Çok eski zaman…benim vasıtamla tanışmış iki arkadaşımla
birlikte gezip tozmuştuk birkaç kez, zaman geçirmiştik. Baktım sonra bunlar sevgili olma yolunda,
bodoslama girdim, “yanlış yoldasınız, uygun değilsiniz birbirinize, dönün bu
yoldan, ben sizi arkadaş olasınız diye tanıştırmıştım” dedim direkt yüzlerine. Bozuldular
tabi, gıcık da oldular bana, bu kadar açık konuşma özgürlüğünü bana bile uygun
görmediler sanırım! Ama napiim yani ben de görev adamıyım!
Sonuç? Dinlemediler tabi beni.
Zaman beni haklı çıkardı, birkaç ay sonra erkek firar
etti. “Ben demiştim” demedim tabi ki, tatsız durumlar vardı, haklı olmanın
sırası değildi. Kızı teselli etme görevi de bana düştü, mübalağasız saatlerce
ağladı, konuştu, “neden neden!” diye sordu sürekli. Omzumu verdim ben de, anlattım, dünyanın
nasıl döndüğünü anlattım, kuralları ve kuralsızlığı anlattım, mantıklı şeyler filan söyledim ama hiçbir işe
yaramadı çünkü malum “bu denli tutuşan ruhlara kılmaz çare su”
Yine de saatlerce
konuştuk, beyhude çaba işte, görev!
Ertesi gün erkek
olanıyla buluştum, “neden firar ettin” diye sordum, kısa bir cevap verdi:
Olmayacağını anladım.
Bunun üzerine “başka sorum yok” dedim ben de. Hakikaten
de konu değişti, başka şeyler konuştuk.
Birinin öngörümde haklı olduğumu anlamak için hasar
alması gerekiyormuş, aldı. Sonra? Sonra bir şey yok, ben kızın yanındayken
ötekinin adını anmamaya gayret ettim o kadar, kapandı gitti. Zaman her şeyi
gömer.
Nedir bu olmayan, olmayacağı anlaşılan?
Geçen gün bir arkadaşımla sohbet ederken “değerinden
eksiğine bozulmuş bir haz” şeklinde bir ifade kullandım, hazzı erteleyememe
zaafından bahsediyordum, çocukluğun alametidir ya da aşırı aşkın.
Konuşma öylece devam etti ama ben o ifadeye takılı kaldım, eski bir güzelliğe
gizlice göz kırpmıştım, bi nevi saygı duruşu. Şiir beni anmış sanırım, kulağımı
çınlatmış, çağırmış.
“yanılmış bir kapıyım simsiyah
kendi üstüme kapanıyorum”
Şeklindeki muhteşem dizelerle başlayan Attila İlhan şiirinden bahsediyorum, adı “Yanlış yaşamak”tır.
Açtım sonra okudum bi tekrar, daha doğrusu içinde gezindim şiirin, uçuşmalı bir
gezinme oldu…
Inge Bruckhart için ağıttır şiir diye yazdığı.
..........
sen bir kadın ıssızlığına koşulmuş
yarıdan fazla mavi gözler
eylülden eylüle gülümseyen
ben görünmez raylara düğümlü
garlarda yankılanan bir erkek
değerinden eksiğine bozulmuş
ölüversek mi ne
en büyük yanlışlığı benimseyerek
gizli bir nem sinmemiş mi ellerine
ya saçların fena halde sonbahar
yanlışlar prensesi inge bruckhart
Sonra işte aldı beni bir düşünce. Bunca eski sevgilinin
ağıtını yazmış durmuş bu adam, neden hep bu olmamışlık, neden hep yanlış
yaşamış durmuş? Sonu boşanmalı bir evlilik dışında neden kadrolu bir sevgiliye
sahip olamamış?
Şartlar? İmkansızlıklar? Şiirlerine bakarsanız öyle olduğunu
ima ediyor ama bana kalırsa bizi manipüle ediyor, gerçek sebebi gizliyor. Dağları
aşmamasının sebebi dağların çok yüksek-sarp olması değil dağın ardındakinin bir
“peri suret”ten ibaret olduğunu anlamış olmasıdır.
İtikadımca gerçek sebep hep olmayacağını anlamış
olmasıdır.
Nedir bu olmayacağını anlamak, olmayan ne?
