26 Ağustos 2011 Cuma

GÜVENMEK, ALO FALAN

Iphone 4’ler konuşmak için berbat! Konuşurken sürekli kulağım bi yerlere basıyor, konuşmalar gitmez oluyor ama farkına varmayan ben anlatıyorum da anlatıyorum…ses çıkmayınca da “alo!”

Alo alo…ses yok. Boşa konuşmuşum meğer kim bilir ne kadar zaman! Biri dinliyor sanarak, orda biri var sanarak anlatmışım anlatmışım…kimse yokmuş.

Kimse yokmuş ya da olan şey kimse değilmiş, olmayan şey hiç kimseymiş falan… tam burada dilediğince laf döndürebilirsin, nasıl anlarsan anla. Ya da bi türlü anlama, anlayama…

-          Alo orda mısın?
-          Burdayım evet.
“Yalan söylüyorsunnn!” diye tokadı Mülüm Gürses gibi yapıştırmayı ihmal ettiğim, ne yazık ki ihmal ettiğim ne çok “evet buradayım”larım varmış, yazık!

Yazmamam gereken bir akşam olduğunu da biliyorum bir yandan, çünkü lüzumundan çok fazla “ben” var bu akşam. Ama başladım artık, durana kadar durmak yok.

İnsan aptal değildir, aptallar bile insandır, insanı aptal eden muhtemel güzelliklerdir, yoksa konu asla ne gözle ne de zeka ile ilgilidir, kifayetsizlikle de ilgisizdir konu, aptallık bir insanlık tercihidir, insanın kendi eliyle yarattığı bir almaşık düzlemdir, kendi için yarattığı ve bir güzel inandığı.
Abartılı sanrılar neticesi oluşan muratların rotası hep yüksek bir yerden geçer ve senaryoda abartı varsa o yüksek yerden düşmek sonuna kadar mukadderdir. Bunun öğrenilebilen olanına tecrübe deniyor ama bu tecrübe denen şey özünde insanın kendini inkarı olduğu için öğrenilmiş bilmeler rahatsızlık vericidir ve unutmayı seçer insan çaresiz. Eroin de kurtuluşu olmayan bir uyuşturucudur.

İşte insanın bu sebebi gayet meşum sanrıları her şey bittiğinde skor değeri olmadığı için herhangi bir yere yazılmasına asla gerek olmayan sonuçlar üretir. Log tutan müflistir. İnsan anlamak için kendine lazım olduğunu düşündüğü ama arayıp da bir türlü bulamadığıyla enkazın arasında amaçsız dolaşırken göz göze gelebilir…”aaa öyleymiş meğer!”, “değilmiş” ya da, ne fark eder ki? Farkı fark etmeyi tersi halden farksız kılan bir doğal sayıdır enkaz, sıfırın piç kardeşidir.

Güvenmek nedir ki? “Bu şey o şeydir” demekte ısrar etmektir. Gücünün bir kısmını kibirden alır, insanın doğru bildiğini doğru bilmesi kendi zekasına iltifatı değil midir, o akıl o iltifatı ne zaman hak etmiştir ki, güven düpedüz kibir değil de nedir! Gücünün kalan kısmını da murattan alır. O şeyin o şey olmasını istiyor olduğunuz için “sizce” o şey, o şeydir. Ama değildir işte bazen! İstediğiniz kadar isteyin, değildir. Bambaşka bir şeydir! Bütün renkler karanlıkta siyah gözükmez mi?. Pür hayal-i ruh-i maşuka iken dide-i kays, neye kim kılsa nazar suret-i leyli görünür. Leyli karanlık demektir, leyl gece demektir, Leyla da bu belanın gece bekçisidir, özü murattır, ümittir, elinde hep cezbedici bir şeylerle gezinmez mi? Gezinir.

23 Ağustos 2011 Salı

MELANKOMİK NOTLAR - 13

Vietnamlılar da Vietnam sendromu yaşamış mıdır acaba hiç? Abd hastanelerinde grup terapilere katılmışlıkları var mıdır ?

