Goethe’yi Goethe yapan İtalya seyahatleriymiş. Öyle derler. Zamanında Goethe’nin “İtalya Seyahati” adlı kitabını okumaya başlayıp da yarıya gelmeden sıkılıp bırakmışlığım da vardır nitekim. Onun seyahatleri benimki gibi 2 gün sürmüyordur muhtemelen ama keramet İtalya’da değildir bence zira ömrünü italya’da geçirmiş bir dünya insan varken bir tane İtalyan Goethe yok:) Bir de Goethe’yi Goethe yapanın Frau Von Stein adlı yasak aşk yaşadığı kadın olduğu söylenir ki bu akla daha yakın bence…Ya da genetik olamaz mı yahu! Bu keramet bulma telaşı neden!
Bir gezi yazısını okumaya başlamışlığım çoktur ama bitirdiğim olmuş mudur emin değilim! Şimdi de oturup 2 günlük bir gezinin yazısını yazacağım. Aklıma geleni yazacağım, sonuçta bir gezinin yazısı olacak ama bir gezi yazısı olacağından şüpheliyim. Altı astarı iki günlük bir Roma gezisinin yazısı olacak işte.
Çok yer görmüşlüğüm yoktur ama tarihinin devamı gibi yaşadığını gördüğüm ikinci şehir oldu Roma, Halep’ten sonra. Bursa’yı da sayabiliriz azıcık aslında. Çok fazla tarihi şey var ve aynen de kullanımda bu iki şehirde. Sonradan ilave edilen şeylerde de eskiyle uyum şartı aranmış. Bizde beni çok rahatsız eden “tarihi esere sahip çıkma” anlayışı bu şehirlerde yok, tarih yaşayarak yaşatılıyor, korunması gereken aciz bir nesne gibi davranılmıyor eski şeylere. Bizimkinden çok daha samimi ve insani bir bakış açısı. Biz Türkçe’ye de tarihi eser muamelesi yaparız ki en çok kullandığımız şeye karşı takındığımız bu gayri samimi koruma tavrı Türkçe’nin neden iyi durumda olmadığının sebebidir bana göre…ama bu başka bir konu.
Roma’da ” kocaman bina” enflasyonu var! Yüksek duvarlarla sınırlanmış yollarda yürüyorsunuz hep. Köşeli-keskin hatlı kocaman binaların arasında yürürken gözetleniyor, denetleniyor ve tuhaf bir şekilde korunuyor gibi hissediyorsunuz. Bu üç hissin birleşimi, binalara Tanrısal bir mananın yüklendiği anlamına gelir ki sokaklarda-caddelerde gezinirken aklımdan geçen de hep tam buydu. Tanrı adına Tanrı’nın koyunlarını güden baskın ruhban sınıfın kitleleri denetim altında tutmak için uygun gördükleri bir çözüm bu. Yani bu binalar “sen her zaman etkilenen pozisyonunda olmak zorunda olan küçük, çaresiz bir nesnesin, yanlışın cezasız kalmaz ama kurallara uyarsan (dediklerimizi yaparsan) o cezalandırabilen büyük güç sana zarar vermez, bilakis seni korur.” cümlesini kitlelerin bilinç altına sürekli fısıldıyor, insanda düzene uyma isteği uyandırıyor. Tanrı’nın mükemmelliğiyle yarışa girmiş bu binalar kusurlu insanoğlunun elinden çıktıkları için de oldukça da nekrofil oluyor haliyle. Şu paragraf tek başına bir yazı hatta kitap konusu (ki Alev Alatlı yazdı, “Viva La Muerte”) olduğu için örnekleme falan yapmadan burda kesiyorum ama Roma’da en yoğun olarak hissettiğim şey nekrofilya olduğu için yazının ilk paragrafı böyle olmalıydı.
"Roma'da kaybol." diye akıl vermişlerdi gitmeden. İstanbul'da bile (ya da herhangi bir yerde) kolaylıkla kaybolabilen bir yapım olduğu için bu tavsiyeyi tutmakta zorlanmadım. Tosca'yı ararken özellikle, tek başıma yol sordum ingilizce bilmeyen İtalyanlar'a "it is a pencil" ingilizcemle ki çok şükür vücut dilim iyidir...onların ki de öyle :) Tosca'yı bulduk da ne oldu, ukde olarak kaldı, yekpare değilmiş gösteri, diğer 3 operayla birlikte parçalardan ibaretmiş! İstemem öyle parça parça...hem turistik bir versiyon olması da fena kötü bi ihtimaldi, kulağımın ayarını bozarlar korkusuyla yıllardır Akm'de izlemediğim Tosca'yı bir gün yekpare ve sağlam bir yorumuyla (Domingo mesela) izlemek için kendime verdiğim sözü pekiştirdim o akşam. Olsun ama, ihtimali bile güzeldi, gerçekleşmesi muhtemel bir muradım var hiç değilse:)
"Roma'da kaybol." diye akıl vermişlerdi gitmeden. İstanbul'da bile (ya da herhangi bir yerde) kolaylıkla kaybolabilen bir yapım olduğu için bu tavsiyeyi tutmakta zorlanmadım. Tosca'yı ararken özellikle, tek başıma yol sordum ingilizce bilmeyen İtalyanlar'a "it is a pencil" ingilizcemle ki çok şükür vücut dilim iyidir...onların ki de öyle :) Tosca'yı bulduk da ne oldu, ukde olarak kaldı, yekpare değilmiş gösteri, diğer 3 operayla birlikte parçalardan ibaretmiş! İstemem öyle parça parça...hem turistik bir versiyon olması da fena kötü bi ihtimaldi, kulağımın ayarını bozarlar korkusuyla yıllardır Akm'de izlemediğim Tosca'yı bir gün yekpare ve sağlam bir yorumuyla (Domingo mesela) izlemek için kendime verdiğim sözü pekiştirdim o akşam. Olsun ama, ihtimali bile güzeldi, gerçekleşmesi muhtemel bir muradım var hiç değilse:)
Mazbut buldum İtalyan’ları. Gece hayatını ya ben göremedim ya da bizim İstiklal’de aç kurtlar gibi “eğlenecem ben, eğlenecem ben!” diye dolanan insanların eğlence açlığı burada yok, eğlence anlayışlarının farklı olduğunu da söyleyebiliriz belki bilmiyorum. Ama bakışlarda, tavırlarda gördüğüm sükunet şaşırttı beni biraz, bunlar değil miydi en gürültücü Avrupa’lılar?...Bilmiyorum valla, bunu çözecek kadar uzun kalmadım, körlerin fili tarifi gibi olmasın yorumlarım. Bizden daha çok üşüdükleri kesin ama! Bende Avrupa’lıların daha az üşüdüğü şeklinde bir ön yargı varmış sanırım, bu yargım yıkıldı. Kuzey ülkelerindekiler öyledir ama İtalyanlar bariz üşüyor, ben tişörtle gezerken paltoyla geziyordu bir çoğu. Bazı kızlar hiç üşümüyor ama! Hava çok sıcak olmamasına rağmen mini etek pek bir revaçtaydı, jinekologların iyi para kazandığına şüphe yok. Hırsızlığın yaygın olduğunu biliyordum ama hiç öyle güvensiz bir hava hissetmedim. Turist olduğumuz için kazıklanmamaya da pek bir konsantreydik ama üç kağıtçı birilerine de rastlamadım…gelmeye 2 saat kalana dek! Collesium’da gladyatör kostümü giymiş birileri beni aralarına alıverdi, (arkadaşlarımdan ayrıydım o esnada) ısrarla fotoğraf makinemi istediler. Kafama bir miğfer geçirip elimde çakma bir kılıçla gladyatörlerle birlikte poz verdirmekmiş muratları. Yaptım dediklerini, gladyatörlerle birlikte çekilmiş salak bir turist fotoğrafım oldu sayelerinde, iyiydik ama…biri “20 euros” dedi! Oha! Bozuk vardı çıkardım, uzattım, “2 euros”. “ No no, 20 euros, this is we work” dedi biri... Onlar üç kişi ben tek, kılıçları falan da var! En suratsız halimle (normal halimle) “no, 2 euros” dedim. Bir çok “no” lardan sonra 5 euroya indiler ama ben 2 eurodan bir kuruş yukarı çıkmadım ve 2 euroyu ellerine tutuşturdum, helalleşip ayrıldık. Nerde görülmüş Osmanlı’nın üç tane üç kağıtçı çapulcuya pabuç bıraktığı:) İtalyan tarihinin bilinç altında Osmanlı işgaline uğrama korkusu ciddi yer tutar ki şimdiki İtalya’nın doğu kıyıları da bi zamanlar bizimdi neticede. Çocuklarını “Türkler geliyor” diye korkuturlarmış, Türk korkusu temalı ninnileri falan var…mış zamanında. Benim suratsızlığım bilinç altlarındaki o arkaik korkuyu tetiklemiş olabilir:) Beri yandan 1936’dan sonra bizde de faşist İtalya’nın işgaline uğrama korkusu dış politikamızı yönlendiren temel amil olmuştur ki İngilizler’e dayanmışız İtalyan korkusuyla. İngilizler de güvence vermiş bize ki o yıllarda İngilizler herkese güvence veriyordu, verdiği o güvencelerin neticesi olarak da Almanlar’la savaşa oturdu nitekim. 2. Dünya savaşındaki Almanlar’ın küçük ortağı İtalya (Japonya’yı büyük ortak sayıyorum) kendisinden beklenenin çok çok azını vermiştir. Almanlar’ın kendilerine kolayca başarsın diye verdikleri küçük görevi dahi ellerine yüzlerine bulaştırmış, o küçücük işte bile Almanlar’dan yardım istemişlerdir, tam bir dağın fare doğurması hadisesi. Oysa Hitler’e faşizmi öğreten Mussolini savaştan önce cihana korku salarken pek bir güçlü görünüyordu, bu denli kof olduklarını bilseydi Hitler planlarını daha farklı yapardı herhalde! İlk Dünya Savaşı’nda karşı cephede yer alan İtalyanlar’ın ikincisinde karşı cepheye geçmesinin sebebi Versailles vb. anlaşmaların görüşmelerinde İngilizler’le Fransızlar’ın kendilerine dış kapının mandalı muamelesi yapmış olmasıdır temelde ama ikincisinin cepheleri belirlenirken İtalya tam bir pazarlık diplomasisi yürüttü ve daha fazla vaat verenin yanında savaşa girdi. (Küçük Avrupa ülkeleri gibi) Neticede savaşsal başarıdan nasipsiz İtalyanlar’ın ilkeli olmak konusunda da pek başarılı olduğunu söyleyemeyiz…demeye getiriyorum ki bu ilkesizliğin topyekun halka yaygın olduğunu da düşünüyordum. Roma’ya bu önyargılarla gittim, yargım hala çürümüş değil ama o 3 gladyatör bozması dışında da bir terbiyesizliklerini görmedim, gayet kibar ve makuldüler.
Aklımca İtalyan’ları tanıtıyorum bu paragrafta ama sanırım paragraf dağıldı!
Fotoğraf çekme isteğim yerinde olmasına rağmen fotoğraf işi iyi gitmedi ne yazık ki. Görkemli binaların “karşısına geçip deklanşöre basma” türünden turist fotoğrafları değil de kendimce farklı bakış açılarıyla üretilmiş, ışık, kompozisyon, grafik bakımından öne çıkan detay fotoğrafları çekmek istiyordum ama mümkün olamadı. Yüksek ve düz duvarların arasında bana ana konu olacak ayrıntılar bulmakta zorlandım, hasbelkader işe yarayacak bir şey bulsam bile kadrajda ona denge olacak başka bir şey bulamadım. Işık mevsim dolayısıyla iyiydi ama ışığı parçalı hale getiren bir şeyler yukarılarda hep vardı. Bir de tramvay telleri ve ne işe yaradığını anlamadığım başka teller her kadraja girip duruyordu. Hasılı beceremedim. Ben de “ben burayı gördüm” türünden turist fotoğrafları ürettim, bir şeylerin karşısına geçip deklanşöre bastım hal böyle olunca. Çektiklerime bilgisayarda baktım…işe yarar bir şey yok:(
Bir kast sisteminden bahsetmek kesinlikle mümkün. Boktan işleri zenciler, asyalı’lar falan yapıyor hep. Bizim Sabiha Gökçen onların havaalanının yanında ay gibi parlıyordu! Arabalar genelde küçük ve çok büyük oranda hatchback. Benim tercihim de bariz hatchbackten yana olduğu için sevdim bu tercihlerini. “Yaya geçidinde arabalar duruyor.”un ne demek olduğunu gördüm.Küçük bir pet şişe suya 0,7-1-2-5 euro ödüyorsunuz (bu fiyatların hepsine su satın aldım) ve su hiç bir şey benzemiyor, tatsız ve tuzsuz buldum.
Devasa tarihi binalarını ve o binaları donatan sanat eserlerini küçümsemek haddim değil elbette ama bu şehir bir marka. Marka değeri olan bir ürün gibi kotarılmış-pazarlanmış koca şehir. Kapitalist mantık iş başında ve başarı bariz…Bir de romantikmiş! Şehrin dokusunda romantizm telkin eden bir hal asla yok, bu şehrin romantik olduğu düşüncesi şartlı refleks ürünü bir sanrı sadece. Tıpkı meşhur İtalyan yemekleri gibi!
Ne yemeği yahu! İstanbul’da yediğim pizzalar oradakilerden daha iyiydi! Ha, oradaki en iyi pizzayı yememişimdir tamam ama İstanbul’daki en iyi pizzayı da yemedim ki. Makarna da öyle ki bunlar aperatif türden basit gıdalardır yahu, her tarafı lezzet olsa kaç yazar! Oteldeki açık büfe kahvaltıyı gördüğümde de bayılacaktım az daha!..Otelimiz gayet güzeldi Allah’ları var, hiç şikayetim yok ama bir açık büfe kahvaltı o kadar fakir olabilir mi? Hasılı bizim mutfakla mukayese dahi edilecek bir durum yok zira ortada bir mutfak falan göremedim ben, antrede yaşıyorlar resmen!
Netice-i kelam, iyiydi hoştu, felekten 2 farklı gün çalmış olduk, seninle tanıştığıma memnun oldum Roma, gittiğime asla pişman değilim, gene olsa gene…gitmem. Gördük işte ya, ne gerek var daha!