14 Aralık 2012 Cuma

OKAN BAYÜLGEN, SİGARA, KİŞİLİK YAMALARI, MASLOW VS.


Şöyle bir olay olmuş 10 gün kadar önce:


Görünürdeki durum farklı olsa da olan şey aslında bir maruz kalma… Okan Bayülgen  “kısa yoldan kendini gerçekleştirme”  derdindeki bir kızcağızın bu uğurda kişilik yaması edinme çabasına maruz kalıyor, kız Okan Bayülgen'i kullanmaya çalışıyor ve O da bu kullanılmaya isyan ediyor. İsyanın formatı da ayrıca dikkate değer.

Kişilik yaması: Kişiliğinin yeterince yapılanmadığını düşünen insanların aslında bir kişilik parçası olamayacak türden şeyleri kişiliklerine monte etmeleri…
-          Iyy, işkembe mi! nasıl içiyosunuz onu yaa!
-          Iyy, Kurtlar Vadisi, hayatta seyretmem, ne öyle şiddet felan.

Hiç seyretmediği bir dizinin nasıl da kötü olduğunu dile getirmek için fırsat kollayan insanın durumu çaresiz bir zavallılık arz eder.

American Beauty filmindeki sarışın kız (Kevin Spacey’nin kızının kankası) iki ya da üç kez “hayattaki en tahammül edilmez şey sıradanlıktır.” der filmde. İletişim çağında bireyselleşme saikiyle kurdukları tek kişilik cumhuriyetlerinde tebaasız ve yalnız kalmış insan evlatlarının kurtuluş planıdır bu cümle. İnsan olmakla ilgili mesafe kat etmiş bir insanda yoğun bir acıma duygusu meydana getirmesi olağandır böyle bir dışavurumun… Fakat o acıdığınız metabolizmanın sizi hakir gördüğünü (nasihat vermek ve yardım etmeye çalışmak şeklinde yaparlar bu hakir görme işini) fark ederseniz de şaşırmayın.

Yeterince şekillenmemiş, yeteri kadar ayırt edici özelliği olmayan, diğerlerinden farkı iyice belli olmayan kişiliğe işkembeden tiksinme, sigara düşmanı olma, sıkı çevreci olma, Akp düşmanı olma, Chp düşmanı olma, koyu Fener’li-Cimbom’lu olma, fanatik hayvan sever olma gibi özellikler kazandırılarak kişiliğin yeterli donanıma sahip bir kişilik haline dönüştürülme çabasıdır bu çaba… ve bunların hiç birisi bir kişilik komponenti olabilecek türden şeyle değildir, bunlardan olsa olsa yama olur…Yama varsa delik de vardır ya da var olduğu düşünülüyordur.

Yama kullanan kişilerin kendilerini ifade edişi alay etmek şeklinde olur çok zaman. Yardım etmeyi de çok severler. Toplumsal farkındalık yaratmaya falan bayılırlar, insanlığa hizmet etmek vazgeçilmez mastürbasyonlarıdır. Twitter ve Facebook’un kullanım şekli bu dediğimin pek güzel bir ispatıdır. Yalnız “her alay eden yama kullanıyor” diyemeyiz elbette.

Bir şeyin yama olarak kullanılabilme şartı, kullanacak kişinin o şeyin bir yama olduğunu inkar edebiliyor oluşudur. Yani kişi yama olduğunu inkar edemediği şeyi yama olarak kullanamaz. Bu yüzden samimiyet ve gerçeklik beklentisi yüksek kişilerin kullanabileceği çok az yama vardır. Farkındalığınız arttıkça, benliğinizle sohbetiniz geliştikçe kullanabileceğiniz yama sayısı düşer.

Okan Bayülgen video’nun bir yerinde kızın “ben ne işe yarasam ki?” diye düşünüp “dur gidip şunun sigarasına karışayım” çözümünü bularak kendisine saldırdığını söylüyor ki bence de aynen öyledir. Ben bu durumu “uzay boşluğunda beyhude yere hacim kaplamadığını ispat çabası” olarak tarif ediyorum, aynı şey. Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin en tepesinde bulunan “kişinin kendini gerçekleştirmesi” ihtiyacı budur işte. Piramidin tepesidir, yani en ileri düzey ihtiyaçtır, son noktadır, bu ihtiyacı karşılamış çok çok az insan vardır ama bu ihtiyacı kestirme yoldan kolayca karşılama çabasına girmiş yığınla insan var…Her bir araba egzozunun bir dünya sigaradan çok daha fazla zehir ürettiği bir çevrede ve binlerce arabanın ortasında bir tek sigaranın peşine böyle hararetle düşmenin saçmalığı başka türlü açıklanamaz, birisi kendisini en kısa yoldan gerçekleştirme gayretine girmiştir  ve yardım etme iddiasıyla birilerini bu tatmine ulaşmak adına kullanıyordur. Okan Bayülgen’in deliye dönmesinin sebebi de bu kullanılma hali zaten.