“İyi ki varlar” dediklerim ya en başta yok olasılarsa!
-Ne yaman bir dilemma, ne yoğun bir istifham değil mi Cevat abi?
-Yok be Benjamin’im, homoseksüel bir paradoks sadece.

İnsan yenebilir de yenilebilir de. İkisi de aynı şeydir.
Yamyam atasözü.

Venedik Taciri filminde Al Pacino ne yapıyor! O nasıl bir oyunculuktur! Harbi büyüksün, gözlerim fırtladı!
Beri yandan filmin şiirsel bir akışı var, frekansına girilip kalınası kesinlikle. Sonunu beğenmedim yalnız, mahkemedeki çok zekice diye sunulan savunmayı da önceden tahmin etmiştim ve hiç de zekice bulmadım, mantık hatası var hem.

Sevgili Steve Mcqurry; iyi ki beleş gününde gezmişim sergini, gezmek için para vermeye değmez zira sergin!

Tuhaf genellemelerim var, daha da tuhafı gerçekten inanıyorum bunlara! Uzun duruşma sahneleri varsa o film güzeldir mesela. Ya da bi şarkı “bu gün” diye başlıyorsa güzeldir. Piyanoyla birlikte yürüyorsa da güzeldir o şarkı. iyi roman 200 sayfa  falan olur.

Sivri biberi sevip sevmediğimi bilmiyorum. Acı olanına bayılıyorum, olmayanından nefret ediyorum. Tavuk da öyle…Yağ-sos değmemiş ve pilavın üzerindeyse bayılıyorum, diğer bütün hallerine gıcık oluyorum. Kanat hariç, o da fena değil sanki.
Aynı anda hem nefret edip hem de çok sevdiklerim yiyeceklerle sınırlı değil.

İnsanlar “müptela”nın anlamını biliyor ama “iptila”yı bilmiyor, tuhaf! Cahil olmakla suçlayacağı kişiye “cahil cühela” diye haykıranların durumuysa sadece ironik değil aynı zamanda klinik! “İvme” kelimesinin anlamını oturup anlatsan bile anlayamayacak bir çok kişinin bu kelimeyi sürekli cümle içinde kullanması da fena! Yanlış kullanıyorlar tabi hep, “hız” manasında kullanıyorlar, doğrudan “hız” deseler olmuyor…nedense! "Dumura uğramak" da "çok şaşırmak" zannediliyor. Elif Şafak’ın Aşk kitabından sonra da tasavvuf merakı “ivme” kazandı:p Şemsomanyak dolu her yer! Mevlana da hümanistmiş iyi mi:p

Bir salak asla salaklık yapmaz. Salaklık diye salak olmayan birinin arada bir yaptığı salakça davranışlara denir. Hiçbir deli de deliremez.

ALDIĞI YERE BIRAKMAYAN HATSIZLIKLAR

Hatlı minibüsler insana yaptığından eminlik hissi veriyor.

Ne zamandır binmemiştim, bindim bu gün. Şoför önde biz arkada gayet bilinçli, gayet kendimizden emindik.

Mizansen yapmıyorum, gerçekten bindim, arabayı servise vermiştim, işe dönüyordum ve gerçekten minibüste giderken yazının ilk cümlesi geçti aklımdan.

Özel arabada insan yanlış yola girebilir… sonra gitmemesi gereken bir yere gittiğini düşünüp yolun yarısından geri dönebilir. Özel arabada “acaba öyle yapmasam mı, gitmesem mi, ya da oraya değil de şuraya mı gitsem” soruları her daim diridir… her an fikirler , rotalar değişebilir. Minibüs öyle değil ama, oraya gitmeniz gerekmese zaten binmezsiniz ki o minibüse, bi ciddiyet, bi eminlik var minibüste…yanlış yola girme ihtimaliniz de yok, araba şoförsüz bile bulabilir yolu nasıl olsa!

