20 Eylül 2015 Pazar

PAZAR GİBİ PAZAR

Sahaf Fuarı'na dağılmıştık. Ben bir kenarda yavaş yavaş üzülüyordum. İş bilir insanlar o esnada işlerini biliyordu. Bir yerlerde martılar uçuyordu herhalde, görmedim. İndirim vardı kitaplarda en çok. Ve daha da çok kelime. Bunlardan biraz okusan 10 fırın ekmek yemiş olurmuşsun. Bense yediklerimi çıkarıyordum.

"emperyal oteli'nin resmini çektim
akşam saçaklarından damlıyordu
kapısında durmanı söylemiştim
yüzün zambaklara benziyordu"

Kitap seçenleri izledim. Eskiden ben de ne güzel seçerdim. Ama annem daha güzel seçerdi domatesleri. Beni aşan bir işti bu, bana seçtirmezdi. Öyle mühim bi iş.

Arkamdan doğru bir müzik çalıyor cümle fuar kitapseverleri  için hoperlörden. Latin falan bi müzik, böyle elit, kültürlü bişi. Kitap kültürlülüktür ya, müziği de böyle olmalı tabi sahaf fuarının. Benimse kafamın içindeyse en köylüsünden bi türkü çalıyor sabah beri niyeyse. Eve gidince dinleyeyim bari. Eve de çok var!

İlk defa ayfondan blog yazısı yazıyorum. Bu işe de yararmış demek. Bi işe yararmış evet.

Ah istanbul istanbul olalı hiç görmedi böyle telaş. Yok be öyle değildi o. Ama bi kürek lazım.

Ey okur hala buradaysan çok yanlış bir yerdesin emin ol ki, bloga günlük muamelesi yaptığım bu tarz yazılar (1-2 tane daha var) hiç sana göre değil, kimseye göre değil. Kendine bi iyilik yapıp bu sekmeyi kapat, git bi çay koy kendine.

Sonra işte martılar gitti. Gitmişlerdir yani. Görmedim.

Toprak, güneş bi de ben, bahtiyarım. Yalan! Güneş doğru ama.

Ne yana gitse bu eylül ortası, kendi tenhalığına karışır insan. İyi bari.

Düşman kavi, tali zebun bi de. Ayrıca dert çok, hemdert yok. Yüreklerin de kulakları sağır iyi mi? Hava da kurşun gibi ağır. Bağır bağır bağır...bağırmıyorum.
Neydi o kelime? Pek de güzel pek de havalı bi şeydi.... Hamuş. Hah öyle işte. Bi de "bineva" var ki onu daha çok severim. Rakibi handan eden cana sözkonusu binevayı giryan ederken nasıl da mest ederdi di mi Safiye Ayla?. Hala eder.

Fuar'dan çıktık. İstiklal'de yüründü. Çay zamanı. Ama benimki kahve.

İstiklal insanlarının her zamanki gibi gidecek en az bir yeri var, yürüyorlar.

Çok ruh altı bi gün olmalı ya da bu gün ruhum günün altında. Sıcak değil de nem nem! Masadakiler ne konuşuyor peki tam olarak? Fotoğraf çekecektik bi de o ne oldu? Geliyorum tamam.

Tavla mı oynasaydık yoksa gidip Yeniköy'de? Güzel olurdu ama olmaz. Hem dalga da var burda iyi kötü, duralım. Ve martılar uçuyor çok şükür.
Seni seviyorum İstanbul.


"aysel git başımdan seni seviyorum"
Ölmüş müdür ki Aysel? Muhtemelen.

Dalgamız var da...rüzgar var mı abi rüzgar? Azıcık?

Yazının bundan sonrası klavyeyle. Suzi de kucağıma gelmek istiyor. Bu yazıya isim lazım bir de. Off!

Aklıma Açlık romanı geldi. Hamsun orada ucunu gıdım gıdım açtığı halde minnacık kalmış bir kurşun kalemle oturduğu bankta (evi yoktu) bi kağıt parçasına edebi şaheserler yazıyordu. "Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o tuhaf şehir Kristiania'da aç acına sürttüğüm günlerdeydi" cümlesini yazarkense kim bilir kaç gündür açtı. (Kristiania dediği bu günkü Kopenhag)
Bense ayfon, o da yetmedi pc'ye neler yazıyorum :)

Bir de Bahadır Baruter'in Uykusuzluk'ta acı çeşitlerini çizmesi var ki...fena! (Bilen bilir)


Az ötede oyna Olric!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...