Çocuklara başkalarına benzemek zorunda olmadığı gibi başkalarına benzemenin kötü bir şey olmadığını da anlatmak lazım…hem de ilk okulda, hem de ilk okuldan da önce, hem de lisede, orta okulda her yerde…
Ama kim yapacak bunu? Kendisini uzay boşluğunda doğru şekilde konumlandırmaktan uzak kompleksli öğretmenler mi?.. (Kastım tabi ki hepsine değil, kıymetli öğretmenleri tenzih ederim, Allah o küçük azınlıktan razı olsun, gerçekten çok değerliler.)

Karşılıklı deliklerden mütevellit yoğun cereyan altında kalmış ve yamaya yamaya sevimsiz bir bohçaya dönüştürdükleri kişiliklerini her yerde herkesin burnuna dayayan-dayatan sevimsiz kitlenin yardımlarından ruh sağlığı yerinde olan her kulu korusun Allah. Amin.

Ve Okan Bayülgen... İlk programı (ve bence tek “çok güzel” programı) “Gece kuşu”ndan bu yana öyleymiş gibi yapmalara, samimiyetsizliklere  tahammülsüz bir profil bir sergileyerek bunca yıl sistemin içinde kalabilmiş olması ilginç gelir bana hep. Tamam, protest, agresif ve samimi tavırlarını tarz haline dönüştürüp bundan ratingsel olarak nemalanması akla uzak bir açıklama değil ama yine de şaşırırım bunca yıl ana kuralı riyakarlık olan sistemle iyi geçinebilmiş olmasına. Gerçekten gerçek olup olmadığını layıkıyla irdeleyebilecek kadar da tanımıyorum elbette, şu paragraf bu yetersizliğimden dolayı tamamen yanlış da olabilir ama şaşırıyorum işte hala içimde bir yerlerde bu duruma, içindeki “tutunamayan ruh” her nasılsa yönetimi topyekun ele geçirmiyor.
Fakat bu videoda yılgınlık, bıkmışlık gördüm kendisinde. “Senin gibi insanların yaşadığı bir dünyada yaşamaktan nefret ediyorum” derken sergilediği çaresizlik…hüzün verici.
Uzaklaşmak isteyen, depresif birini görüyorum bu videoda…Sistemle arası sandığım kadar iyi olmayabilir…

3 Aralık 2012 Pazartesi

NAZİRE


Kaçmak lazım yaşamak için. Kazadan beladan mesela, ormanda aslandan, şehirde bağlanmamış köpekten.

Celladından da kaçman lazım…ki hiçbirinin üstünde “cellat” yazmaz. Ya da bilmediğin bir dildedir hep "cellat" yazıları. Öyle çok körkütük aşık falan olmayacaksın işte bu yüzden. Meşhur atasözüdür; madem biliyorsun götünün huyunu, ne içersin koruk suyunu?  Götünün huyunu iyi etüd edeceksin, koruk suyunu tanıyacaksın en az 10 metreden.

Cehaletten kaçman gerektiği gibi gerçekten biliyor olmalara da çok yakın durmaman gerekebilir. Hangi ara nerede duracağına “karar” denir ki hiçbir zaman kime ait olduğu tam belli değildir. Bu yüzden hayat, kulağına-gözüne iyi sahip olmayı gerektirir.

Şiir de öyle mesela, ondan kaçmayı da bileceksin ama ne yazık ki uzak durman gerektiğini öğrendiğin her şiir için artık çok geçtir.

Uyuyor olmaktan, uyanık kalmaktan, sarhoş olmaktan, bir türlü olamamaktan, gitmekten, kalmaktan, gündüzden, geceden, gafletten, dehşetten, hasretten… hep kaçman gerekir işte, ama bazen birinden bazen ötekinden.

Kendinden kaçmayı da bilmelisin çünkü bazen ormandaki aç aslandan daha tehlikelisin… ama kaçarken çok da gözden kaybetmemelisin… kendini.

Haa, yaşamayı ciddiye mi alacaksın bir sincap gibi mesela? Buyur, arzun bilir.

DİLEMMA


İki çeşit insan var; sokakta kendisine rastlayınca yolunu değiştirenler ve değiştirmeyenler. Kendisiyle sohbet edebilenler ve edemeyenler.

İki çeşit insan var; kendisine tahammülü olanlar ve olmayanlar.

Peki kendisine tahammülü olanlar kendisiyle sohbet edebilenler mi edemeyenler mi?

1 Aralık 2012 Cumartesi

BUNLARI DÜŞÜNÜYORUM


“Filhakika” isminde bir tv programı düşünüyorum.
İstiklal Caddesi’nde gizli kameralı program. Palyaço kılığındaki iri kıyım adamımız sokakta yürürken, gözüne kestirdiği birine “filhakikaaa” diye bağırarak tokadı yapıştıracak, gizli kamera tokadı yiyen bahtsız kişinin yüzüne zoom yapacak, şaşkınlığını-öfkesini çekecek. İzleyenler coşacak, ratingler tavan.
Palyaço kaçacak tabi. Yakalanırsa yediği dayağa yakın çekim, gelsin leylak rengi  ratingler.

Tek başıma bir kafeye oturup garsona “bana iki mutluluk, biri küçük olsun” diye sipariş vermeyi düşünüyorum. Muhtemelen şaşıracak garsona “nerelisin?” diye sorup cevap almayı başarırsam “içinden mi?” diye eklemeyi düşünüyorum.

 Carpe diem tarzı bir müzik albümü düşünüyorum. İçinde “yakalasana anı”, “aykırı ol gülümse”, “memelerimi seviyorum sen de sev” gibi isimlere sahip 10 tane (takribi) parça olacak. Albüm kapağında kazak giymiş fino köpeklerini dolaştıran çırılçıplak bayanların fotoğrafı olacak, bayanlar çok matah bir halt yapıyorlarmış gibi gülümsüyor olacaklar fotoğrafta. Müzik elektro şok tarzı olacak.

“Erkeklerin kadınlar hakkında bildiği her şey” isminde bi kitap düşünüyorum. Kitap boş sayfalardan oluşacak, defter gibi. (Bunu benim düşündüğüm yalandı, bu dediğim salaklık hakikaten yapıldı ve bir dünya sattı. Seni azıcık anlasam eyiydi be insanlık, bi de Türkçe’ye çevrilmiş!) Bkz. aşağı:





Şu bayanı bulup dest-i izdivacına talip olmayı düşünüyorum.





Ne gelini ne damadı ne de katılan hiç kimseyi tanımadığım bir düğünde mikrofonu ele geçirip bu evliliğin beni nasıl da mutlu ettiğini mutluluktan ağlayarak göstermeyi ve düğün sakinlerinden alkış almayı düşünüyorum.

Bi yerli çekirdek dizisinde sanat yönetmeni olmayı başardığımın ertesi günü “burada benim yöneteceğim bi bok yok” yazılı istifa mektubunu yapımcı şirket sorumlusuna elden vermeyi düşünüyorum.

Kalabalık bir belediye otobüsüne “selamın aleyküm” diyerek  bindikten  hemen sonra  içerideki herkesle tek tek tokalaşmayı düşünüyorum. Otogarda otobüsü henüz hareket etmiş kişilere yerden el sallama düşüncem de var, bu iki proje eş zamanlı olarak yürütülebilir.

Şu fani dünyadan birine “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sormadan göçüp gitmek istemiyorum. Düşünceden ziyade umut bu, “ölmeden önce yapılacaklar” listesinin başı, liste başı yani.


Televizyondaki evlenme programlarından birine katılıp çok ciddi bir yüz ifadesiyle “yaş, kilo, boy, cinsiyet fark etmez, sağlıklı olsun, bi de çek defteri olsun yeter" dedikten sonra sunucunun muhtemel aşağılayıcı ithamlarına karşılık “ama siz beni yanlış anladınız” demeyi düşünüyorum.

Ayin esnasında bi kilisenin kapısından içeri “bismillah” diye bağırıp kaçmayı düşünüyorum.

Bülent Ersoy’un önünde eğilerek kendisine “büyük hayranınızım” dedikten hemen sonra mutlu-mesut cümleler kurmasına fırsat vermeden “şaka be şaka” diyerek kaçmayı da düşünüyorum.

Bilimsel  bir panelde mikrofonu ele geçirip (mikrofonlu fanteziler) hazır bulunanlara “Sayın Şemsi Paşa Pasajı’nda sesi büzüşesiceler, higs bozonunuz bereketli olsun, siz de berhüdar olun” demeyi düşünüyorum. (Diyebilirim bunu, hem de zorlanmadan)

Özenle seçilmiş birine “çok güzelsin gitme dur.” demeyi düşü…nemiyorum! Düşünürdüm ama, bu biraz fazla çılgınca… Şimdilik düşünmeyi düşünüyorum.

29 Kasım 2012 Perşembe

KULAK MİSAFİRİ


-          Kendine iyi bak.

-          Neden?

-          Lafın gelişi yani.

-          Nerden?

-          Ne nerden?

-          Laf geliyomuş ya, nerden? Laf mı geliyo bana?

-          Ya sanki “lafın gelişi”nin ne olduğunu bilmiyorsun! Anladın işte.

-          Velev ki anladım…laf geliyo…neyse gelsin tamam. Peki ya gelmezse? İyi bakmayacak mıyım o zaman kendime? Benim kendime nasıl bakacağım senin ne idüğü belirsiz lafının bi yerlerden gelip gelmemesine mi bağlı aşkım?

-         “Aşkım” demesen bana artık…ayrıldık biz az önce biliyorsun ki.

-          Neden?
-          Ne neden?
-          Neden ayrıldık?
-          Konuştuk ya!

-          Ne konuştuk? Aklım başka yerdeydi benim, bi daha konuşalım.

-          Ya ayrılık konuşmasını bile dinlemeyen bi insansın, biz nasıl bunca zaman bir arada kaldık asıl onu sormak lazım.

-          Velev ki sordum, onu da anlat.

-          Öfff…anlaşamıyoruz biz, birbirini anlamayan iki insanız işte, ayrılmamız daha doğru olurdu, ayrıldık.

-          Bunca zaman bir arada kaldık dedin, onu da anlat, neden kaldık?

-          Bilmiyorum…bir alışkanlıktık belki birbirimiz için.

-          Aşkım maşkım diyodun, alışkanlıktı yani onlar hep.

-          O kadar basite indirgeme lütfen…ama alışkanlık da önemliydi bence.

-          Aşkım demeye mi alıştın? Yoksa zaten öyle bir alışkanlığın vardı da çevrende “aşkım” diyeceğin birini istihdam etmek için  beni mi tuttun anlamadım ki?
-          Saçmalıyorsun… Peki, aramızdaki hukukun hatırına tekrar deneyeceğim anlatmayı. Şöyle sorayım, ben sana yarım saat ayrılık anlattım, üzgün olduğumu anlattım, hislerimi anlattım, hatta bi ara gözlerim doldu, önemli şeyler anlattım... Neden dinlemedin beni, aklın başka yerdeymiş, nerdeydi?

-          Dişlerine bakıyordum.

-          !!! Nasıl diş? Ne? Bir şey mi var dişimde?

-          Yok ya öyle değil, bi şey yok dişinde. Sadece sen konuşurken dişlerin yukarı aşağı kalkıp iniyordu sürekli.

-          Eee?

-          Onlara baktım işte. Senin çıkarttığın sesin onlardan geldiğini düşündüm. Konuşmalarını onların hep bir ağızdan konuşması gibi algıladım, ne bileyim kavgalı bi oturum gibi işte… bi liderleri var mı acaba , oturum başkanı hangisi diye düşündüm.. Boyuna tartışıyorlardı, ne dedikleri de anlaşılmıyordu çünkü hepsi birden konuşuyordu, onları anlamaya çalıştım. Arkadakilerin sesi boğuk çıkıyordu, sen ağzını açtıkça azı dişlerini de görmeye çalıştım ki görürsem ne dediklerini anlayacaktım sanki.

-          Eee ne diyorlarmış?

-          Anlamadım valla. Bi ara anlar gibi oldum, garson boşları toplamaya geldi, kolumu dürttü…sen de susup ağzını kapatınca…içeride karanlıkta konuşmaya devam ediyorlar mı acaba diye düşündüm.

-          Ediyorlar mıymış?

-          Sanmam. Ben bakmazsam konuşmazlar ki. Belki biraz fısıldaşma. Bi de onları sevdiğimi düşündüm…onlar da beni seviyor mudur acaba diye düşündüm.

-          Seviyorlar mıymış?

-          Bilmiyorum…Beni sevmeleri için özel bir sebep bulamadım ama neden sevmesinler ki? Aramızda bir husumet yok neticede, ısırmadılar da şimdiye kadar.

-          !!! Çok tuhaf bir insansın, sana ne desem bilemiyorum! Allah aşkına konumuzla ne ilgisi vardı bunların?

-          İlgisi falan yok, sordun söyledim. Hem konu ne ki?

-          Üfff…bu kadar yeter, baştan alamayacağım. Gidiyorum ben.

-          Sittir git.

26 Kasım 2012 Pazartesi

GICIK OLDUĞUM LAFLAR


KEYİFLİ : Çok keyifli bir mekan, çok keyifli bir kokteyl, çok keyifli bir şarkı…
Şarkı nasıl keyifli ya? Bacak bacak üstüne atıp nargile mi içerken mi görülmüş? “Keyif verici” İle “keyifli” ifadeleri  arasındaki sevimsiz uçurumun farkında mısın a gafil kişi?

ÇOK BAŞARILI : Yemek nasıldı? Çok başarılı!
Yemek neyi başarmış? Harward’dan dereceyle mezun mu olmuş? Olimpiyat rekoru mu kırmış?
Yoktu bu eskiden, son zamanlarda türedi, olur olmaz her şeye “çok başarılı!”
Bu ifadeyi asıl sevimsiz kılansa içine acemice gizlenmiş kibir, böyle kof-kalitesiz bir kibir. Yani adamımız o konuda otoriteymiş de bir şeyleri başarılı-başarısız ilan etme mührü varmış elinde… iltifatı da çok makbulmüş ve o ürünü çok başarılı bulmuş. Her an “başarısız” da ilan edebilir yani.
Maria Callas sence nasıl bir soprano? Çok başarılı!
Hasktir ordan!
Not: “Beğeniyorum”un, “seviyorum”un, “hastasıyım”ın  suyu mu çıktı! Maria Callas’ı da sevmeme-dinlememe özgürlüğün var nitekim.

Bİ ŞEYİNE SAĞLIK: “Eline sağlık, ayağına sağlık” hariç, kalan bütün “sağlık”lar.

ATARLANMAK: Bu da yeni çıkmış. Bu anlama gelen bir çok kelime zaten mevcut iken böyle sevimsiz bir kelimeyi konuşma diline sokmaya çalışmak!!! Kısa ömürlü olur, tez unutulur inşallah.

ÇAĞDAŞ: Oldum olası sevmedim. O kadar kaypak, asli anlamından o kadar uzak şartlı refleks çağrışımlarla algılanan bir kelime ki…Bu kelimenin her kullanımı dayatmadır, bu kelimeyi kullanarak atılan her yumruk belden aşağıdır, faüldür. Demagogların vazgeçilmezidir.
Not:  Lafım aynı çağda yaşanmışlığı kast eden haline değil elbette.

SEVGİLER: Mesajların sonuna fütursuzca ekleniyor. O mesaja cevap verirken ayıp olmasın diye benim eklediğim de oluyor bazen ama…kerhen. Ne bileyim, böyle ucuzluktan alınmış hissi yaratıyor bende. Kampanya zamanı bolca alınmış, olur olmaz her mesajın altına bir tane iliştiriliveriyormuş gibi.
Eskiden “muhabbetle” denirmiş ki aşağı yukarı aynı manalara geldiği halde buna gıcık olmuyorum, bilakis hoşuma gidiyor. Benimki de şartlı refleks mi ki acep?

AŞKIM: “Aşkım gelirken domates almayı unutma!”
Aşk’la domates aynı cümle içinde kullanılmaz, böyle olmamalı :p
 Hem zaten cümlede görüldüğü üzere “domatesle gelmek” “gelmek”in önüne geçiyorsa artık…  o senin aşkın falan değildir, belki de hiç olmamıştır. Gelirken domates almayı unutursa ne olacak peki, fırça mı atacaksın aşkına?
 “Aşkım ben ağda yapıyorum telefona bakar mısın?” İğrençç!

AYDIN: Sorun kelimenin kendisinde değil de kişi başına düşen gerçek aydın sayısının aşırı düşük olduğu bu coğrafyada (maalesef öyle) bu kadar yoğun kullanılıyor olmasında, olmayana ergi hesabı… Kelime, şartlı refleks çağrışımları asli anlamını örtecek şekilde ve bu denli yoğun kullanılıyor olunca gıcık oluyor haliyle insan.
Aydınlatıyor iddiasında olmak da  gerçek bir aydının yapacağı en son şey zaten.  Sevimsizlik kelimenin özünde.

İVME: Bunda da sorun kelimede değil kullanımında. Ne olduğunu tam olarak anlamamış insanlar tarafından yanlış manada kullanılıyor sürekli, “hız”la karıştırılıyor. Hızın değişim hızı demek ivme, mühendis olduğum için nasıl bir şey olduğunu anlayabiliyorum haliyle de… mecazi bir yansımasını cümle içinde kullanma gereği hissetmedim hiç! Daha havalı olmak adına bu kadar kastıracaklarına basitçe “hız” deseler… daha ferah bir yer olur bence dünya.

BENDENİZ:  “Köleniz” demek. “Bende”de doğrudan “köle” demek zaten.
Zamanında karşısındakilere “kölenizim” kabulüyle hitap etmeyi, bu sırnaşık-samimiyetsiz kelimeyi hitap listesine sokmayı akıl eden yalaka kişiye gıcık olmakla kalmayıp bu kelimeyi anlamından habersiz (bilen kullanmaz zaten) kullananlara da gıcık oluyorum.  Komiklikli bir kibarlık elde etmeyi umarak kullanıyorlar…ummasınlar!
“Ben deniz” şeklinde ayrı yazanını bile gördüm, deniz olmaktan kastı neyse artık! Kelimenin ne benle, ne senle ne de denizle ilgisi var…sen de köle falan değilsin zaten, kullanma öyle bilmediğin şeyleri, bu kelimeyi kullanmadan da havalı olabilirsin :p
Not: Bu hesapla “efendim”e de gıcık olmam lazım ama o iyice evrim geçirmiş, asli anlamından uzaklaşmış bir kelime, ona olmuyorum.  Malum, galat-ı meşhur lügat-ı sahihten evladır, öyle olmayaydı “lütfen” de diyemezdik gönül rahatlığıyla.

22 Kasım 2012 Perşembe

MELANKOMİK NOTLAR - 19

Bi kırığın varsa manita sahibi bi insansın ya da kolun-bacağın alçıda.
Ama bi kırıklığın varsa hasta olmak üzeresin.
Kalbin kırıksa çok fena ama kafan kırıksa sadece dayak yemiş ya da düşmüşsün.
Arkandan “kırık” diye bahsediliyorsa delimsirek ya da çılgınsın.
“Kıçı kırık” var ki bi de bambaşka!
Kırık link, ışığın kırılması, kaç geldiği belli olamayan kırık zar vs. başka tuhaf kullanımları da yok değil.
Acayip bir kelime bu “kırık” vesselam!

Facebook’a yazdığım bişiler birilerinin beğenisine mazhar olduğunda “ Süleyman Küsur senin durumunu beğendi” şeklinde bildirim alıyorum… Yalana bak! :p
Tersi de var tabi, ben de birilerinin durumunu beğeniyormuşum. O da yalan. Bi tek Ali Ağaoğlu’nun durumunu beğeniyorum (çok parası var) o da hal ve gidişten kaybediyor :p

Kitap fuarına pazar sabahı erkenden gittim ki çekirge sürüleri olmadan bakabileyim kitaplara. (Çekirge dediğim öğrenciler, kung-fu’daki gibi) Ama ne mümkün, her yerdeler ve  Allah’ım ne kadar çoklar!
Bu arada yukarıdaki kırık muhabbetinin aklıma gelmesine sebep, üzerimde an itibariyle fena halde kırıklık olması. Bu kırıklığın sebebi de dünkü kitap fuarı macerası, zaten yorgundum, beter oldum.

Fatih Altaylı, Fazıl Say için “korkarım ilgi çekmek için bir gün Nişantaşı caddelerinde kıçını açıp gezecek.” yazmıştı. Son ifrazatı “arabesk dinlemek vatan hainliğidir.” den anlaşılacağı üzere kendisi dibe hayli yaklaşmış durumda. İlgi çekme faaliyetlerinde doz aşımı esastır, kalabalıkların ilgisini çekebilmek için bir öncekinden daha ilginç olmak zorunda Fazıl Say… Bu sebepten sıranın kıç açmaya gelmesi uzak değil. Senin için üzgünüm Nişantaşı, dikkat et kendine!

İnsanları içlerini gerçekten görebilme imkanımız olsaydı…başlarda merak ve gafletle bakardık belki ama sonrasında bakmazdık asla.
Kimse masum değil, herkes hin ama herkesin içinde her nasılsa kalmış bir parça masumiyet mevcut ve başkasının pisliği insanın o masum bölgeleriyle muhatap oluyor. Yani farklı beyinlerdeki pis düşünceler birbirleriyle iletişimde değil ama birinin pisliği diğerinin masum bölgesini kirletiyor, rahatsız ediyor… bu sebepten bakmazdı kimse birbirinin içine.
Olan şeylerin aslını öğrenmek imkanımız olsaydı…öğrenmezdik.

Oturduğum yerde üşengeçliğin kitabını yazsam yazardım şu sıralar…üşenmeseydim.

Baktığım  şeylere artık “bunun fotoğrafı şurdan şöyle çekilir-çekilmez” gözüyle bakmıyorum artık. Fotoğraf çekmeyi galiba bıraktım. O beni bıraktı ya da.

Maç izleyen, takip eden hatta heyecanlanan insan olmak isterdim. Kaç paraysa verip lig maçlarını yayınlayan kanala abone olayım falan. Deniyorum aslında, zorluyorum kendimi ama…sıkılıyorum yaa!
Bi de İddaa oynayasım var ama çok karışık! Ulen 12’yle 4’ü hesap makinesinde çarpan adamlar nasıl bu kadar kolay nasıl çatır çatır oynuyor bu oyunu!.. çözemedim valla ben bu İddaa işini, çizelgeler çizelgeler, kenarlarda notlar falan!

Şu bloga yazı yazmak parayla olsaydı ne güzel yazardım kim bilir…
Beleş ya, sıkıyorum aklıma her geleni!
(İşin aslı: yazmazdım, hiç yazmazdım o zaman)

Facebook hesabımı dondurdum. Benden çaldığı vakitleri hayatıma eklemeyi düşünüyorum. Eee ne demişler, bir insan kafasını çalıştırırsa rahat eder. Tabi ki biliyorum kafamın çalışmasının bana rahatlık değil bela getireceğini, rahatlığın benim için kolay erişilir bir şey olmadığını ve bir müddet sonra o hesabı tekrar aktif hale getireceğimi ama...
Hah işte, o "ama"nın üzerine kocaman bir 3-5 katlı bina dikme planlarındayım.

Satranç oynarken rakibe küfür edilir mi? Hem de rakip bilgisayarken...
Ben ediyorum!

18 Kasım 2012 Pazar

SABAH


Sabah çok erken camlardan girip girip yanıma gelen… değdiği her şeyi güzelleştiren, o zengin o hayat dolu ışık…yani hayatın bizatihi kendisi o ışık…sabah ışığı…
Bende bir şeyleri kaçırıyormuşum hissi uyandırıyor hep.
Doğrudan üzerime doğuşunda bir düşmanlık seziyorum. Ama değildir, kimsenin düşmanı değildir sabah güneşi. Selam vereceği adamı seçer sadece o kadar.
Pişman olmak için en güzel saatler bu saatlerdir. Eh, olurum ben de…

17 Kasım 2012 Cumartesi

KENDİMİ

Çocukken, konuşmaya ilk başladığım günlerimden itibaren bana sorulan klasik “en çok kimi seviyorsun” sorusuna hep aynı yanıtı vermişim. Hangi halde ve kim sorarsa sorsun 2,3,4 numaralar değişse de 1 numara asla değişmemiş, ısrarlara rağmen ısrarla değişmemiş. 
Kimi seviyorsun en çok? Kendimi.