Ara ara binip bilinmedik yerlere gitmek lazım. Sonra da herhangi bir yerde aniden ses tonunu “işte tam burada inmeliyim, kesinlikle inmeliyim” moduna ayarlayıp “müsait bir yerde inebilir miyim?” diye gürlemek lazım.

İnsan kaybolmaz hem hatlı minibüslerde. Gittiğiniz yerle asıl gitmek istediğiniz yer arasında bir fark oluştuysa bunun adı “yanlış minibüse binmek”tir ki literatürde yeri vardır, her insan evladının bunu yapmaya hakkı vardır, insanlık halidir yani nedir ki? Yanlış minibüse binerek oluşan sorunun da gayet basit ve prosedürsel bir çözümü vardır, inip ters istikamete giden bir başka hatlı minibüse binmek… Yanlış olan minibüse ilk bindiğiniz yerde indiğinizde başladığınız yere dönmüşsünüzdür, sorun çözülmüştür, asla kayıp değilsinizdir hatta hiç kaybolmamışsınızdır. Yani hatlı minibüssel bir sorun hatlı minibüs sistemi içinde çözülür, “buradan sola mıydı, bu ışıktan mı sağa devam ediyordum?” gibi kazık soruları hayatınıza almazsınız, hayati kararlar almak zorunda kalmazsınız, sistem sizi aldığı yere bırakır. Öyle güzel, öyle müşfik, öyle babacan bir sistem işte bu…sizi kınamaz, küçümsemez, yadsımaz…iki liraya hayatınızı yaşarsınız.

Hayatını yaşamak dedim de…saçma bu aslında. Bir hayat varsa zaten yaşanıyordur.
“Yaşanmak”tan kastım da tükenmek yani, küçük küçük saniyelerle aldığı yere geri bırakır sizi hayat, buna “ömür” denir, bir çeşit “yanlış minibüse binmek” gibi bir şeydir ama tam da öyle değildir, hatlı minibüs sistemi kadar bağışlayıcı ve kucaklayıcı değildir bu hayat sistemi.
Benim gibi yolları aklınızda tutamıyorsanız, “sağ mı burdan sol mu?” tercihlerini hep yanlış kullanıyorsanız…”eyvah kaçırdım” sandığınız sapak aslında zaten girmemeniz gereken sapakken girmeniz gereken sapağı gönül rahatlığıyla kaçırabiliyorsanız…koca koca ana caddeleri absürd ara sokaklarda kaybediyorsanız…ve yol sormak için hep yanlış kişileri seçmek kabiliyetine sahipseniz asla olmamanız gereken bir yerlerde olmanız muhtemel hatta mukadderdir.
Temiz bir kaybolmuşluk hissiyle ilk soldan girdikten sonra ikinci sağa sapmak için de asla bir sebebe ihtiyaç yoktur, anasının ak sütü gibi helaldir herkese o ikinci sağ…değil mi ki kaybolduk, değil mi ki “ilk nokta”mız elimizden alınmış…

Yuvarlak dünyanın düz yollarında yolla birlikte sağa dönünce pastane sol kolda kalmasa bile ışıktan karşıya geçmek lazım…ama kırmızı yanıyorsa duracaksın...

20 Ağustos 2011 Cumartesi

MELANKOMİK NOTLAR - 12

Tutunmaya çalışmayan biri tutunamayan değildir.

Bir insan ki zekayla muhayyilenin veled-i zinasıdır…Kesinlikle kork hatta uzak dur mümkünse. Sıkıysa da sevme!

Bir avuç kelime kıtaları birbirinden ayırır, yer sarsıntısı gibi. Uçurumlara köprü atan cümleler de var” demiş Cemil Meriç…İyi ki de demiş.

Kızıl akpremişim ben! Ürkütüyor beni bu burç yorumları bazen, ilgilenmediğim halde! Şöyleymişim tam olarak:
Siz akrep burcunun sinisizmini almışsınız. Hayatta ciddiye aldığınız şeylerin sayısı o kadar fazla ve bu ağırlıktan kurtulmak için ironiye o kadar sığınıyorsunuz ki görende dünyaya beş akçe vermediğinizi zanneder. Ama hayır öyle değil. Hayat sizin için koca bir bilmece. Bu yüzden kuyruğunuz hep havada dolaşıyorsunuz. Evet, içinizde bir miktar zehir taşıdığınız da doğru. Ama o zehrin gücüyle, birine zarar vermemek için gösterdiğiniz çaba da doğru orantılı.

Hayatımda ilk defa olarak yazın erken bitmesini istiyorum. Özel bir sebebi de yok, bitsin işte.

Ölçüsüz ve ucu açık, gerçek insanlı gerçek sohbet özledim. Sıkıldım ordaymış gibi yapmaktan.

Tavuğun yumurtlamaktan muradı hep çocuk sahibi olmak mıdır acaba? Kuluçkaya yatmayacaksa neden yumurtlar ki bir tavuk, civciv hayaliyle değil midir o yumurtlamalar? Eğer öyleyse tavuğun hayallerini kırıp tavada mı pişiriyoruz?
İneğin yavrusu emsin diye ürettiği sütü memelerinden sıkıp yoğurt yapmalarımız da var ama tavuğun durumu daha fena sanki!


5 yaşındaki trabzon'lu çocuğun dolmuşta annesine kurduğu cümle:
hem vuriysin hem ağlama diysin!..
bir çoğunun bir ömür çözemediğini 5 senede çözmüş çocuk, helal:)

İnsanın yüreği her an bir şiirden fırlamış bir dize tarafından hasarlanmaya açık…dikkatli olmak lazım!

En iyi de yengeç burcu kişileriyle anlaşıyormuşum, bunu öğrenmek için de test çözdüm!...üff ne ki bunlar yaa, ilgilenmez halim daha iyiymiş, lüzumsuz kafa karıştırma bunlar sadece!

İki mum çiçeğim de epeyce uzayıp içimdeki “ne güzel kokacaklar” beklentisini iyice büyüttükten sonra yakalandıkları amansız hastalıktan kurtulamayarak vefat etti:( hem de hiç kokamadan! Halbuki sularını eksik etmedim, vitaminler verdim, gayet güzel ışık alıyorlardı, beyaz beyaz hastalanınca da ilaçladım falan ama…vadeleri dolmuş:( çok ayıp ettiler bana, böyle değildi kavlimiz. Yenilerini almaya da cesaretim yok…du bakalım hele.
Balkondaki yaseminler vakitleri gelince çiçek açıp koktular ama…öyle belirsiz, şahsiyetsiz, yavşak bi kokma! Tüh sizin kalıbınıza:p
Difenbahyanın yüksekliği tavan yüksekliğini yarım metre kadar geçmiş durumda! Tavanı delemeyeceğime göre benden çözüm beklemesin lütfen, kendi çözümünü kendi üretsin.
Öküz ebatlı kaktüsün de sağlık problemleri var galiba. Of yaa, ölme bak kaktüs, yüzüne bakmam ölürsen.
Mutfaktaki kapıya yakın çiçekle koltuğun arkasındaki çiçek (adlarını bilmiyorum bunların) beklenti ötesi bi güzellik ve sağlık içindeler, afferim lan size.
Bauhaus’tan aldığım Atatürk çiçeği sefil bir hayat sürmeye devam ediyor, böyle alışveriş merkezlerinden çiçek almamam gerektiğini geç de olsa öğrendim nihayet, alayı hasta bunların, paraya kıyıp fidanlıktan almak lazım.
Kaç senedir yalan yamuk hayata tutunmayı başaran dracena bilmem ne çiçeğinin yerini değiştirip yapraklarını azaltınca çiçek kendine geldi, bi aferin de ona.
Yıllardır itin kuyruğu gibi ne uzanıp ne kısalan arokaryada (evin en kıdemli çiçeği) alttan sararmalar var. Büyümedin, bari ölme şerefsiz!
Kauçukta da adam olma belirtileri var, afferim.
Menekşede vukuat yok, yeni çiçekler bekliyoruz kendisinden.
Bu arada ben çiçeklerimle falan konuşmuyorum, su verip geçiyorum, mesafelidir kendileriyle ilişkilerim. Buraya yazacağım falan da yoktu da…içime fena yer etti şu mum çiçekleri, çok bozuldum, onları yazacaktım sadece, onlardan girince de diğerlerinden bahsetmemek olmazdı.

