31 Ekim 2011 Pazartesi

ROMA







Goethe’yi Goethe yapan İtalya seyahatleriymiş. Öyle derler. Zamanında Goethe’nin “İtalya Seyahati” adlı  kitabını okumaya başlayıp  da yarıya gelmeden sıkılıp bırakmışlığım da vardır nitekim. Onun seyahatleri benimki gibi 2 gün sürmüyordur muhtemelen ama keramet İtalya’da değildir bence zira ömrünü italya’da geçirmiş bir dünya insan varken bir tane İtalyan Goethe yok:) Bir de Goethe’yi Goethe yapanın Frau Von Stein adlı yasak aşk yaşadığı kadın olduğu söylenir ki bu akla daha yakın bence…Ya da genetik olamaz mı yahu! Bu keramet bulma telaşı neden!

Bir gezi yazısını okumaya başlamışlığım çoktur ama bitirdiğim olmuş mudur emin değilim! Şimdi de oturup 2 günlük bir gezinin yazısını yazacağım. Aklıma geleni yazacağım, sonuçta bir gezinin yazısı olacak ama bir gezi yazısı olacağından şüpheliyim. Altı astarı iki günlük bir Roma gezisinin yazısı olacak işte.

Çok yer görmüşlüğüm yoktur ama tarihinin devamı gibi yaşadığını gördüğüm ikinci şehir oldu Roma, Halep’ten sonra. Bursa’yı da sayabiliriz azıcık aslında.  Çok fazla tarihi şey var ve aynen de kullanımda bu iki şehirde. Sonradan ilave edilen şeylerde de eskiyle uyum şartı aranmış. Bizde beni çok rahatsız eden “tarihi esere sahip çıkma” anlayışı bu şehirlerde yok, tarih yaşayarak yaşatılıyor, korunması gereken aciz bir nesne gibi davranılmıyor eski şeylere. Bizimkinden çok daha samimi ve insani bir bakış açısı. Biz Türkçe’ye de tarihi eser muamelesi yaparız ki en çok kullandığımız şeye karşı takındığımız bu gayri samimi koruma tavrı Türkçe’nin neden iyi durumda olmadığının sebebidir bana göre…ama bu başka bir konu.

Roma’da ” kocaman bina” enflasyonu var! Yüksek duvarlarla sınırlanmış yollarda yürüyorsunuz hep. Köşeli-keskin hatlı kocaman binaların arasında yürürken gözetleniyor, denetleniyor ve tuhaf bir  şekilde korunuyor gibi hissediyorsunuz. Bu üç hissin birleşimi, binalara Tanrısal bir mananın yüklendiği anlamına  gelir ki sokaklarda-caddelerde gezinirken aklımdan geçen de hep tam buydu. Tanrı adına Tanrı’nın koyunlarını güden baskın ruhban sınıfın kitleleri denetim altında tutmak için uygun gördükleri bir çözüm bu. Yani bu binalar “sen her zaman etkilenen pozisyonunda olmak zorunda olan küçük, çaresiz bir nesnesin, yanlışın cezasız kalmaz ama kurallara uyarsan (dediklerimizi yaparsan) o cezalandırabilen büyük güç sana zarar vermez, bilakis seni korur.” cümlesini kitlelerin bilinç altına sürekli fısıldıyor, insanda düzene uyma isteği uyandırıyor.  Tanrı’nın mükemmelliğiyle yarışa girmiş bu binalar kusurlu insanoğlunun elinden çıktıkları için de oldukça da nekrofil oluyor haliyle. Şu paragraf tek başına bir yazı hatta kitap konusu (ki Alev Alatlı yazdı, “Viva La Muerte”) olduğu için örnekleme falan yapmadan burda kesiyorum ama Roma’da en yoğun olarak hissettiğim şey nekrofilya olduğu için yazının ilk paragrafı böyle olmalıydı.

"Roma'da kaybol." diye akıl vermişlerdi gitmeden. İstanbul'da bile (ya da herhangi bir yerde) kolaylıkla kaybolabilen bir yapım olduğu için bu tavsiyeyi tutmakta zorlanmadım. Tosca'yı ararken özellikle, tek başıma yol sordum ingilizce bilmeyen İtalyanlar'a "it is a pencil" ingilizcemle ki çok şükür vücut dilim iyidir...onların ki de öyle :) Tosca'yı bulduk da ne oldu, ukde olarak kaldı, yekpare değilmiş gösteri, diğer 3 operayla birlikte parçalardan ibaretmiş! İstemem öyle parça parça...hem turistik bir versiyon olması da fena kötü bi ihtimaldi, kulağımın ayarını bozarlar korkusuyla yıllardır Akm'de izlemediğim Tosca'yı bir gün yekpare ve sağlam bir yorumuyla (Domingo mesela) izlemek için kendime verdiğim sözü pekiştirdim o akşam. Olsun ama, ihtimali bile güzeldi, gerçekleşmesi muhtemel bir muradım var hiç değilse:)