Seviyorum lan hala kendimi…bazen!

15 Ekim 2012 Pazartesi

İÇİMDEKİ ERDENER ABİ


-          Erkeklere güvenmiyorum çünkü onlar hayal kırıklıklarımın baş mimarı oldular hep ve ayrıca……….
-          Bi seviş düzelirsin.

-          Tecimsel kaygılı primitif edinimler var oldukça türk tiyatrosundan bir şey beklenmemeli, bu bağlamda.............
-          Halka çıkmaya çalış.

-          Ben anı yaşamak gerektiğini düşünüyorum.
-          Anına koyiim.

-          Anılar peşimi bırakmıyor üstad, her şarkının yüreğimde ayrı yeri var adeta, her kadehte bir anım gözlerimin önünd….
-          Senin de anına koyiim.

-          Şimdi bunun sevgilisi aslında ötekiydi ama berikinden de çocuğu olduğu için eski sevgilisine dönemiyo. Yalnız ötekinin çocuğunun babası nerdendi  anlamadım tam, gece tekrarını vercekler bi daha seyretçem.
-          Elektriği israf etme.

-          Panpa kasıyo beni o ortamlar amk.
-          Bi sus!

-          Ay sen ne diyosun çocuk top trend! Hem cool hem de çok emoşınıl biri annıyo mısın?
-          Anlamıyorum!

-          Şimdi bu sene sınava bir ay kala falan benim psikolojim bozuldu tabi çalışamadım biraz ondan yani, bu sene de kazanamadım ama seneye kesin……….
-          Tanıdığım bir tornacı var.

-          Tamam, senin fikrindir, ben tabi saygı duyuyorum ama……….
-          Duyma!

-          Koyun bu halk koyun, ayakta uyuyor.
-          Bi sen uyanıksın  anasını satiim:p

-          Çok da umrumda… gör bak köpek gibi arayacak beni o, aha şuraya yazıyorum.
-          Yazma oraya buraya.

-          Benim hayattaki tek reçetem sevgidir sevgili seyirciler, sevgi varken başka ilaca ne hacet, insanlar keşke bunu anlasa, savaşlar olmasa vır vır vır…
-           Bu laflar para içinse sahtekar, değilse malsın.

-          Dostum katılacaksın sen de di mi haklı eylemimize, sesimizi duyurmak için eylemce konuşmalıyız dostum.
-          Eylence anlayışıma terssin.

12 Ekim 2012 Cuma

MELANKOMİK NOTLAR - 18


“Önemli olan bişey bişeydir, gerisi sadece teferruattır.” diye tumturaklı bi cümle kurasım var ama…önemli olan neydir?

Anıların hepsi eskir ama sadece bazıları eprir… bazıları eprimez.

Kanadı göçmen buluta takılmış telli telli şu telli turna; iki çay söyle ordan :p

Hayat romantik davranmaz adama; tecavüz eder, gider kahvede “seviştik” diye anlatır, ballandırır bi de.

Şeytan en çok uzlaşmayı seviyor.

Mum çiçeklerini 1 yıldır gözüm gibi büyüttüm, artık randıman bekler oldum ki…gene o beyaz bela sarmış ikisini de! Bunlar da telef olursa…daha da mum çiçeği almam, hep hevesimi kursağımda bırakıyorlar!..bir kere bile kokmadan.

Eskinin bedbahtları hayatın anlamını şişe diplerinde arardı…Şimdikilerse  Facebook’un köşe diplerinde... Millet kafayı yemiş , alem kötü olmuş:p

Beynime ters elektrik versem terse çalışır mı ki? Varsa böyle bir imkan tersi neresi? Kaç volt?

Geçen gün bir kuş anım daha oldu. 
Sabah evden tam çıkacakken salonun kapısının önünde-yerde bir güvercin! “Ne işin var burada?” dedim, cevap vermedi haliyle. Akşam ya da gece girmiş olmalı çünkü yatmadan bütün camları kapatmışım. Balkonun kapısını açtım, oraya doğru sürdüm…gitmiyor, ters istikametlere yöneliyor:) Öyle çok ürkmüyor da, sakin bir şekilde kaçıyor sadece. Arada da uçuyor salonun içinde ama çok kısa uçuşlar. Fakat kanadının sakat olmadığını, istese uçabileceğini anladım bu kısa uçuşlardan. İncitmeden yakaladım, balkonun duvarına koydum…gitmiyor! Bir zaman bekledim, hala gitmiyor. Ekmek-su koydum yanına, açtır belki... yemedi ama gitmedi de. Daha bekleyemedim çıktım, aşağı indiğimde baktım hala balkon duvarındaydı.
Akşam “hala orada mıdır?” merakıyla ve biraz da gizli bir ümitle eve girer girmez ilk iş balkona baktım…gitmişti :( 
Ekmek-suya da dokunmamış...
Sanki gitmek istemiyormuş da zorla kovmuşum gibi hissettim. Giderken de “yemiyorum işte senin ekmeğini de” demiş gibiydi.
Tanımadığım bir kuş üzdü beni. Sohbet etmek istiyordu ama tutup özgürlük lutfettim sanki! Kalsaydım yanında biraz daha keşke...

