüktür bu
arada.) Her şey insan topluluklarının toplu halde yönetilebilir kıvamda
bulunması gerekliliği ile alakalı. Dünyayı yöneten mühim abilerin marifeti tüm
bunlar… diziler, reklamlar, sosyal medya, ünlü kişiler, romantik filmler…tüketim
…pop kültür falan. Bir çalışma mekanizması var bunun. O da başka bir yazının
konusu olsun.
Şu karışık yazıda asıl önemli konu başlıklarını
listeleyesim var:
- kendisi
olmaktan rahatsız olma,
- özenme, daha doğrusu maruz kalma,
- öyle
görünme ile öyle olma arasındaki farkı önemsememe, gerçek ile yalan arasındaki
farkı önemsememe halinin yaygınlaşması (ruhun çatlaması hatta ikiye ayrılması demek
bu),
- yaygın
yanlışın normal diye kabul görmesi,
- sistemin
farkında olmanın dışına çıkabilmek için yeterli olmaması.
Son söz: Ben de kendimce bir takım bir şeyler yaşıyorum
ama…sizin kadar güzel anlatamıyorum.