Mazbut buldum İtalyan’ları. Gece hayatını ya ben göremedim ya da bizim İstiklal’de aç kurtlar gibi “eğlenecem ben, eğlenecem ben!” diye dolanan insanların eğlence açlığı burada yok, eğlence anlayışlarının farklı olduğunu da söyleyebiliriz belki bilmiyorum. Ama bakışlarda, tavırlarda gördüğüm sükunet şaşırttı beni biraz, bunlar değil miydi en gürültücü Avrupa’lılar?...Bilmiyorum valla, bunu çözecek kadar uzun kalmadım, körlerin fili tarifi gibi olmasın yorumlarım. Bizden daha çok üşüdükleri kesin ama! Bende Avrupa’lıların daha az üşüdüğü şeklinde bir ön yargı varmış sanırım, bu yargım yıkıldı. Kuzey ülkelerindekiler öyledir ama İtalyanlar bariz üşüyor, ben tişörtle gezerken paltoyla geziyordu bir çoğu. Bazı kızlar hiç üşümüyor ama! Hava çok sıcak olmamasına rağmen mini etek pek bir revaçtaydı, jinekologların iyi para kazandığına şüphe yok. Hırsızlığın yaygın olduğunu biliyordum ama hiç öyle güvensiz bir hava hissetmedim. Turist olduğumuz için kazıklanmamaya da pek bir konsantreydik ama üç kağıtçı birilerine de rastlamadım…gelmeye 2 saat kalana dek! Collesium’da gladyatör kostümü giymiş birileri beni aralarına alıverdi, (arkadaşlarımdan ayrıydım o esnada) ısrarla fotoğraf makinemi istediler. Kafama bir miğfer geçirip elimde çakma bir kılıçla gladyatörlerle birlikte poz verdirmekmiş muratları. Yaptım dediklerini, gladyatörlerle birlikte çekilmiş salak bir turist fotoğrafım oldu sayelerinde, iyiydik ama…biri “20 euros” dedi! Oha! Bozuk vardı çıkardım, uzattım, “2 euros”. “ No no, 20 euros, this is we work” dedi biri... Onlar üç kişi ben tek, kılıçları falan da var! En suratsız halimle (normal halimle) “no, 2 euros” dedim. Bir çok “no” lardan sonra 5 euroya indiler ama ben 2 eurodan bir kuruş yukarı çıkmadım ve 2 euroyu ellerine tutuşturdum, helalleşip ayrıldık. Nerde görülmüş Osmanlı’nın üç tane üç kağıtçı çapulcuya pabuç bıraktığı:) İtalyan tarihinin bilinç altında Osmanlı işgaline uğrama korkusu ciddi yer tutar ki şimdiki İtalya’nın doğu kıyıları da bi zamanlar bizimdi neticede.  Çocuklarını “Türkler geliyor” diye korkuturlarmış, Türk korkusu temalı ninnileri falan var…mış zamanında. Benim suratsızlığım bilinç altlarındaki o arkaik korkuyu tetiklemiş olabilir:) Beri yandan 1936’dan sonra bizde de faşist İtalya’nın işgaline uğrama korkusu dış politikamızı yönlendiren temel amil olmuştur ki İngilizler’e dayanmışız İtalyan korkusuyla. İngilizler de güvence vermiş bize ki o yıllarda İngilizler herkese güvence veriyordu, verdiği o güvencelerin neticesi olarak da Almanlar’la savaşa oturdu nitekim. 2. Dünya savaşındaki Almanlar’ın küçük ortağı İtalya (Japonya’yı büyük ortak sayıyorum) kendisinden beklenenin çok çok azını vermiştir. Almanlar’ın kendilerine kolayca başarsın diye verdikleri küçük görevi dahi ellerine yüzlerine bulaştırmış, o küçücük işte bile Almanlar’dan yardım istemişlerdir, tam bir dağın fare doğurması hadisesi. Oysa Hitler’e faşizmi öğreten Mussolini savaştan önce cihana korku salarken pek bir güçlü görünüyordu, bu denli kof olduklarını bilseydi Hitler planlarını daha farklı yapardı herhalde! İlk Dünya Savaşı’nda karşı cephede yer alan İtalyanlar’ın ikincisinde karşı cepheye geçmesinin sebebi Versailles vb. anlaşmaların görüşmelerinde İngilizler’le Fransızlar’ın kendilerine dış kapının mandalı muamelesi yapmış olmasıdır temelde ama ikincisinin cepheleri belirlenirken İtalya tam bir pazarlık diplomasisi yürüttü ve daha fazla vaat verenin yanında savaşa girdi. (Küçük Avrupa ülkeleri gibi) Neticede savaşsal başarıdan nasipsiz İtalyanlar’ın ilkeli olmak konusunda da pek başarılı olduğunu söyleyemeyiz…demeye getiriyorum ki bu ilkesizliğin topyekun halka yaygın olduğunu da düşünüyordum. Roma’ya bu önyargılarla gittim, yargım hala çürümüş değil ama o 3 gladyatör bozması dışında da bir terbiyesizliklerini görmedim, gayet kibar ve makuldüler.
Aklımca İtalyan’ları tanıtıyorum bu paragrafta ama sanırım paragraf dağıldı!

Fotoğraf çekme isteğim yerinde olmasına rağmen fotoğraf işi iyi gitmedi ne yazık ki. Görkemli binaların “karşısına geçip deklanşöre basma” türünden turist fotoğrafları değil de kendimce farklı bakış açılarıyla üretilmiş, ışık, kompozisyon, grafik bakımından öne çıkan detay fotoğrafları çekmek istiyordum ama mümkün olamadı. Yüksek ve düz duvarların arasında bana ana konu olacak ayrıntılar bulmakta zorlandım, hasbelkader işe yarayacak bir şey bulsam bile kadrajda ona denge olacak başka bir şey bulamadım. Işık mevsim dolayısıyla iyiydi ama ışığı parçalı hale getiren bir şeyler yukarılarda hep vardı. Bir de tramvay telleri ve ne işe yaradığını anlamadığım başka teller her kadraja girip duruyordu.  Hasılı beceremedim. Ben de “ben burayı gördüm” türünden turist fotoğrafları ürettim, bir şeylerin karşısına geçip deklanşöre bastım hal böyle olunca. Çektiklerime bilgisayarda baktım…işe yarar bir şey yok:(

Bir kast sisteminden bahsetmek kesinlikle mümkün. Boktan işleri zenciler, asyalı’lar falan yapıyor hep. Bizim Sabiha Gökçen onların havaalanının yanında ay gibi parlıyordu! Arabalar genelde küçük ve çok büyük oranda hatchback. Benim tercihim de bariz hatchbackten yana olduğu için sevdim bu tercihlerini. “Yaya geçidinde arabalar duruyor.”un ne demek olduğunu gördüm.Küçük bir pet şişe suya 0,7-1-2-5 euro ödüyorsunuz (bu fiyatların hepsine su satın aldım) ve su hiç bir şey benzemiyor, tatsız ve tuzsuz buldum.

Devasa tarihi binalarını ve o binaları donatan sanat eserlerini küçümsemek haddim değil elbette ama bu şehir bir marka. Marka değeri olan bir ürün gibi kotarılmış-pazarlanmış koca şehir. Kapitalist mantık iş başında ve başarı bariz…Bir de romantikmiş! Şehrin dokusunda romantizm telkin eden bir hal asla yok, bu şehrin romantik olduğu düşüncesi şartlı refleks ürünü bir sanrı sadece. Tıpkı meşhur İtalyan yemekleri gibi!

Ne yemeği yahu! İstanbul’da yediğim pizzalar oradakilerden daha iyiydi! Ha, oradaki en iyi pizzayı yememişimdir tamam ama İstanbul’daki en iyi pizzayı da yemedim ki. Makarna da öyle ki bunlar aperatif türden basit gıdalardır yahu, her tarafı lezzet olsa kaç yazar! Oteldeki açık büfe kahvaltıyı gördüğümde de bayılacaktım az daha!..Otelimiz gayet güzeldi Allah’ları var, hiç şikayetim yok ama bir açık büfe kahvaltı o kadar fakir olabilir mi? Hasılı bizim mutfakla mukayese dahi edilecek bir durum yok zira ortada bir mutfak falan göremedim ben, antrede yaşıyorlar resmen!

Netice-i kelam, iyiydi hoştu, felekten 2 farklı gün çalmış olduk, seninle tanıştığıma memnun oldum Roma, gittiğime asla pişman değilim, gene olsa gene…gitmem. Gördük işte ya, ne gerek var daha!

24 Ekim 2011 Pazartesi

DELİLER EVİNDEN CANLI YAYIN


Haberler kapkara son günlerde, küçük bir nefes boşluğu bile bırakmadan kötü şeyler oluyor sıralı, sırasız.

Adetim olmadığı için tv seyretmiyorum çok şükür. Seyretsem bile haberler olan kanal açık olmaz bende…kumanda bendeyse tabi. 4 yıl boyunca antenim yoktu, yokluğunu hissetmedim, son bir yıldır var, varlığının farkında değilim. Gazetelerin internet sayfalarından takip ediyorum olan kötü şeyleri, gündemi. Bir de o maksatla kullanıyor olmasam da Facebook’un anasayfasından…

Sabah Cnn’i açtım bilgisayardan, depremle ilgili son gelişmeleri merak ettiğim için. İki tane kocaman ağız haberlerde ombudsman olarak mikrofonları ele geçirmiş “böyle de olur muymuş hiç, nasıl da yapılırmış, ne kadar da yanlışmış, zaten zaten zaten vır vır vır” diye ötüyordu, kafam çekmedi kapattım!

Bu ülkede herkes her boku bilir, her olaydan sonra “ben demiştim” demesine imkan veren laflar etmiştir kesin o olay daha olmadan önce. Aklın kazığından kurtulmuş, bilgiden yoksun, düşünceyle zaten ilgisiz hariçten gazeller, saçmalıklar saçmalıklar! Hepsi haklı, hepsi biliyor, hepsi erdemli, hepsi dürüst, hepsi duyarlıdır...Peki ya bunca rezilliği kim yapıyor, bunca hastalıklı icraat kimin eseri? Herkesin hırsızlıktan yakındığı ülkenin hırsızları kimdir mesela?

Kimdir bunlar bimiyorum ama galiba Van’da deprem oldu diye sevinen hasta beyinler var! Bunlara “faşistler, duyarsız insanlık yoksunları” diye bağırma fırsatı bulduğu için sevinenler de var! Bu şekilde bağırabildikleri için kendilerinin duyarlılıkları ispatlanmış oluyor. Bir çeşit onay beklentisidir bu, kendinden emin olmamanın göstergesidir. Layıkıyla yapılanmamış kişiliğini aidiyet desteği ile tam hissetme ihtiyacından kaynaklanıyor bu insaniyet gösterilerinin çoğu. Anladığım kadarıyla yardımların ilgisiz hesaplara yönlendirilmesiyle Pkk’ya yardıma dönüşmesi de söz konusu olmuş. Depremi hükümete küfür etme fırsatı olarak görenleri de atlamamak gerek elbette.

Hiçbir cümlesi hiçbir işe yaramayan, hiçbir şeyi değiştiremeyen, düşünme-muhakeme yeteneği olmadığı için fikir sahibi olamayan ama kayıt ettiği sloganları fikir sanan ve fikirmiş gibi peş peşe sunan kalabalığın bağırtısı beynime zarar veriyor, kimyamı bozuyor!

Televizyonun zararlarından korumayı başardığım beynimi internetten de korumalı mıyım ki acaba? Şu Facebook’u düzenli olarak takip etmem bana zarar veren bir hastalık mı ki, söküp atsam mı ki şu internet kablolarını? Telefonumu internete giremeyen ucuz bir telefonla değiştirsem mi ki?

