3 Eylül 2015 Perşembe

NERDEN GELDİYSE AKLIMA

Sabah 7 falan olurdu herhalde, belki daha bile erken. Geceden yıkanmış pırıl pırıl bir Yenibosna minibüsünde iyi kötü mutlu ilerlerken…dün geceden fena halde rakı içmiş biri binerdi. Nefesinin kokusu minibüsün sabahsı bekaretini derhal bozardı, bir müddet nefes almamayı denerdim. İnince indiğim için mutlu olma sebebim olurdu…iyi kötü. (En çok kokuya tahammülsüzdüm, özellikle de sarımsak ve rakı kokusuna, hala öyle)

Lise bu dediğim. Okulu sevmezdim. Matematik hocalarından birinin lakabı da “Şarapçı”ydı ve çok kişi bilmezdi gerçek adını. Mustafa’ydı. İnkılap tarihi hocamız da çok iyi tarih bilirdi ama o da rakı kokardı.

Sonra ne bileyim pek çok kompleksli bir başka birileri hoca statüsünde türlü çeşit başka eziyetleri üzerimizde denerdi. Çok azına saygı duyardım. Dedim ya, okulu pek sevmezdim. Kayda değer öğrettikleri bi bok da yoktu zaten.

Eve akşam dönerdim. Alçak bir Magirus’un içinde, kuvvetle muhtemel ayakta, ben boyumun uzunluğuna hayıflanırken biterdi yol…her akşam.
Annem sağdı. Hatta iki büklüm olmadan yürüyebildiği zamanlardı. Sabahları beni kahvaltı ettirmeden katiyyen okula yollamadığı zamanlar.

Her gün sayısız insan görür, pek çoğuna mecburiyetten dokunur, çarpa çarpa yaşardım.
Yapılması gerekenler, dikkat edilmesi gerekenler, “öyle yapmamak gerek”ler… bir pay kapma telaşıyla korunma telaşı bir arada işlerdi. Çok az konuşurdum.  O zamanlar hayatı böyle zannediyordum ve hep böyle devam edecekmiş gibi gelirdi.

Öyleydi hayat evet ama öyle devam etmedi… sonra üniversite, askerlik, kıl tüy.

Ben hayatımın yaşadığım kısmında en çok sıkıldım sanırım. Evet, sıkılarak geçti vaktimin büyük kısmı. Sanki bir asıl olan var ve o asıl olandan uzaktaymışım hep…gibi bi his. Kendimi aslolanın karşısında-içinde hissettiğim de oldu.

Lise öğlen biterdi ve saat 13:00 civarı yazıhaneye gelirdim. Akşama kadar orayı beklemek vazifemdi. Oradaydı işte tek kişilik cumhuriyetim. Telefonlara cevap verir, yapılması gerekenleri yapardım ve çekmecelerde saklardım cumhuriyetimi. Harçlıklarımın yarısından çoğunu çalan kitaplarım ve kasetlerim o çekmecelerdeydi. Düzenleri bana aitti, nerede ne olduğunu kimse bilmezdi.
Karşı penceredeki (caddenin karşısı) benden 4 yaş büyük kuaför kızın aklını camdan cama çelme başarım da o cumhuriyetin gizli zaferlerindendir. Patronlarına yakalanmadan (kuaförün iki kapısı vardı ve zebellah gibi bir kıroydu patron) o kuaföre yaptığım ziyaretlerin her biri bir zaferdi...

Haftada en az bir kez Sahaflar Çarşısı’na giderdim. O zamanlar meydan da kitap doluydu ve her gidişimde neredeyse hepsine gözüm değerdi. Çok azını alabilirdim ama aldıklarımın hepsini okurdum. İstanbul Reklam (Cağaloğlu’nda 6 katlı bir kitapçı) ve Kitap Sarayı da tarafımdan iyice kurcalanırdı. Şimdi ikisi de yoklar. Divan şiirlerini sözlüksüz okuyabiliyordum o zamanlar (şimdi okuyamıyorum) ve beni küçük dünyamda en çok şaşırtan şeyler onlardı.

Şimdi…şimdi olsa öyle yapmazdım.

O zamanlar mı çok tahammüllüydüm şimdi mi çok tahammülsüzüm? Bilmiyorum. Çarpa çarpa yaşamak mı iyiydi dokunmadan yaşamak mı? Bilmiyorum. Olan tüm şeylerin bir maruz kalmadan ibaret olduğunun farkında olmak mı iyidir olmamak mı, ses çıkartmak mı iyidir susmak mı? Bilmiyorum.

Pek çok şey biriktirdim, pek çok şeyi kaybettim yahut elden çıkardım. Tecrübeler falan işte, tortular mortular. Allah’ım ne kadar çok saçma, değersiz, sahte şeye dokundum, konuştum onlarla, pazarlık ettim! 
Değerli şeylere de değdim. Şiirdeki gibi bu kısım, güzel anılar gibi hüzünlü, hüzünlü şarkılar gibi güzel… bir güzel hissediş, ritmi bozuk bir kalp çarpıntısı için ne çok yol teptim. Evet, öyle ettim.

Otomobil için benzin ne ise insan için “olması muhtemel güzel şeyler” odur. İnsanı yürüten-yaşatan şeyler elde olanlar yahut şu an olmakta olanlar değil gelecekte olması muhtemel güzel şeylerdir. Tezkere almayı bu kafayla gün sayarak bekledim mesela. Yedek subaydım, İzmir’deydim,  maaşım gayet iyi keyfim yerindeydi aslında. Ama yok, asıl hayat askerlik bittikten sonra başlayacak olandı, ait olmadığım yerdeydim, ait olduğum bir yer var sanıyordum. Şimdi kocaman bir evde tek başıma yaşıyorum, arabam var, eş-dost-ahbap çok, canım sıkılsa gidebileceğim pek çok yer ve pek çok kişinin özendiği bir hayatım var…ama o aidiyet hissi hala yok. Şu “semt bizim, ev kira” yazısı var ya, onu anlayabilecek olgunlukta değilmişim sanırım o zamanlar.

“’’Hadi şunu kapalım, bunun etrafını çevirelim’ insanları”nın riyakarlığı ile kaplı bütün atmosfer…rakı kokan cümleleriyle, iyi görünümlü bozuk niyetleriyle her yerdeler. Eskiden de böyleydi bu.

Bunlar mühimsiz de...insan hayatının anlamını her gün görebilir mi? Çok sofistike bir soru, cevaplamayaysa hiç niyetim yok.

Susmaktan konuşmaya, oradan tekrar susmaya bir sinüs eğrisinin içindeyim sanırım. 
Sıkılıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...