Sahaf Fuarı'na dağılmıştık.
Ben bir kenarda yavaş yavaş üzülüyordum. İş bilir insanlar o esnada işlerini
biliyordu. Bir yerlerde martılar uçuyordu herhalde, görmedim. İndirim vardı
kitaplarda en çok. Ve daha da çok kelime. Bunlardan biraz okusan 10 fırın ekmek
yemiş olurmuşsun. Bense yediklerimi çıkarıyordum.
"emperyal oteli'nin
resmini çektim
akşam saçaklarından
damlıyordu
kapısında durmanı
söylemiştim
yüzün zambaklara
benziyordu"
Kitap seçenleri izledim. Eskiden ben de ne
güzel seçerdim. Ama annem daha güzel seçerdi domatesleri. Beni aşan bir işti
bu, bana seçtirmezdi. Öyle mühim bi iş.
Arkamdan doğru bir müzik çalıyor cümle fuar kitapseverleri
için hoperlörden. Latin falan bi müzik, böyle
elit, kültürlü bişi. Kitap kültürlülüktür ya, müziği de böyle olmalı tabi sahaf
fuarının. Benimse kafamın içindeyse en köylüsünden bi türkü çalıyor sabah beri niyeyse.
Eve gidince dinleyeyim bari. Eve de çok var!
İlk defa ayfondan blog yazısı yazıyorum. Bu işe de yararmış demek. Bi işe yararmış evet.
İlk defa ayfondan blog yazısı yazıyorum. Bu işe de yararmış demek. Bi işe yararmış evet.
Ah istanbul istanbul
olalı hiç görmedi böyle telaş. Yok be öyle değildi o. Ama bi kürek lazım.
Ey okur hala
buradaysan çok yanlış bir yerdesin emin ol ki, bloga günlük muamelesi yaptığım
bu tarz yazılar (1-2 tane daha var) hiç sana göre değil, kimseye göre değil.
Kendine bi iyilik yapıp bu sekmeyi kapat, git bi çay koy kendine.
Sonra işte martılar gitti. Gitmişlerdir yani.
Görmedim.
Toprak, güneş bi de ben, bahtiyarım. Yalan!
Güneş doğru ama.
Ne yana gitse bu eylül ortası, kendi tenhalığına
karışır insan. İyi bari.
Düşman kavi, tali zebun bi de. Ayrıca dert çok,
hemdert yok. Yüreklerin de kulakları sağır iyi mi? Hava da kurşun gibi ağır. Bağır
bağır bağır...bağırmıyorum.
Neydi o kelime? Pek de güzel pek de havalı bi
şeydi.... Hamuş. Hah öyle işte. Bi de "bineva" var ki onu daha çok
severim. Rakibi handan eden cana sözkonusu binevayı giryan ederken nasıl da
mest ederdi di mi Safiye Ayla?. Hala eder.
Fuar'dan çıktık. İstiklal'de yüründü. Çay
zamanı. Ama benimki kahve.
İstiklal insanlarının her zamanki gibi gidecek
en az bir yeri var, yürüyorlar.
Çok ruh altı bi gün olmalı ya da bu gün ruhum
günün altında. Sıcak değil de nem nem! Masadakiler ne konuşuyor peki tam
olarak? Fotoğraf çekecektik bi de o ne oldu? Geliyorum tamam.
Tavla mı oynasaydık
yoksa gidip Yeniköy'de? Güzel olurdu ama olmaz. Hem dalga da var burda iyi kötü,
duralım. Ve martılar uçuyor çok şükür.
Seni seviyorum İstanbul.
Seni seviyorum İstanbul.
"aysel git başımdan seni seviyorum"
Ölmüş müdür ki Aysel? Muhtemelen.
Dalgamız var da...rüzgar
var mı abi rüzgar? Azıcık?
Yazının bundan sonrası
klavyeyle. Suzi de kucağıma gelmek istiyor. Bu yazıya isim lazım bir de. Off!
Aklıma Açlık romanı
geldi. Hamsun orada ucunu gıdım gıdım açtığı halde minnacık kalmış bir kurşun
kalemle oturduğu bankta (evi yoktu) bi kağıt parçasına edebi şaheserler
yazıyordu. "Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o tuhaf şehir
Kristiania'da aç acına sürttüğüm günlerdeydi" cümlesini yazarkense kim
bilir kaç gündür açtı. (Kristiania dediği bu günkü Kopenhag)
Bense ayfon, o da yetmedi
pc'ye neler yazıyorum :)
Bir de Bahadır
Baruter'in Uykusuzluk'ta acı çeşitlerini çizmesi var ki...fena! (Bilen bilir)
Az ötede oyna Olric!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder