25 Aralık 2015 Cuma

MELANKOMİK NOTLAR - 25

Babam belgesellerdeki hayvanlara bile karışıyor. Tek bir kurt tarafından kovalanan yabani keçi sürüsüne “boynuzunuza tüküreyim sizin, dönün de bi tane vurun daa!” dedi.

Eee gürledi gitti koca yıl. Hiç memnun değildim senden 2015, sittir git lütfen. Umutların bol olduğu, barışlı kardeşlikli, full mutluluklu, dertlilere deva, borçlulara eda, amin.

Yolların çapraşıklığı değil de…nem nem!

Bu Honkong esnafı dünyanın geri kalanı annelerinin mesleği hakkında yargıda bulunsun diye yoğun mesai harcıyor! Yalan oldu bizim 24-70.

Farantouri de yalan oldu. Konser sadece özel davetlilereymiş. Biz özel değiliz malum. Bir kez daha dinlemek nasip olur inşallah. Amin.

Büyük ikramiye bana hayatta çıkmaz. Kötümser falan değilim, bilet almıyorum. O kadar haram para bana çıksa ne olacak ki, kim bilir ne acayip çeşit belalara gark olurum. İyi böyle iyi.

Blogun en mümin yazısı bu sanırım. Aminler haramlar falan. Dedem hacıydı benim zaten. Hayırlısı anasını satiim.

Bütün bu şarkılar falan…çok da şeyapmamak lazım.

Ve bütün bu her şey. Nasıl da geçici.

Yaratıcı drama… ismi kulağa ne hoş geliyor. Kendi de öyledir umarım, merakla bekliyorum.

Ben feleğin boş bulunma ihtimalini sevdim.

Cumanız hayrolsun. Nemanız bol olsun.

Kafamda ne idüğü belirsiz bişi çıktı. Doktora göstermedim henüz ne olduğunu bilmiyorum. Kafa tuhaf şeyler üretmekte level atladı, soyuttan somuta geçti!

İstanbul’un en güzel tarafı ne yöne biraz ısrarla gitsen suyu buluyor oluşundur. (Avrupa yakasında iken batıya, Anadolu yakasındayken doğuya gitmek hariç, bu ikisi de olmasa ada olurdu zaten şehir.) Ve bu şehrin en güzel saatleri gece 1’den sabah 7’ye kadar olan saatlerdir. Sahillerin en güzel mevsimi de kış.

17 Aralık 2015 Perşembe

EL YORDAMIYLA YAŞAMAK

Hayat karanlıkta satranç oynamak gibi. Kazanmak zorunda değilim ama bu kadar kaybetmek neden? Atım vardı benim, nereye gitti? Bütün piyonlar “geçen eyyam-ı nevbaharı arar.” Bütün kalelerim zaptedilmiş. 

11 Aralık 2015 Cuma

SULTAN MAKAMI

Geçen video paylaştıktan sonra Sultan Makamı'nı bilmem kaçıncı kez izlemeye başladım yeniden. (4 sanırım) Hem de evde tarafımdan izlenmeyi bekleyen bir dünya film var iken. Komiksem demek. Değilimdir belki de.
İnsan yarası yarasına denk geleni severmiş ya...o hesap. Lüzumundan fazla anlıyorum ben bu diziyi, anladığımdan daha fazla da seviyorum. Hiç bir şeyi çakma değil, nasıl temiz, nasıl içerden...
Güzelliği sadece benim öznel değerlendirmelerime göre değil tabi, nesnel olarak da neden bu kadar güzel-özel olduğu kolaylıkla açıklanabilir dizinin. "Underrated" diyor gavurlar, kadri bilinmemiş yani, tam o işte bu da. Gerçi benim gibi delisi de çok.
Video editlemeyi öğrenirsem belki buraya dizinin mühim sahnelerini de yüklerim. (Dizinin yarısını yani) Çok da akıllıca değil ama, du bakalım.

9 Aralık 2015 Çarşamba

YOKLAMA

Okuma yazmam yok, kitaplarım var.

Zevke iş diye abone olup iş olduğu için bezdiklerim var.