Bir su bardağının bir sürahideki suyun tamamını almasının
mümkün olmadığını anlamaktır, içindekilerin karşılığının karşındakinde
olamayacağını anlamaktır. Cd-romu olmayan bir bilgisayara cd takılamayacağının idrakine varmaktır.
Bir “az sevilmek” filan değildir asla, o kişi “o”
değildir işte ve olamayacaktır da. (Ekmek hamurundan pasta olmaz, bardak da
sürahiden hep küçüktür)
E neden arkasından ağıtlar dizip duruyor o zaman?
Ağıtları O’na dizmiyor, bir zamanki hislerine diziyor. Kendisini
“tastamam bir yaşama hali”nde hissettiren o yoğun erime arzusuna diziyor
ağıtları. Maşuk yok, aşk var sadece… hesabı. “Vardı” daha doğrusu.
Böyle bir maceradan sonra gerçek sebepleri layıkıyla
tahlil edememenin sebebi bahsettiğim anlamanın bilinçte değil de bilinç dışında
gerçekleşmiş olmasıdır. İnsanın içindeki Ağır Abi (bilinç dışı yani, doğrudan erişimimiz olmayan
bir Ağır Abi) olmayacağını anlayınca yukarıya ne yapması gerektiğini fısıldar,
fısıldamak ne kelime, doğrudan talimat verir. Yukarısı da (bilinç yani) istemeye
istemeye uygular emri.
Emir iki farklı metoddan biriyle uygulanır:
1- Terk etmek,
2- Terk edilmeyi
sağlamak.
Eğer bünyenin yürüyüp gidebileceği bir çift ayağı var ise
iş uzatılmaz, doğrudan firar edilir, bunu anlaması zor değil.
Tuhaf olan ikinci yöntem!
Eğer bir çift ayak yok ise, aşk ayakları yok etmişse... ikinci yöntem uygulanır.
İşte o zaman Ağır Abi dolaylı bir yola başvurur, bilince saçma sapan şeyler yaptırarak-söyleterek karşı
tarafın terk etmesini sağlar. “Sen gidemezsin, onu gönder” gibisinden bir
talimat!
Yani şu ikinci yöntemin sayısız örneği vardır, sayısız
aşık göz göre göre saçma sapan şeyler söylediği-yaptığı için kendini terk ettirmiştir, resmen kendi elleriyle bozmuştur “gül gibi” işini.
Sorun da orada zaten, gül gibi değil o iş, sen bilmiyorsun
ama içindeki Ağır Abi farkında, o gerekeni yapar, sen sadece uygulayacaksın.
İşte asıl güzel şiirler hep böyle doğmuştur.
Rilke’nin çok aşık olduğu bir kadın varmış. Kadınla
birlikte iken Rilke acayip mutlu... Yalnız dengesiz ve kaotik bir ilişki
(taraflardan biri Rilke yani, normal) olduğu için sürekli ayrılıp barışıyorlar.
Her ayrılığın akabinde de acının etkisiyle Rilke şiirler döktürüyor, kadın onu
her terk ettiğinde Rilke, Rilke'leşiyor, büyük şair böyle doğuyor.
Kadının en
son ve kesin terk sebebi biraz iç burkucu yalnız…şiir yazabilsin diye terk ediyor,
Alman Edebiyatı Rilke’den mahrum kalmasın diye terk ediyor!
Rilke kadınla beraberken hiç “güzel şiir” yazmıyormuş…
Böyle tuhaf ve sofistike bir çalışma mekanizması var işte
acı üretiminin. Büyük şairler şiir yazabilmek için gerekli acıyı temin
edebilmek adına aşık olup durmuş sanki…gibi bir hal.
Aslında amaç şiir yazmak değil, şiir sadece hasılat, amaç
başka ve burası çok karışık! Zaten bu karışık şeyi söyleyebilmek için yazdım şu
kadar şeyi, şimdiye kadarki yazdıklarım hep girişti.
Ayn Rand, Hayatın Kaynağı romanının sonunda insanları ikiye ayırır: gerçek bir ruha sahip olanlar ve elden düşme ruh kullananlar.