Daha iyi bir insan olmak mümkün. Başka hayatlar da öyle.

19 Ağustos 2011 Cuma

BİR FOTOĞRAF NASIL ÇEKİLİR

Bu yazı formal-analitik bir yazı değildir, didaktik kaygılardan azadedir, eksikleri kesin vardır, mantık hatalarının olması da beklenendir. Neden yazdığım tam olarak bilinmemekle beraber…galiba daha sonra okuyup üzerinde fikir yürütüp orasını burasını derli toplu yapma amacı gütmekteyimdir. Amaç sadece düşünmek de olabilir.  Amaç düşünmemek de olabilir.
Püskürtüp bırakıyorum buraya, sonradan el atacağım ama kesin…galiba.

1-      Bir kadraj seçilir.

Seçilmiş bir kadraj seçilmiş bir konu demektir, anlatılacak bir hikaye demektir. Kadrajdaki öğeler çok zaman izleyicinin hafızasında kodludur. İzleyicinin hafızasındaki kod kadrajın anlamıdır.

Kadrajdaki objelerin görsel özellikleri ise konunun biçimidir. Tıpkı şiir gibidir bu bakımdan fotoğraf, şiirdeki kelimelerin yerini objeler almıştır, objelerin anlamı kelimelerin sözlük anlamına, objelerin görsel formlarıysa kelimelerin ses özelliklerine-ahengine tekabül eder.  Anlam-biçim ikilisi her zaman olduğu gibi iş başındadır.

Tam burada anlamsal cazibenin sözlük anlamından çok çağrışım yükü etkisiyle belirlendiğini söylemezsem olmaz ama uzun açıklamalara, örneklemelere girişmeyeceğim zira açıldımı kapanmama ihtimali yüksek, uzun bir mevzudur.

Meselenin  püf noktası anlamı seçince biçimi kabul etmiş sayılmanızdır. Yani bir dozerin fotoğrafı çekildiğinde anlam tartışılmaz bir şekilde dozerdir ve görsel özellikler-biçim temel olarak dozerin  görüntüsüne bağımlıdır. Aynı dozerde bir balerinin yumuşak hatlarını  görmeyi bekliyorsanız…hayal kırıklığına uğramanız pek de zor değildir. Ama imkansız da değil tabi…sanırım:)

Benzer şekilde şiirinizin cümlesinde anlam olarak size “beklentilerimizden” kelimesi bu haliyle lazımsa ses-ahenk bakımından kötü durumdasınız demektir. Ahengi önemsiyorsanız tabi…Yahya Kemal’in ya da Haşim’in bu kelimeyi bu haliyle kullandığını pek sanmıyorum açıkçası…ama bu kelimeyle de ahenk tesis etmek mümkün tabi…sanırım:)

Fotoğrafın cazibesi iki farklı cazibenin etkisi altındadır : kadrajdaki öğelerin kendilerine ait cazibeleri ve fotoğrafçının bakış açısının kattığı cazibe… “Toplam cazibe bu iki cazibenin toplamı kadardır” diyemiyorum zira bu iki cazibenin etkileşimi tek boyutlu bir toplama işlemine sığacak gibi değildir, küçük bakış farklılıkları kelebek etkisi şiddetiyle sonucu ciddi şekilde değiştirebilir.