Öyleymiş gibi yapmalarım yok ama öyle değilmiş gibi yapmalarım var.

Çok şükür ki bir kedim var.

Herkesin taşı böbreğinde falan olur, benim göğsümde taş var.

Yabancı dilim yok ama bana yabancı pek çok dil var.

Dinlemeye korktuğum için aylardır dinlemediğim türkü var.

Tapularım yok ama tabularım var.

Her türden her bok rengim var, mavim yok.

Sıkılmalarım var.

Sıcak sıcak gevrek ukdelerim var.

Uyku düzenim yok, uykumu düzenim var.

Burnumu yurt edinmiş bir canım var.

https://www.youtube.com/watch?v=4Bk0JU181q0

Benden içeri üç beş tane daha ben var, o var, bu var, isim, şehir, hayvan, bitki.

Kurulmaya her daim hazır pek çok fazla cümlem, domuz gibi susmalarım var.

12'ye isabet etmiş yanılmalarım var.

Sövesim var.

KUYU

Askerliğimi bir muhafız bölüğünde yedek subay olarak yaptım.
Bir sabah kardeş bölükteki bir asker teslim edildi bana, kaçmasın diye iki muhafız asker ve bir sıhhiye uzman çavuşuyla beraber. Görevim askeri önce hastaneye, oradan mahkemeye oradan da cezaevine götürmekti. Evraklar, kayıtlar falan.
Asker silahla yaptığı bir şakanın sonunda yanlışlıkla en yakın arkadaşını öldürmüştü.
Teslim aldığımda arkadaşının öldüğünü henüz bilmiyordu, yaralı sanıyordu. Biz biliyorduk gerçeği. Mahkemede savcı suçunu hakime açıklarken öğrendi öldüğünü.
Çocuk ayakta zor duruyordu. Kaçmasın diye görevlendirilmiş iki silahlı muhafız askere gerek bile yoktu aslında, çocuk bırak kaçmayı destek olmadan ayakta bile duramıyordu. Onu ayakta tutansa kollarına girmiş muhafızlardı, ironikti. Muhafızların çocuğa yürürken destek vermesine hayli tereddüt ettikten sonra izin verdiğimi hatırlıyorum.
Ayakta duramamasının sebebi aşırı üzgün oluşuydu, yoksa bir yarası-hastalığı falan yoktu. Ruhsal olarak bitikti. Uzun yol boyunca benim karşısında oturduğumun farkında bile olmayan bu çocuğu büyük bir dikkatle izlemiştim. Bir şeyi anlamaya çalışıyordum.
Bu asker en yakın arkadaşını kazayla da olsa öldürmüş olmanın üzüntüsünden mi bu haldeydi yoksa ömrünün mühim bir kısmını hapiste geçireceğinden mi? Cevabı bulamayabilirdim, ya da bana cevabı getirecek doneyi o esnada dikkatim onda olmadığı için kaçırabilirdim. Bu sebepten tamamen ona konsantreydim. Öğrendim sonunda.
En yakın arkadaşı umrunda bile değildi. “Bana ne olacak?” kaygısıydı onu yere seren. Bir öyle zannetme hali falan yok, üzüntüsünün asıl sebebini birden fazla ispatla öğrenmiştim.
Böyle bir durumda herkesin vereceği tepki aynı olmaz elbette, farklı kişiler farklı oranda üzüntülerden mürekkep duyguların altında ezilebilir…fakat o gün insanın kendini önemsemesine resmen elimle dokundum ben, içimizdeki karanlık bencilliği gözlerimle gördüm.

Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur. İsteklerimizin celladımız olabileceği daha güzel anlatılamazdı, bayılırım bu atasözüne. Zekamızın, hatta aklımızın bize düşmanlık edebileceğinden, zarar verebileceğinden daha önce de bahsetmiştim. Kendimizi düşünürken kendimizi yaralamalarımızın tarihi derin, örneği çok…

Sultan makakamı’ndan bir sahne :
(linkin açılmadığının farkındayım, zorlamayın açılmaz, okumaya devam)