Bu ayrımı tam olarak anlamak için romanı okumak lazım elbette de okumamışlar için dilim döndüğünce bu ikisinin farkını tabloyla açıklamaya çalışayım:
GERÇEK
BİR RUHA SAHİP OLANLAR |
ELDEN DÜŞME RUH
KULLANANLAR |
Dünyaya
tekamül için yollanmışlardır |
Dünyaya kaynakları
tüketmek için gelmişlerdir |
Gözü
mazruftadır |
Gözü zarftadır |
Samimi ve
orijinaldir |
Riyakar ve
taklitçidir |
Kaybetmekteki
kazancı bilir |
Kazanma odaklıdır |
İç istifçidir |
Dış istifçidir |
Varoluşsal
hasret acısı çeker |
Sahip olamamanın
acısını çeker |
Yöntem gözetir |
Yöntem gözetmez |
Empati ehlidir |
Empati fakiridir |
Anlamaya
odaklıdır |
Ezberler |
İcat eder,
üretir |
Ele geçirir,
kullanır, tüketir |
Aklın kalp
için olduğunu düşünür |
Sadece zekayı önemser |
Aptallığa
hakkını veren keskin bir zekası vardır |
Lüzumsuzca uyanıktır
ve bunu zeka zanneder |
Bu maddeleri
okursa ilk kendine uygular |
Kendisi hariç herkese
uygular |
Gerçek bir ruha sahip olup olmadığına dair şüphe içinde geçer
ömrü |
Gerçek bir ruha sahip
olduğundan şüphesi yoktur |
Elden düşme ruh kullananlar konumuz bile değil....
Gerçek ruh sahibi insanlarsa içlerindeki yoğun ve incelikli şeylerin öyle herhangi birine sarf edilemeyecek kadar
değerli olduğunun farkındadır...o herhangi birine aşık olsalar bile!
Bilinçleri vuslat arzular ama içlerindeki Ağır
Abi o incelikli şeyleri “değerinden eksiğe bozdurmaya” hiç de hevesli değildir.
Bu hevessizlikle çomak sokar işe, sabote eder…ve acıya kavuşulur.
Acı, cennete ve/veya ana rahmine (ikisi de aynı etki,
yazmıştım daha önce) duyulan hasretin ifadesinden başka bir şey değil. O
hasretteki azalma da insan olmayı kısmen de olsa yitirmek demek, daha az insan
olmak demek. İşte buna tahammülü yok Ağır Abi’nin çünkü insanın varoluş sebebine ihanettir bu.
Ağır Abi bu dünyada bulunma sebebinin tekamül olduğunu da
bilir, acıdan azade olmanın o tekamülden geri kalmak manasına geldiğini de
bilir.
Tekamül arabaysa acı benzindir, benzinsiz olmaz. Ağır Abi
bunu bilir, o her şeyi bilir zaten, öğrenime gerek duymadan bilmek en öz işidir.
Şu Rilke'yi acılara gark eden, Alman Edebiyatı'na karşı duyduğu sorumlulukla hareket eden...şu yüksek sorumluluk sahibi şu vicdansız kadın var ya...Ağır Abi o kadından daha fazla sorumluluk sahibi ve vicdansızdır.
Bu hesapla Rilke'yi duble Ağır Abi'ye sahipmiş gibi düşünebiliriz. İlki kadının kendisini terk etmesi için Rilke'yi abuk subuk davranmaya iten içindeki Ağır Abi, öteki kadının kendisi. Büyük şair olmasın da ne yapsın zavallı?
Azade ser olurdum asib-i derd ü gamdan,
Ya dehre gelmeseydim, ya aklım olmasaydı.
Ziya Paşa
(Dert-gam çekme belasından kurtulmuş olurdum, ya dünyaya gelmeseydim ya da aklım olmasaydı)
Hamdım, piştim, yandım.
Büyük şairler şiir yazmak için gelmişler dünyaya…yani
tekamül için…yani acı çekmek için. O mendebur Ağır Abi’nin insanı sürekli olmaz
işlerin içine atıp sonunda acıya gark etmesinin sebebi tam da budur.
Asıl her şey öldükten sonra başlayacak. O tekamül boşuna değil, bir amacı var, şu dünya soyunma
odasından fazlası değildir.
Sonradan ek: Mungan'ın şu dizeleri benim uzun uzun anlattığım şeylerin çok kısa özetidir, yazıya eklememiş olmam eksiklik:
Aslında giden değil,
Kalandır terk eden.
Giden de
Bu yüzden gitmiştir zaten.