Birini elindeki kazmayı diğerinin kafasına tam geçirirken yakalamayı başardıysanız elinizde fevkalade cazibeli (cazip, çekici) bir fotoğrafınız var demektir, Pulitzer yolları falan açılır önünüze. Kazmayı altın noktaya koymasanız da olur, ışık parçalı da olsa, eksik pozlamış olsanız da pek sorun yoktur. Bu fotoğrafın cazibe kaynağı çok ciddi oranda kadrajdaki öğelerin cazibesinin etkisindedir, fotoğrafçı tarzını konuşturmasa da bu fotoğraf değerlidir. Beri yandan herkesin her gün geçtiği, gayet bilinen bir caddeyi o zamana dek hiç fotoğraflanmamış bir bakış açısıyla ilgi çekici bir şekilde fotoğraflamayı başararak da değerli bir fotoğraf çekmiş olabilirsiniz. Bu fotoğrafın cazibesi büyük oranda fotoğrafçının ürettiği bir cazibedir.

Kadrajında bir sanat eseri bulunan fotoğraflar için “bu fotoğrafa fotoğrafçının kattığı şey nedir, var mıdır, obje zaten güzel, fotoğrafçı ne yapmış peki?” sorusu tam burada hatırlanası bir sorudur.

2-      Perspektif seçilir.

Kadrajın seçilmesiyle bakış yönü ve açısının da seçildiğini kabul ediyorum.

Aynı kadrajı farklı noktalardan farklı odak uzaklığı değerleriyle, dolayısıyla farklı perspektif etkilerle oluşturmak mümkündür. Sonsuz sayıdaki perspektif etkilerden birisi seçilmek zorundadır. Çekim noktamız, odak uzaklığı değerimiz ve kadraj sınırlarını perspektif etkiyi belirleyen saç ayağı olarak düşünmek mümkündür. Objelerin çekim noktasına yakınlıkları, büyüklükleri, hikayemizde ne büyüklükte olmasını tercih ettiğimiz önemlidir, çekim noktamızı ve odak uzaklığımızı seçerek tüm bunlara karar vermiş oluruz.

3-      Diyafram seçilir, netleme mesafesi seçilir.

Odak uzaklığını ve çekim noktasını seçmiş olmamız net alan derinliği etkisi konusunda da tercih yapmış olmamız manasına gelir ki net alan derinliği tercihini tam olarak yapmamız için geriye sadece diyafram kalmıştır. Net alan derinliği hikayeyi ciddi şekilde etkileyebilen bir etken olduğu için diyafram seçimi de elbette ki mühimdir.

4-      Işıkla sohbet edilir, arka plan ikna edilmeye çalışır.

Çekim açımızı-noktamızı belirlerken göz önünde bulunduracağımız tek etken objelerin konumu ve perspektif değil elbette ki….Işık da çekim noktamızı belirlemekte ciddi etkilidir. Bir de arka plan var:) bu üç faktörün üçü size ayrı ayrı bir ideal çekim noktası tarif edecektir, şansınız varsa üç ideal nokta da aynı yerdedir:)

5-      Bulanmış su optimal düzeyde durulmaya zorlanır.

Ritm, altın oran, hareket etkisi, uyum, türlü çeşit kontrastlar, şemalar vs. gibi bir çok faktör çekim noktanızı-açınızı değiştirmek için size baskı uygulayacaktır. 4. maddede üç olan ideal çekim noktası adet olarak astronomik değerlere ulaşmak isteyecektir, kafanızı karıştıracaktır. Bu bir dünya noktadan birini seçip oradan yapın çekiminizi ve en iyi noktanın orası olduğunu, en iyi fotoğrafın sizinki olduğunu iddia edin…etmeyin ya da:)

11 Ağustos 2011 Perşembe

BİRKAÇ FOTO

“Neden fotoğraf yüklemiyorsun bloga?” sorularına istinaden…alın yükledim işte:)
2011'den elime geçen bir kaç foto aşağıdaki gibidir:p
Değişiklik olmuş olur hem, azıcık renklenir belki blog :)







9 Ağustos 2011 Salı

FACEBOOK PATOLOJİLERİ

“Evren’de ihmal edilecek kadar küçük bir noktayım ama beni ihmal etmeyin.”