Sahneyi, diziyi izlememiş olanlar için biraz açıklayasım var. İçeri sonradan giren siyah deri montlu kişinin adı Sefer’dir. Çok pis aşıktır. Aşık olduğu için de aşık olduğu kızı kendisi için istemektedir…ama kız oralı bile değildir. Sol eli yaralıdır-sarılıdır. Bu aşk ve isteme hali, bir yanlış anlamayla ve aşkın verdiği aptallıkla birleşince sevdiği kız tarafından bir çatal sokulmuştur çünkü eline boylu boyunca. Asıl yara ise tahmin edileceği üzere kalbindedir. Bu sebepten fena halde bünyesini alkole boğası vardır gün ortasında.
Gün ortasında alkole ihtiyaç duymak konusunda yalnız değildir. İçeride oturan siyah kazaklı, ağzının üstü yaralı kişinin adı da Sultan’dır. O da aşıktır. Asiye…hem aşık olduğudur hem de karısı, adam karısına aşık, süper! E kavuşmuş işte, derdi neymiş? O hayatının anlamı kişi, aşkı, karısı Asiye, bir konuda Sultan’a güvensizlik göstermiştir. Meselenin aslını Sultan’a açık açık sormuş, “bir kere soracağım ve ne söylersen inanacağım.” diye de eklemiştir. Ama Sultan cevap vermemiş, sadece “böyle güvenmemek var mıydı?” diyerek kırgınlığını beyan etmiştir. Onu gün ortası rakıya muhtaç bırakan sebep de bu kırgınlıktır.
Sultan, Sefer’in yüzüne bakıp, Sefer’deki yoğun aşk salaklığına hafifçe gülümsedikten sonra şu muhteşem repliği patlatır suratının orta yerine:
-      Denize bak oğlum, martıları seyret. Yırtıkla sökükle yorma kafanı.
Bir duble rakıyı kafasına diktikten sonra da işin içine kendini de katarak devam eder:
-      Kendi üstümüze titremekten yorgunuz biz. Kaybolsak ne olacak ki? Güneş doğmaktan vaz mı geçecek?
Sonra Necati Abi alır sazı eline…pek çok güzel bir şeyler de o söyler ama…oralar ayrı bir fasıl, asıl konumuzun dışında.

Şimdi izleyin: 

Bu yazının ana fikri o ki…yani diyeceğim şu ki…kendi üstümüze titremekten yorgunuz biz.

Bizim şu vicdanlar üstü bencilliğimiz, merhametler gömen bencilliğimiz, sürekli bir şeyler isteyen hallerimiz, o şeyleri hep kendimiz için istemelerimiz varken başka cellada gerek var mı?

Susamışız ve su istiyoruz. Sudan başka muradımız yok, sudan başka düşüncemiz yok. Ama kuyu o tarafta değil.

Not:
İste peykanın gönül hicrinde şevkum sakin et.
Susuzam, bir kez bu sahrada menüm çün are su.
Fuzuli

6 Aralık 2015 Pazar

LA BOUM

Her şeyde çok sinir bozucu bir olması gerektiği gibilik var.
Eşyaların dağınık olanlarının dağınıklığı, düzenli olanlarının düzeni sinirimi bozuyor. Neyi nereye bıraksam orada duruyor. Sartre'ın dediği gibi, alayı iğrenç birer varoluş bunların. Her şey yerli yerinde, içim içimde, dışım birazdan dışarı çıkacak. Öyle netameli falan değil, süfli bir sakinlik her yere yaygın.

Bir yerlerde bir saatli bomba olacaktı, kurayım da patlasın bari.

CAN

Bir fotoğrafın Photoshop'uyla uğraştım uğraştım. Olmadı baştan aldım gene uğraştım. Ne yaptıysam olmadı. Öyle zor bir fotoğraf da değildi halbuki.
Sonunda neden olmadığını anladım.
Çünkü canım Photoshop yapmak istemiyordu.
Sildim gitti.

2 Aralık 2015 Çarşamba

OLMAK YA DA...OLMUŞ GİBİ GÖRÜNMEK - 2

Ön not: Bu yazıyı bir öncekinin yazının devamıymış gibi yayınlayacağım fakat ilk yazdığım yazı budur aslında, hayli zaman önce yazmış ama yayınlamamışım. Bazı paragrafları önceki yazıda zaten bahsetmiş olduğum şeylerden bahsettikleri  için çıkardım. İlk yazının devamından ziyade yaması gibi düşünülmeli bu yazı:

 Komplo teorisi falan değil, anlaşılması gayet kolay bir gerçeklik şu içinde yaşadığımız. Ama derya içinde olup da deryayı bilmeyen balık gibi hiç bir şeyin farkında olmadan yaşamak mümkün.

1945 sonrası kurulan yeni dünya düzeninin çalışma prensibi tüketim üzerine kuruludur. İnsanların toplu halde yönetilebilmek için tüketmek zorunda oluşları her şeyin temelini oluşturur. "Sorgulama, alternatif arama, ne yapacağına karar vermek için ne düşüneceğine karar vermek için başkalarına bak...onay beklentisi içinde ol.  Neyin iyi neyin kötü olduğunu seçmen için onayımıza ihtiyacın var."

Bütün mesele bu, anlaşılması hiç de zor değil.

Özgürlük diyorlar. Koca bir yalan. Demokrasi de öyle, yalan.Çocuğunun okul standartlarını komşu çocuğununkine benzetmek zorunda olan insan özgür olamaz. Neyin ihtiyaç neyin değil olduğunu biz belirlemiyoruz.

1945 sonrası soyut sanatın pompalanması, güya spontane gelişmiş bir akım olan çiçek çocuklar üzerinden seksin pompalanması, sübliminal mesajların genelde sekse dair olması, "inanırsan yaparsın" ana fikirli Hollywood filmleri, feminizmin kendisi, moda, kişisel gelişim adı altındaki herkesin her şeye layık olduğu ana fikirli kandırmaca, her türden medya, zengin hayata ayna kabilinden diziler, afrika'daki hayvanları korumayı aşırı önemseyen iyilik sever batılılarla dolu belgeseller, pazar  ekleri...ve daha pek çok şey hep dönmeye devam etmek zorunda olan tüketim çarkının dönmesi için alınmış tedbirlerdir. Neyin nasıl bu çarka destek verdiğini anlatması uzun, tarihçe konuşmak istemiyorum, derdim bu gün ne halde olduğumuz.

Bütün sistem gösterme ve rol model olarak özendirme üzerinden işliyor.

Yetenek yarışmalarında kamera 10 saniye sahnede yeteneğini sergileyen kişiyi gösterirse 10 saniye de jüriyi gösterir. Sergilenen yetenek hakkında ne düşünmesi gerektiğine jürinin yüz ifadesine bakarak karar verir izleyici  farkında olmadan. Neyi beğenip neyi beğenmeyeceğimize kerameti kendinden menkul 3-5 kıtipyos karar verir yani. Neden bu kadar ünlü olduğunu, ne vasfı ne yeteneği olduğunu bilmediğimiz biri gözümüzün gördüğü hakkında ne düşünmemiz gerektiğini bize söyler.

Daha pek çok tv yayınının izleyicinin değer yargılarını nasıl belirlediğini, nasıl onay beklentisi yarattığını anlatırsam yazı çok uzar.

Yaptıklarınızın, alışkanlıklarınızın uygun olması yetmez, başkaları tarafından da yapılıyor olması ve kabul görmesi gerekir. Size ait sandığınız pek çok fikir de size ait falan değildir.

Medyanın topluma etkisi tek taraflıdır, bir yayın var ve o yayına maruz kalan toplum var. Son 10 yıldır ise etkileşimin çift taraflı olduğu, kişinin kendisinin de etkide bulunabildiği sosyal medya var hayatımızda. Toplumu şekillendirmek adına şu an asıl yük de bu sosyal medyanın sırtında.

Yıldız olmak isteyen ama yıldız olmak için geçerli gerekçelere sahip olmak gerektiğini düşünmeyen insanların hüzünlü çabalarıdır bunlar. "Hülya Avşar bu kadar meşhur, muteber ve zenginse ben neden olamayayım?" Hülya Avşar'ın ve benzerlerinin misyonu budur, topluma verdikleri alt mesaj budur. İnsanlarda medyada olamasa bile sosyal medyada "kendi çapında efsane" olma isteği yaratan şey, fenomen olma isteği yaratan şey iste bu absürdlüklerdir.