Ya peki ben? Herkese bir mikrofon sağlayan internetin bana verdiği mikrofonlardan birine söylemiyor muyum şu söylediklerimi? Neden bunları bir bloga yazıyorum ki? Her şeyden şikayet eden “toptancı müşteki”lerden muzdarip olduğumu bir şikayet olarak yazmıyor muyum şuraya? Topyekun bir reddediş…gerekli mi? mümkün mü? Gerçekten bilmiyorum ama bu sabah bunu düşünürken buldum kendimi!


Her şey mevcut, her şeyden fazlasıyla var...bir tek samimiyet eksik. Ya da benim samimiyet beklentim gereğinden fazla...


Bir koza lazım şimdi bana...Herhangi bir kitabın arasında unutulmuş bir kitap ayracına en çok özendiğim zamanlar bu zamanlar.

Pazarda annesini kaybetmiş çocuk gibi hissediyorum. Bütün pazarcılar en iyi ve en ucuz sebzenin-meyvenin kendilerininki olduğunu kulağımın en içine bağırıyor, tanıdık tanımadık herkes burada, çok fazla kalabalık çok fazla insan…ama hiçbiri annem değil!

21 Ekim 2011 Cuma

ÖLÜRSE TEN ÖLÜR, CANLAR ÖLESİ DEĞİL!


Hz. İsa doğduğunda dünya nüfusu 250.000 olarak tahmin ediliyor, yani şu anki nüfusunun 28.000’de biri kadar. O zaman da savaşlar vardı, Hz. İsa tahtaya çivilendi. 250.000 insan dünyayı paylaşamıyordu.

İlk cinayetin Hz. Adem’in oğlu tarafından işlenmiş olması bir çatışmayı şiddet yoluyla çözmeye yatkınlığımızın en yalın ifadesi. İnsanın insana tahakkümü insanlık tarihiyle yaşıt ve insanlık var oldukça yaşayacak bir olgu.

Peki koca dünyada neyi paylaşamıyordu da şiddete meylediyordu ilk fırsatta insan? Yetmeyen, az gelen neydi? Bu soruya verilecek türlü çeşit yanıt var ancak bu günkü kafamızla, güncel bilgilerimizle yanıtlarız biz hep bu soruyu, aynı dünyayı bu günkünden 28.000 kat daha az insan paylaşıyorken yetmeyen ne idi? Şu an yetmeyen ne ki?

Bu sorunun temiz bir yanıtı yok aslında…”Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka başkolmasa.”
Evet, fikirler başka…Bizi “yarin yanağından gayrı her şeyi paylaşabilmek”ten alıkoyan tahakküm fikrinin kaynağı fikirlerin başka başka olması, iki derviş bir posta sığıyor ama iki sultan bir dünyaya sığamıyor, çünkü fikirler başka başka hep.

Sürekli gelişmesinden dem vurduğumuz, önünde saygıyla eğildiğimiz  “medeniyet, teknoloji” gibi kelimeler tahakküm yöntemlerimizin de gelişmesi, imha yöntemlerimizin, hilelerimizin, yalanlarımızın gelişmesi manasına da geliyordu ama biz o kelimelere saygıda kusur etmeyi hiç düşünmedik. En ileri teknoloji ilk olarak hep silahta denendi hatta teknoloji denen şeyin geliştirilmesinin ana sebebi hep daha etkili silahlar yapmak oldu.  İnsaniyetlik uğruna teknolojiden vazgeçilmesinin 1400’lerde Çin’de, 1600’lerde Japonya’da örneklerine rastlamak mümkün ancak mütehakkim batı tarihi asla böyle bir örnek üretmedi. Teknolojiden vazgeçenler de bu eğilimlerini değiştirmek zorunda kaldı sonradan.

Merkantalizm denen makyevelist tahakküm fikri dünyayı yönetirken en acımasız cani kendisini en insancıl diye kabul ettirdi, hümanizma denen sahtekar maskesi zulmün yüzünü tertemiz yıkadı hep. Filler tepişirken de olan hep ne olduğundan bihaber çimenlere oldu…

Dünyayı paylaşamayanlar 97 yıl önce o zamana dek görülmemiş bir kıyımın mimarı oldular, 1. Dünya Savaşı’nda 8 milyon kişi öldü. 25 yıl sonraki ikincisinin kıyım başarısı ise birincinin 7 katı oldu, 55 milyon insanı öldürdü o büyük dünya savaşı…ve yine de paylaşılamadı dünya, yine olmadı, ne tahakküm fikri zayıfladı ne de kıyım eğilimi. Stalin’in ensesine tek kurşun sıkmak süretiyle öldürttüğü Sovyet vatandaşı sayısı 30 milyon! Ki bu 30 milyon kişi savaşta ölmedi, ölme sebepleri bir düzenleme idi sadece…Pearl harbor baskınında ABD’nin zaiyatı 2500 civarındadır ki bu baskını ABD’nin savaşa girebilmek için kendisinin organize ettiği ya da gerekli önlemi almayarak göz yumduğu söylentileri hiç de hafife alınacak gibi değildir, tıpkı 4.000 kişinin öldüğü 11 eylül saldrılarında olduğu gibi…Çanakkale savaşı’nda bizim taraftan 250.000 kişi, Sakarya Meydan Savaşı’nda 6.000 kişi öldü. 12 eylül öncesi olaylardaki ölü sayısı da 6.000 olarak tahmin ediliyor.

Pkk’nın katlettiği şehit sayımız da sivillerle birlikte yaklaşık 12.000 olarak açıklanıyor.