Ben gibi evde kalmış arkadaşlarıma “dur daha huzurevinde komşuluk etçez senle” diye espri yapıyorum aklımca…Ne kadar da kalabalığız! Huzurevi yetmez, huzur sitesi lazım!

“Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları,
 Söyleşin benimle biraz, bir kere gelmiş bulundum."

1 Eylül 2012 Cumartesi

ALTERNATİF MEKAN ÖNERİLERİ


-          Müflisler kıraathanesi:  Hayatı birden bire hendeğe düşmüş bedbahtlar için lokal, sadece onlar girebilsin. Ve çay bile verilmesin ipnelere.

-          One night stand kitabevi: İş sonradan ciddiye binerse soranlara “bir kitapçıda tanıştık.” diyebilmek için.

-          Yavşaklar parkı: Kimse üstüne alınmayacağı için her daim boş kalacak park. İstanbul’a çok lazım böyle mangalcısız bir park.

-          Negatifler cafe : Birbirlerine aslında negatif olmadıklarını anlatıp duracakları nezih (ama keyifsiz) bir mekan.

-          Pozitifler cafe: Pozitiflerin aptal hayat reçetelerini birbirlerine sunup keyif üstüne keyif yaşayacakları mekan. Memleketin kalan ahalisinin kurtuluşu için elzem, Orta Anadolu taraflarına açılmalı.

-          Orgazm anıtı : Bir orgazma muhtaç  ölüp giden bayanların acısının paylaşılabileceği,  fatiha noktası, çelenk noktası gibi fonksiyonel noktalara sahip, şehrin göbeğine dikilecek şekilsiz (modern sanat) anıt.

-          Bikbikler Hyde Park: Evde kalmış kızların evlenecekleri erkekte olması gereken özellikleri  birbirlerine nutuklar şeklinde aktarabileceği Konya büyüklüğünde park.

-          Abazanlar internet cafe: Çok var zaten bunlardan …ama kontrol altına alınsalar iyi olur.


-          Fanatikler morgu: “Ölmeye geldik” diye bağıran taraftarlar için.

-          Yalnızlara kucak night club: Karanlıkta birbirlerini kucaklasınlar bari. “Yalnızlar rıhtımı”nın kullanışlı hali.

-          Özel insanlar barı: 35-40 metrekare büyüklüğündeki bar. Özel kişilerin içeri girebilmek için ucu belirsiz sıralarda beklerken hiç de özel falan olmadıklarını anlayıp dağılmaları için…didaktik bir mekan.

-          Sigara içmeyenler mezarlığı: Hayat kaliteleri çok yüksek ama her nasılsa ölmemeyi başaramamış sağlıklı insanlar için. Mezarlıkların sigarasız bölümü olarak da düşünülebilir.

-          Coollar dergahı: Aslolanın kuul olmak değil kul olmak olduğunu anlarlar belki diye. Zorlama kuullar için.

-          Ukde hayratı: İnsanların içinde kalmış ukdeler susuz kalmasın.

-          Suskunlar izbesi: Ortalık yerde susmasınlar diye.

-          “Öldürün de gurtulah” uçurumu: Arabesk severlerin (müzikten bahsetmiyorum) birbirlerini itmesiyle anlamını bulması beklenen derin mekan.
Not: “Öldürün de gurtulah” bir kamyon arkası yazısıdır, bizzat görmüşümdür bir kamyonun arkasında.

-          Kondom eczanesi:  Eczacıya ne istendiğinin söylenmek zorunda kalınmayacağı sadece prezervatif satılan eczane. Mahcup müşteriler için.

-          Akıl çarşısı: Olsa güzel olur.

-          Bilenler otoparkı: Memlekette her boku bilen bu kadar çok insan varken bunlara özel bir otoparkın olmaması büyük eksiklik. Otoparkta toplansınlar.

-          Maymunlar cehennemi:  Açılması “Facebook, Twitter var ya zaten” itirazı engeline takılmış mekan.

-          Kırık kalpler durağı: Var ki böyle bir yer, şarkısı var... Ama kimse inmez o durakta, bekleyeni de olmaz. Olsa bile gelen ilk otobüse biner gider…nereye gittiğine bakmadan!

-          Aşk vadisi: “Can lalin eyler arzu, yar içmek ister kanımı / Ya Rab ne vadidir bu kim can teşne canan teşnedir.” İşte bütün mesele bu…böyle bir yer de var elbette.


-          Anlamayanlar durağı: İnecek var!

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...