Değişen şeyi aslında çok basittir. Eskiden "öyle olmak" mühimken bu gün "öyleymiş gibi görünmek" yeterli hale gelmiştir. Liyakat tecavüze uğramıştır.

Aristokrasi sadece  kağıt üzerinde kalktı dünyadan. Gerçek asil efendilerin gerçek efendiler olarak kalmaya devam etmesi için asil olmayan gönüllü  tüketici kalabalıklarına ihtiyaçları var. Örtülü bir savaş icra edildi ve o savaş çoktan kaybedildi.

Son bir şey:
Bunların farkında olmak sistemin dışına çıkmak için yeterli değil asla. Bir efendinin olduğunu fark etmek seni o efendiye itaat etmekten alıkoyamaz. Şu yazıda yazdıklarımın hiç birinin istisnası değilim. Özgür falan olmadığımın, köle olduğumun farkındayım sadece o kadar.

Son not: Oldukça uzun arayla yazılmış iki yazı arasında anlatım bakımından yüksek bir ton farkı var. Beni de rahatsız etti bu sakillik ama...bu da böyle olsun napalım?

OLMAK YA DA...OLMUŞ GİBİ GÖRÜNMEK

Şöyle bir fıkra var. Türlü sebeplerle kendini bana hatırlatır durur bu fıkra.

Minibüslerin, kamyonların arkasında yazılar vardı eskiden. Şu tarz şeyler:
-      Gülü bir gün, seni her gün seveceğim.
-      Bir sana, bir sabah uykusuna doyamadım.

Aslında içinde, kafasında hiç böyle şeyler olmadığını bildiğiniz koca koca adamlar böyle tumturaklı şeylerle süslerlerdi arabalarını. Daha “şey” gözükmek için. Daha ney? Bilmem ki valla…ama olduğu gibi gözükmekten yahut göründüğünden ibaret sanılmaktan rahatsız abilerdi sanırım. Iceberg hesabı, güya görünmeyen bir derinliği var falan…yedik biz de :p

Bir psikolog söylemişti bunu bana. Demişti ki: 20 yaşında kız, elifi görse mertek sanır, bana terapiye gelmiş diyor ki “bana beni anlat.” Yahu sana ne anlatayım, sıradan piyasa işi sümüklü bi kızsın işte, anlatılacak neyin var ki?

İnternet ortamına “sanal” deniyor ama bilinç altına ayna tutma özelliğinden dolayı bir bakıma reel hayattan daha reel bir şey aslında bu ortam…satır aralarına dikkat eden için. Mirc zamanlarında herkesin kendine böyle şaşaalı, iddialı nickler bulmasından belliydi insanların kendilerinden ne kadar rahatsız olduğu.

“Hayaller Paris, gerçekler Eminönü” ifadesinden herkesin anladığı hayaller ile gerçekler arasında uçurum olduğu ve gerçekte uçurumun dibinde bulunulduğudur. Peki Eminönü’nden rahatsız olmak neden? Paris kadar güzel olmadığı için mi? Paris güzel mi?
Paris sendromu diye bir şey var. Literatüre geçmiş, bilinen bir hastalık. Japonlar’da görülüyor. Paris’e ilk kez gelen Japonlar’dan bazıları Paris’in hiç de anlatıldığı gibi olmadığını, aşk ihtiva etmediğini, romantizm uyandırmadığını, Louvre’un yeterince muhteşem olmadığını görünce panik atak gibi bir şeyler geçiriyormuş, nefes darlığı, çarpıntı vs. Atmıyorum, var böyle bir sendrom gerçekten, Paris’teki Japon büyükelçiliğinde bu hastalık için özel destek hattı bile varmış. 
Paaaris Paaaris, ey aşkın yüce şehri vırt zırt diye yıllarca dinledikleri şarkılar, ve başka bişiler zavallı Japoncukları artık nasıl bir beklentiye sokuyorsa gerçekle yüzleşmeleri nefes darlığı falan yapıyormuş adamlarda, yazıktır yahu. Roma var bi de, o da aşk şehri. Hatta Roma Konsolosluğu’nda nikahlanmak pek makbul bir şeydir falan.  Ben gördüm kendisini, aşk falan yok valla Roma’da, aşk lazımsa yanınızda götürmeniz gerekiyor. Nitekim o zamanlar ayağımın tozu ile yazdığım şu yazıda da öyle aşk falan bulamazsınız:

“Ölüler zannedermiş ki diriler her gün helva yiyor.” Çok severim bu atasözünü. “Körlerin fili tarifi” deyimi var sonra. Pazarlama sanatı, pazarlama bilimi, reklam endüstrisi, algı yönetimi, imaj çalışması, lanse etme vs. başka pek çok şey var. Birileri gözümüzün önündeki tekir kediyi öyle değişik anlatıyor ki zavallı kediyi benekli kaplan sanıyoruz. Bize de yazık.

Her türden potansiyel farkı gerilim yaratır. Fizik kanunudur bu. Olmak istenen ile olunan arasındaki farkın yarattığı gerilimin muzdaribiyiz biz. Herkes Paris’in muhteşemliğini anlatmaya-dinlemeye pek bir teşnedir fakat “Eminönü’nün nesi var ki yahu?” sorusu gündeme bile gelmez.
“Sualler tanzim edilir yaşamaya dair, sorulmaz.”

Her yer bi şeymiş gibi görünümlü başka bi şeylerle dolu.

Adam bir hüzünlü bir hüzünlü, ordan burdan öyle tumturaklı laflarla, öyle bir ballandırarak anlatıyor ki hüznünü…resmen hüznünü pazarlıyor, sanırsın satacak! Kendime bakıyorum, ben üzgünüm sadece, öyle mal gibi sadece üzgünüm.
Bu sözüm ona ince ruhlu, hüzünbaz insanlar aynı zamanda anlaşılamamış ve haksızlığa uğramış dürüst kişilerdir kesin. İnternet aleminde üzen görmedim ben hiç, paso üzülen dolu her yer. Ulan iyi de bu üzülenleri üzenler kim, Ay’dan gelip üzdükten sonra geri kaçan yaratıklar mı var? Varlıklarından sürekli şikayet edilen bunca yavşak nerede yaşar? Hatun Instagram’daki fotoğrafının altına (gayet de hoş bir hanım) “öğrendim ki en güzel şey yalnızlıkmış.” yazmış. Başka fotolarına baktım, değişik değişik pozlar verip paylaşmış bir sürü, güzel de zaten, hayli dm alıyordur kesin. Yahu madem bu yalnızlığın böyle güzel bir şey olduğunu öğrendin, yalnızlıktan kurtulmak için bu telaş neden? Tahmin edileceği üzere pek çok fotonun altında da nasıl da haksızlığa uğradığını falan anlatmakta.

Sonra şu “dostlar”la yapılmış kahvaltıların içerdiği yüksek dozlu keyif…yine bende bir mallık olmalı ki hiç aklıma gelmedi keyfimi öyle pazarlamak, ifşa etmek. Çok keyifliysem zaten o keyfi bölüp oraya buraya paylaşım yapmam ki, hiç yapmadım. Yaşarım ben o keyfi, sadece yaşarım, kesintisiz yaşarım, başkaları “aman da ne güzel eğleniyorsun sen, aman da ne mutlusun.” demese de olur yani. Sonra akşam olur eve giderim, bu kadar.

Kitap-kahve konsepti var bir de. Benim bildiğim kitap dediğin okunur, bu iş bu kadardır. Kitap fotoğrafı paylaşmaktaki onay beklentisinin, kabul görme isteğinin, olduğundan farklı görünme arzusunun, kültürlüymüş gibi gözükme arzusunun farkında mısınız? Konuyla ilgili bir istatistik bu arada, bir Japon yılda ortalama 25 kitap okuyormuş, bir Türk ise 6 yılda 1 kitap okuyormuş ortalama…aradaki fark 150 kat! Aha bu da karikatürü:


Okumak var, okumak var bir de. Okuduğu bir dünya kitaptan Siddharta’daki kayıkçının nehirden öğrendiklerinin yüzde birini dahi öğrenemeyen bir insan cinsi var. “Aptalın zekası hafızasıdır.” sözünü doğrularcasına sadece okuyorlar. Üniversitede biri vardı, ortamlarda filmler hakkında yorum yapabilmek için film dergilerini takip ettiğini söylemişti, itiraf etmişti daha doğrusu…şaşırarak baktığımı hatırlıyorum. Hasılı bunca okuduğunun neticesini bir türlü konuşmalarında göremediğim bir insan cinsinden bahsediyorum, pek çoğunu şahsen tanıdım. Bununla beraber ışıltılı muhayyilesini ve kıvrak zekasını kullanarak bildiği pek çok ilgisiz şeyi sofistike bir şekilde birleştirip beni büyüleyen insanlar görmüşlüğüm de var, kendi cümleleri ile konuşuyorlardı ve çok değerliydi cümleleri.

“Orantısız zeka” kullanıcıları var bir de. Zekalarının yüksekliğine dair tespit yine kendilerine ait, körlerle sağırlar birbirini ağırlar durumu. Bir insanın (hem de topluluk olarak) zekası ile ilgili böyle laflar etmesi zekasından şüphe duyduğundan başka bir şeyi göstermez. Zekasından şüphe duyuyor olmasa zekasının yüksekliğinden bahsetme ihtiyacında olmaz zaten. Bunlar her mevzuyu bir alay etme formatında ele alırlar ki sürekli alay etme modunda bulunmak depresyonun alametiymiş, ben demiyom bunu uzmanlar diyo, bilimsel gerçek yani, bana bakmayın!

Neyin depresyonu bu? Neyin yoksunluğunu çekiyoruz ki böyle bağırma ihtiyacındayız? Neyin acısındayız?

Yukarıda yazmıştım bunun cevabını, olmak istenen ile olunan arasındaki farkın bizde yarattığı gerilimin sonucu tüm bunlar. Bu gerilim doğrudan bir yetersizlik hissine, kendi olmama isteğine, özendiği başkaları gibi olma isteğine sebep oluyor, bu gerilim depresyonun ta kendisi.

Elinde tomar tomar paralarla, altın kaplama mercedes’leriyle poz verdiği için güldüğümüz şu zengin Araplar var ya…çok da farkımız yok aslında onlardan. Ne yazık ki yok.

Kültürlüymüş gibi görünmeyi yeterli görüp gerçek manada bir irfana kayıtsız kalmak, markalı hüzünler ve/veya markalı mutluluklar ifşa etmek, zekasını pazarlamak, sürekli olarak içinde bulunulan bu müşteki ruh hali…bu kendi olmaktan duyulan rahatsızlık, gerçeklerin verdiği bu acı…nedendir ki? 100 yıl önce de böyle miydi?

Değildi. Moda tabirle “kendisiyle barışık” insan oranı bu kadar düşük değildi. (Bu oran kentlerde kırsala göre çok daha düşüktür bu arada.) Her şey insan topluluklarının toplu halde yönetilebilir kıvamda bulunması gerekliliği ile alakalı. Dünyayı yöneten mühim abilerin marifeti tüm bunlar… diziler, reklamlar, sosyal medya, ünlü kişiler, romantik filmler…tüketim …pop kültür falan. Bir çalışma mekanizması var bunun. O da başka bir yazının konusu olsun.

Şu karışık yazıda asıl önemli konu başlıklarını listeleyesim var:
-      kendisi olmaktan rahatsız olma,
-      özenme, daha doğrusu maruz kalma,
-      öyle görünme ile öyle olma arasındaki farkı önemsememe, gerçek ile yalan arasındaki farkı önemsememe halinin yaygınlaşması (ruhun çatlaması hatta ikiye ayrılması demek bu),
-      yaygın yanlışın normal diye kabul görmesi,
-      sistemin farkında olmanın dışına çıkabilmek için yeterli olmaması.


Son söz: Ben de kendimce bir takım bir şeyler yaşıyorum ama…sizin kadar güzel anlatamıyorum.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...