Dünya’nın doymak bilmez mütehakkimlerinin son zamanlardaki satranç tahtası haline gelmiş Ortadoğu’da yapılan her hamle yüzlerce canın gitmesi manasına geliyor…Hamleyi yapanlar sadece sayılarla ilgilenir. Sayılarla ve sonuçlarla. Ölenleri tanımazlar, ölenlerin ardında bıraktıkları kalanları da tanımazlar.

Bu sevimsiz sayıları kafamda dolaştırıp durma sebebim anlamamın imkansız olduğu şeyleri anlama çabam olabilir ancak çok beyhude bir çaba bu…Tüm bu sayılar bir şehit annesinin yüzüne görünce anlamsızlaşıyor çünkü. İçime dönüyorum, bütün bildiklerimi unutuyorum, utanıyorum, hala "yaşayanlardan" olduğum için utanıyorum.
Olaya insan gibi bakarak anlamaya çalışmak boşuna…çünkü vahşetin mimarı insanlık değil insan!..ve istekleri hiç bitmeyecek.

19 Ekim 2011 Çarşamba

BU DA BU


Sayın sevgili günlük;
Aslında biliyorum ki sen bir günlük değilsin, bunu bildiğimi sen de biliyorsun ama kendi kendine konuşana deli yahut yazar dendiğini de biliyorsundur, her ikisi de olmadığım için biriyle konuşuyormuş gibi yapmam gerekiyor, idare et.
Şizoya da bağlama sakın, sadece bu seferlik böyle davranacağım sana!
Aslında Oktay'a yazar gibi yazasım var, "niçin"i bende saklı bir sebeple böyle olacaktı. Olsa güzel olurdu yani ama benim Oktay'ım yok! Ahmet abiliğe terfi ettirip "ah be" diye de başlayabilirdim. Fakat öyle de olmayacak.

Beş gün sonra kırkım çıkacak günlük! Teleffuzu ürkütücü bir sayı 40 ama öyle olacakmışım gibi de gelmiyor. Benim bildiğim 40 yaşındaki adam öyle kocaman falan bi adamdır, adam gibi bi adamdır, ne bileyim bıyıkları falan olur, bayağı bayağı ciddi bi adamdır yahu o adam... ama öyle hissetmiyorum ki, hiç de öyle değilim! Ne hissediyorum peki? Hiç bir şey...
Farklı hissetmek için neden yaşımın 10'un katı olan sayılardan birine denk gelmesini sebep sayayım ki ha günlük?! Hem 10'un katı olduğu için özel muamele gören bu 40 sayısının bu itibarı 10'luk düzendedir sadece, insanlık 9'luk düzeni kullanıyor olsaydı 4 yıl önce farklı hissetmek zorunda olacaktım. Hasılı hiç bir farklı şey duymak-hissetmek zorunda falan değilim, yaşımın kağıt üzerindeki ifadesinin artık 4 rakamıyla başlayacak olması benim sorunum değil...ki bu bir sorun değil:)
Kemiyetsel simetri obsesyonundan azadeyiz di mi günlük, aslolan mazruf di mi? Evet.

Bir şarkıyı çok sevdim bu günlerde ("bu günlerde" tamlaması "oktay'a"dan arak) ama o sevmedi. Şarkı beni sevmedi yani. Oluyor böyle bazen.

Gene bi tek kendimin anlayacağı şekilde yazıyorum, ne zamandır yapmamıştım böyle ama ne gam, okuyan varsa bile "illa anlayacam" takıntısında değildir ki yani bence kesin di mi? Bi fotoğraf sitesine yüklediğim sarhoş bir Sulukule yaşlı insanının hafiften dramatik portresine "miami sun" diye isim koymuştum da kimse sormamıştı "ne alaka?" diye, bakana hep "neyse odur" yani, bu da budur.
Gerçi bloga giriş sayısal olarak son 4 ayda kat be kat artmış durumda ama girenlerin okuyup okumadığına dair bilgi içermiyor istatistikler. Birilerinin girdiğini biliyorum ama girdikten sonra burda ne yapıyorlar, kimdir onlar? Hiç bir fikrim yok! Delil bırakmadan, girdikleri gibi çıkıyorlar:) 
Para çekecekleri için değil de (ne parası bankamatik kartları bile yok) dışarısı soğuk olduğu için bankamatik kulübelerinde uzun yatay saatler geçiren homelesslar gibi giriyor olabilirler mi? (Komik olmadığını ben de biliyorum:p)

Sabah çok kötüydü be günlük, haberler okunacak gibi değildi ama okuduk. Gerçi hala iyi değil, içimden kendim için güzel bir şey yapmak gelmiyor, hiç bir şeye hakkım varmış gibi gelmiyor ama... insan denen mahluğun en temel niteliği alışmak ve unutmak değil midir?..İki gün sonra aynı değil miyiz gene, lüzumundan fazla "gene" aynı olmayacak mıyız? "Gülemiyorsun ya, gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir" cümlesi de iki güzel dizedir sadece be günlük, okadar...
"Kanıksamak" ne kadar utanç verici ve ne kadar da insani, ikisi birden aynı anda...dehşet verici bir şey aslında bu.
Bir yanımız var plastik, plastik kaplı bir eşyanın plastiği gibi plastik, varlığı çok zaman rahatsızlık verici ama bir o kadar da elzem!

Sayı düzenini takmaz bir muhasebe canavarına mihmandarlık yapıyorum sanırım bir zamandır. Bilmem değişen havalardan mıdır yavaşım bi de son günlerde. Bi de eter gibi hissediyorum.