Facebook neden bu kadar başarılı olmuş bir site? Binlerce benzeri açıldıktan kısa bir sonra vefat ederken Facebook nasıl bir fenomen haline dönüştü, nasıl dünyanın en büyük şirketlerinden biri haline geldi?

Bu sorunun yanıtı “konsept” olabilir. Zamana bağlı bir şekilde geliştirilmeye müsait ve birbirleriyle etkileşimli homepageler gibi düşünebiliriz sistemi ki oldukça akıllıca bir konsept bu. Başarısını arayüzlerinde aramak da mümkün. Bir de bu tarz yaygınlığı önemli ürünlerde bir numara olmak mühimdir, iyi bir çıkış yakalayıp bir numaraya oturduktan sonra sistem bir numaranın bir numaralığını pekiştirmeye yönelik çalışır, yaygın olan iyice yaygınlaşır, tutulur.

Uzman olmayan birinin basit bir akıl yürütmeyle bulabileceği basit sebepler bunlar ki “neden başarılı?” sorusu üzerinde akademik tezler üretilebilecek kadar önemli bir soru, o tezlerin de üretildiğinden hiç şüphem yok.

Bu yazının konusu bu değil ama…Facebook’un başarısını farklı bir yönden irdelemek niyetindeyim.

Facebook’u icat edenler insanların bir takım yerli-yersiz, sağlıklı-sağlıksız ihtiyaçlarını-taleplerini çok güzel etüd etmiş durumda ve bu ihtiyaca cevap verme halini nakde dönüştürmekle meşguller…

İnsanlar diyor ki : evet, evrende ihmal edilecek kadar küçük bir nokta olabilirim ama lütfen beni ihmal etmeyin! Bana bakın. Bakın ne güzel müzik zevkim var, paylaştığım şarkılardan anlayabilirsiniz, başka başka zevklerim de var, felsefeden anlarım, edebiyat bilirim, güzel sözler paylaşırım, hayata kafa yorarım, entelektüel kaygılarım  vardır, mizah anlayışım da iyidir, hadi bana bakın!
Bunlar çok masum ama, son derece kabul edilebilir, sağlıksızsıkla itham edilemez…
Bunlarla kalmıyor ki insan, demeye devam ediyor: hassas bir kalbim var, ruhumda acılar var, birileri var onlar umrumda değil (yani buraya yazacak kadar çok umursuyorum aslında), duygusal oldum, melankolik kaldım falan, hadi acılarıma saygı gösterin!
Acı sahibi olmak ruhsal derinlik alametiymiş gibi acılarını teşhir ediyor insancıklar ve tuhaf bir şekilde karşılığında saygı görmek istiyorlar…
Söylemeler bunlarla sınırlı değil, devam ediyor : şu an Tarabya’da bilmem ne club’da eğlenmekteyim, bir dünya arkadaşım var, sosyal ortamların aranılan eğlenceli kişisiyim ben, arkadaş gruplarım vardır, pek popülerimdir, şu gün şurada nasıl da eğlenmiştik di mi, ahan da fotoğraf… Sonra çok süper laf oturtmalarım vardır, zeka kokan cümlelerim, ince yanıtlarım vardır…
Sonra şikayetler, sitemler…İnsanlar küçük menfaatler için büyük dolaplar çevirmektedir, güvenecek insan kalmamıştır, insanlar ikiyüzlüdür, yalancıdır, kadir kıymet bilmez nankördürler…Bu kişi sevdimi tam sever ama sevgisine layık olunamaz genelde. Ama gittimi de gitmesini bilir, arkasına dönüp bakmaz, öyle de gururlu öyle de müdanasızdır falan…