Kız isteme evlerinin full mutabakat sohbetlerinin vazgeçilmez kurtarıcı mevzusu "havalar"ın (ah o havalar di mi orhan abi) bir gelişkin versiyonu "havalardandır" gerekçesine serin bir çay bahçesi sonbaharında sarınılan ("eski ama çok bildik"e sarılır gibi sarınılan) yünlü bir hırkaya sarılır gibi sarılıp içimden içime "uzanıversegövdemtaşlaraboydanboyaalsabuzgibitaşlaralnımdanbuateşidalıpsokaklarkadaresrarlıbiruykuyaölsekaldırımlarınkarasevdalıeşi" diyesim çok bi de bu günlerde böyle muttasıl. Determinizm de bi yere kadar yani! Di mi sayın günlük, canım günlük.

12 Ekim 2011 Çarşamba

İSTİFHAM ÜZRE SALINCAK, TUTUK BİR C PLANI




-          Neden firar etmiyoruz Olric?
-          Gidecek yerimiz kalmadı çünkü efendimiz.
-          Hiç mi kalmadı?
-          Hiç kalmadı.
-          Kalsaydı?
-          Giderdik.


-          Çekim nedir Olric?
-          Bizi çekendir.
-          Kim çeker ki bizi?
-          Yer.
-          İyi midir yerçekimi?
-          Yüksekte değilsek iyidir. Ama yükselirsek en beklemediğimiz anda bizi alçaltacak olan da o yerçekimidir.
-          Yükselmemek mi lazım?
-          Çok zor soruyorsunuz efendimiz.
-          Pardon Olric.


-          Sence var mı Olric?
-          Sanırım yok efendimiz.
-          E vardılar, gördük ya.
-          Görmeyi biz istedik
-          Eee?
-          İstediğimizi de gördük efendimiz.
-          İstemek nedir Olric?
-          Ah bilsem…efendimiz.


-          Aklımdan ne geçer Olric?
-          Ne geçmesini isterdiniz?
-          Fırından henüz çıkmış sıcak ekmek kokusu geçsin isterdim ya da toprağa yeni düşmüş yağmur kokusu.
-          Çok iddialı olmadı mı efendimiz?
-          Haklısın Olric. Neden isteklerim mütevazı olamıyor?
-          Çünkü şımarıksınız efendimiz.


-          Mutluluk nedir Olric?
-          Cümle içinde kullanması hoşa gidendir efendimiz?
-          Önemsiz midir yani?
-          Çok.
-          E arayan arayana?
-          Önemli bir şey olsaydı aramazlardı.
-          Önemli olan nedir ya peki?
-          Anlamdır efendimiz.
-          Onu neden aramıyorlar ya?
-          Onu da arıyorlar efendimiz ama onu arayanlar kayboldukları için yoklama listesine yok yazılıyorlar hep.
-          Biz yoklayalım madem onları.
-          O zaman biz de kayboluruz efendimiz.
-          Kaybolmadık mı ki?
-          Tam değil efendimiz.


-          Akıllı olmak lazım mıdır Olric?
-          Evet efendimiz.
-          Neden?
-          Akıl kafamızı mengeneden korur çünkü.
-          Mengeneden korkmak lazım mıdır peki?
-          Evet efendimiz. Başladığı yere dönebilmek için yüksek bedeller ödemekten de korkmak lazımdır.
-          Olay vektörel midir yani Olric.
-          Sanırım efendimiz.
-          Peki hayat? Skaler değil midir hayat?
-          Skalerdir efendimiz.
-          Skaler bir şeyin içinde vektörel korkuların olması tuhaf değil mi?
-          Hem de çok tuhaf efendimiz.
-          Nasıl baş edeceğiz ya bu tuhaflıkla?
-          Baş etmeyeceğiz efendimiz.
-          Ne yapacağız ?
-          Hiçbir şey efendimiz. Evin tekmil sigortalarını kapatıp holde oturacağız. Karanlık bizi bir şey yapmanın şerrinden koruyacak. Gerekirse şehrin bütün ışıklarını söndüreceğiz.
-          İçimizin ışıklarını?
-          Elbette lüzumsuzsa söndüreceğiz onları da.
-          Lüzumsuz mu?
-          Buna ışıklar karar verecek efendimiz.
-          Dışarı çıkmak zorunda kalırsak?
-          Yere bakarak yürüyeceğiz.
-          Sonbahar uğultularını ne yapacağız?
-          Kışa az kaldı, onlardan korkmayın efendimiz.
-          Ya ziller?
-          Bütün zillerin elektriğini keseceğiz, her ihtimale karşılık zilin çekiciyle örsü arasına kağıt sıkıştıracağız.
-          Evde çocuk uyuyormuş gibi mi?
-          Aynen öyle efendimiz.
-          Bizi uyuyan bir çocuk mu koruyacak?
-          Hayır efendimiz, uyuyan çocuğun uyanma ihtimalinden korkumuz koruyacak, korktuğumuz sürece güvende olacağız.
-          Ya uyanırsa?
-          B planı efendimiz. Çıngırak sallayacağız.
-          Çıngırak?
-          Eminönü’nde bi milyona satıyorlar, Çin malı.
-          İşe yarıyor mu bari?
-          Hayır efendimiz.
-          Ziller çalıyormuş gibi yaparsa ya?
-          Duymuyormuş gibi yapacağız efendimiz.
-          Kapıyı tıklatırlarsa?
-          Bizim kapımız yok ki!
-          Bir taktiğimiz var mı Olric?
-          Ne zaman oldu ki efendimiz? Hem neden olsun ki?
-          O zaman söyle de bizi yok yazsınlar bu gün Olric.
-          Peki efendimiz.
-          Susalım mı Olric.
-          Sustum efendimiz.
-          Emin misin?
-          Hayır efendimiz.

10 Ekim 2011 Pazartesi

SEBEPLER BALLADI




İnsan neden sever sevdiğini?

Kibirden : Kibirli kişi kendisini sever. Sevdiğini de sever. Kendisi gibi değerli biri tarafından sevildiği için sevdiği de değerlidir, sevilesidir.
Kendisini sevdiği için sever yani sevdiğini kibirli kişi.
Çaresizlikten : Açıklamaya gerek bile yok, başka çaresi yoktur, sever. Bir şiir “Seni sevdim. Artık tek mümkünüm sensin.” diye bitiyordu.
Trend : Sevileni sevmenin  ya da öyle görünmenin matah olduğu dönemlerde iş yapar bir sevme sebebidir.
Alışkanlık : Sevmese de olur yani…ki ilk garantili değişim fırsatında sevilen kişi değiştirilir. Kampanyalar değişim için güzel bir fırsattır.
Nedensiz : En tehlikeli durumdur. “Sevgi anlaşmak değildir nedensiz de sevilir.” diyen şarkı da dinlenesi bir parçadır.
Yapılanmamış kişilik : Sevileni sevme işi sevenin kişiliğinde yama gibidir, sevme hali ortadan kalkarsa kişi kendisini önemli bir parçası eksik bir araba gibi (mesela rot) hisseder.
Uygunluk onayı olduğu için : Sevme falan yoktur aslında. Tüm dış sesler “seviyorsun, devam et”  dediği için kişi sevdiğini sanır.
Can sıkıntısı : “Sevmeyip de ne yapacağım ki?” sorusuna yanıt yoksa geçerlidir.
Beni açıyor : Kendisine yakıştığını düşündüğü bir aksesuarı kullanır gibi sever seven kişi, öyle sanır ya da. İmajsal bir durum. Trend sebebine benziyor ama aynı değil.
Kaybolmuşluk : Kör birisinin sese gitmesi gibi sever kişi. Sevilen kişi dünya üzerindeki başlangıç nirengi noktasıdır, ilk sestir, diğer tüm seslere açılan kapıdır. İlk ses susarsa dünya sessiz ve karanlıktır artık… Orhan Gencebay’ın ünlü şarkısındaki “feryada gücüm yok, feryatsız duy beni” talebi gibi bir sebeptir.
Allah’ın “sev ya kulum” demesi : Kader işte…Sevdiğin kıtipyosun biri değildir inşallah!


Ucuza geldiği için : Açıklamak istemiyorum!
İhtiyactan : Kalsiyum eksiği olan çocukların saksıların toprağını yemesi gibi bişi, tamamen insiyaki, tamamen şuursuzca.


"O da beni sevsin" ümidiyle : Çok beklersin! Tam tersi doğrudur hem.
Bara girebilmek için : Damsız almadıkları için kişinin hayatında bir sevdicek istihdam etmesi durumu. Erkeklerde olur. Son derece kötü bir şeydir, vebali büyüktür. Allah’ın cezasını vermesi “her an olabilir”dir.
İş edinmek : Sevmeyi meslek gibi görenler vardır. Genelde sevilenin haberi olmaz bu durumdan. Platonik bir şekilde dert edinip “ah vah of” ile ömür geçirirler. Türk olanları Ümit Besen dinler.
Ciddi gibi başlamıştı bu yazı ama neden böyle oldu?! Klasik müzikle başlayıp mastikayla biten düğünlere benzedi! Hadi onlar düğünün sonuna doğru içtikçe sapıtıyor, bana ne oluyorsa! Neyse toparlıyorum!
“Canı kim cananı için sevse cananın sever
Canı için kim ki cananın sever canın sever”

Demiş Fuzuli. Açıklamaya lüzum istemeyen tertemiz bir analiz.


Aşktan ve sebepten bahsediliyorsa Masumiyet filminden bahsetmemek olmaz ama bunun için ayrı başlık açmak lazım! Sadece Derya Alabora'nın "ne aşkı lan ceza derler buna" diye başlayan tiradını dinlememiş olmanın büyük kayıp olduğunu söyleyeyim, anlayan anlasın. As Good As It Gets filmindeki Jack Nicholson'ın Helen Hunt'a "bende daha iyi bir insan olma isteği uyandırıyorsun." demesi de sebep güzelliğine güzel bir örnektir.
Breaking The Waves filminde (izlediğim en güzel filmlerden, muhteşem ötesi!) Emily Watson aşkına iman etmiş bir karakteri canlandırır. Karakter tek başına aşkın tarifi gibidir. Aşkı için inanılmaz şeyler yapar. Kendisini bu aşırılıklarından dolayı kınayan doktora şöyle der :
Herkesin en iyi yaptığı bir şey vardır. Benim ki de aptallık. Ben inanırım!


Allah kimseyi aptallıktan ayrı koymasın, aptallığını elinden alıp "lüzumsuzca uyanık" yapmasın.

GÜZİN

Sabah beri Salah Birsel’in bu şiiri kafamın içinde dönüyor. Olur böyle bazen, sebebe ihtiyacı olmadan gelir kendini hatırlatır çok eski bir tanıdık…beyin işte, tuhaf!
Çarpıcı değilmiş gibi, öylesineymiş gibi görünür ama hiç de öyle değildir. Son dörtlük hakkı verilerek okunursa mevzu anlaşılır, anlaşılınca da parça tesirli etki yapar bünyede…hem de çok içerden.
Bir pazartesi sabahı için saçma biliyorum ama bu hafta da şiirle başlayıversin anasını satiim, hem de gayet tekinsiz hatta meşum bir şiirle. İstediğin kadar uzak dur, şiir sana yakın...