Facebook’ta yalancının teki, itin teki, beş para etmezin teki olduğunu kabul ve beyan eden birine rastlayamazsınız. Güvenilmez olduğunu söyleyen birine, ahlaksız olduğunu kabul eden birine rastlayamazsınız, aramayın boşuna…Facebook'ta alçak yoktur:) Peki kim bu alçaklar acaba? Bilmem, onlar da bir face hesabı açarlarsa öğrenebilirim belki:)

Örnekleri arttırmak çok mümkün elbette ama gereksiz. Benim kaygım örneğini vermediğim bir patoloji türü bırakmamış olmak şu an ki galiba unuttuğum türler de var, aklıma gelirse eklerim sonra.

İnsanlar alkışa susamış. Alkış deniz suyu gibidir, içtikçe daha çok susatır, alkış geldikçe “daha çok alkış” için yeni yöntemler dener insan!
İnsanlar özdeğersizlik fikrinden, yetersiz oldukları düşüncesinden kurtulamıyor. Yetersiz olmadıklarına inanabilmek için başkalarının “sen yetersiz değilsin” demesine ihtiyaç duyuyor, başkaları “sen değerlisin” diyecek ki değersiz olmadığına inansın. Ama “sen yetersiz değilsin, değerlisin” diyenlerin samimiyetine inanmıyor olacak ki bu duymalar yetmiyor, daha çok daha çok duymak istiyor.
Ve insanlar yalnız. Fark edilmek istiyorlar, dokunmak, dokunulmak, duymak, duyulmak, görmek, görülmek istiyorlar. Kalabalık arttıkça yalnız olmadıklarına daha çok inanacaklar sanki…

Herkes böyle kullanmıyor Facebook’u, bu saydıklarımı yapanlar da ruh hastası değil muhtemelen. Ama insanların ruhları yaralı, yaralarını sergiliyorlar farkında olmadan.
Facebook anasayfası çok zaman gözüme “ağır ruhsal hasarlar müzesi” gibi görünüyor…"Kompleks teşhir standı" daha uygun bir tabir mi olurdu acaba? O her gün baktığım anasayfadan bahsediyorum, asla dışında olmadığım anasayfadan. Kurduğum hiçbir cümlenin dışında değilim. Evet, açık seçik gördüğüm bir çok patolojinin içinde görmüyorum kendimi ama o anasayfanın dışında da değilim asla.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

AŞKIN 1. FASİKÜLÜ

Aslında aşkı tarif etmeye çalıştığım bir tamamlanmamış yazı var ve aşkın 1. fasikülü olarak o yazının tamamlanması gerekiyordu ama vazgeçtim... Aşkla yalnızlık arasında son derece doğal bir bağ var ve yalnızlığı tariflediğim yazıda aşkı zaten anlatmışım kendimce. Şu yazıda yani:

Aşk denen şey, o "her şeyin ilk hali"ni tek bir kişide bulma çabasından başka bir şey değil! Ama ilk sandığı hal, ilk hal değildir.

Kişi aşka düşerek yekpare yalnızlığını sonlandırmaya çalışır ama yekpare yalnızlık yapısı gereği sonlanması mümkün bir şey değildir. Çünkü ilk sanılan hal, ilk hal değildir. Aşkın hiç bitmeyeceği sanılırken bitmeye mahkum oluşu da bu ilk sanılanın ilk olmamasındandır.

Kişi kendini yüksek bir yerlerden aşağı atmalıdır.
Kişi ruhunu, kendi ruhunun yüksekliğine denk yükseklikteki bir başka ruhun içine katmalıdır.
Olmadı yüksek sandığı bir davaya sahip çıkıp davasıyla yatmalıdır…Uyumalıdır.
Bu da olmazsa kişi ruhunu bir miktar kuru gıda ve markalı birkaç eşyaya satmalıdır.
Kurtuluş bu salak kafiyelerdedir.
Kişi kendini yüksekten atmalıdır.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...