GÜZİN'İN GENÇLİK YILLARI

Ben Güzin' i düşünürken,
Güzin' in de düşündükleri vardı.
İnce inceydi parmakları,
Minnacık bir yüzü vardı.

Güzin' in aklında,
Atlar arabalar,
Daha başka erkekler,
Başka hayatlar vardı.

Güzin' in kedileri vardı.
Benim gibi okşanmak isteyen.
Ama sevdanın adı geçsin,
Güzin kaşlarını çatardı.

Güzin masalların da Güzin' i,
Şehzadeler Güzin' in şehzadeleri,
Büyük bir defter tutar,
Güzin' in hayalleri.

Ben odada otururken,
Güzin' in de oturduğu odalar vardı.
Kendisine ait bir yatağı,
Kendi uykuları vardı…

9 Ekim 2011 Pazar

BUNLARA GICIK OLUYORUM



Haklı çıkma ihtimali ortaya çıktığında bokunu çıkaranlar.

Güzelim asfaltı orasından burasından kesildiği için (kesiyorlar hakikaten) langır lungur gitmeme sebep olan yollar.

Bir tek kendisini akıllı sananlar.

Klavyenin tuşları arasına giren parçacıklar.

Mutfak kalebodurlarının üzerinde oluşan yapışkanlık, bu yapışkanlığın üzerine basmam. (Şekerli bir şey dökmüşümdür.)

Evde terlik giymek.

Balkondaki yaseminlerin yapraklarının üzerinde oluşan ve bir türlü giderilemeyen tozlar.

Temizlikçi kadın gittikten sonra bir takım eşyaları bulamamak, bulduktan sonra tekrar eski yerlerine almak. (Defaatle ikaz etmeme rağmen eşyaların yerlerini değiştiriyor. Kendince ve anlayamadığım bir mantığı var ve o mantığa göre düzenlemeler yapıyor.)

Bilgisayar başında iken internetin pırt diye gitmesi.

Bi halt olmadıkları halde kendilerini bi halt sananlar.

Dans vs. ile ilgisi olmayan cafelerdeki yüksek müzik sesinden dolayı sohbeti bağırarak yapmak zorunda olmak, karşıdakini duyabilmek (ve anlayabilmek) için ilave çaba sarf etmek.

Cd player’a film koyunca (bazı filmlerde) “vıhhhffşşdunnnnn” diye çıkan aşırı yüksek ses. Filmin kalan hiçbir yerinde bu yükseklikte ses çıkmıyor, sadece en başına koyuyorlar  en yüksek düzeyli sesi, kumanda elinizde yokken, henüz ne olduğunu anlamamışken.

Arabada müzik dinlerken bozulan cd yüzünden 3 dakikalık şarkının atlaya atlaya 1 dakikada dinletilmesi.

Uçağa biniş seramonisi. (Kontrol, kontrol, sıra, sıra sıra!!!) Uçaktan inerken de ilk inen olamamanın verdiği ruhsal acı!

Yer bulunamayan otoparkta fır fır dönenmek.

Arabayı  henüz  yıkatmışken yağan yağmur. (Buna istisnasız herkes gıcık oluyor.)

Çok kolay yargı sahibi olanlar, çok kolay taraf olanlar, tuttukları tarafın kötü iş yapmayacağından, düşmanı oldukları tarafın da iyi iş yapmayacağından emin olanlar. Kısaca “lüzumsuzca emin olanlar.”

Temcit pilavına dönmüş sığ cümleleri “yeni bulunmuş muhteşem şeyler”miş gibi sunanlar. Bi de akıl verir durur bunlar…akıllarınca.

Akılları sıra cool görünmek adına eylemsizliği yüceltenler.

Battaniyenin nevresimin içinde toplanması, yattığın yerden bir türlü düzeltememek.

Yemek ya da benzeri şeylerin taşarak ocağın henüz temizlenmiş emayesine dökülmesi. Böyle durumlarda kapak açıklığı-alev şiddeti ayarını doğru yapamadığım için kendimi affetmem çok zor oluyor.

Damsız içeri alınmamak, hödük bir bodyguard tarafından sapık muamelesi görmek.

En zeki hatunun bile yakasını tam olarak kurtaramadığı bir takım kadınsal garabetlikler.

Sürekli gülümseyen, daima uzlaşmacı sahtekarlar.

Yalancı coşku.

Evde geçirmeyi tasarladığım pazar gününde havanın çok güzel olması veya tam tersi. Bir de, ben ne zaman fotoğraf çekmeye çıksam ışık kötü olur, ne zaman evde olsam ışık süper olur…gibi bi hissim var.

İmla hataları. Özellikle konması gerektiği halde konmamış  virgül. Bir de şu ayrı-bitişik yazılma durumları bir türlü çözülememiş “de-ki-mi” lerin yarattığı kaos.

Aptal çeviriler! Kitap okumaktan soğuttular beni! Hele de çok güzel bir kitap berbat bir çeviriyle elinizdeyse…doğrudan travma! Bıraksan olmaz, okusan olmuyor.

Bir şeyi almak için o şeyin üzerinden ya da önünden başka bir şeyi almak-çekmek zorunda kalmak. Bunu nasıl atlamışım bunca zaman, en tepeye yazılası bir gıcık olma bu benim için, ifrit olurum! Bence eşyalar-şeyler bitişik nizam apartmanlar gibi değil müstakil evler gibi konuşlandırılmalı.

Bir dünya insanla her daim çepeçevre çevrili iken o insanlardan hiç birinin olmasını istediğiniz insan olmaması.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...