Ama bi kırıklığın varsa hasta olmak üzeresin.
Kalbin kırıksa çok fena ama kafan kırıksa sadece dayak yemiş ya da
düşmüşsün.
Arkandan “kırık” diye bahsediliyorsa delimsirek ya da çılgınsın.
“Kıçı kırık” var ki bi de bambaşka!
Kırık link, ışığın kırılması, kaç geldiği belli olamayan kırık zar vs.
başka tuhaf kullanımları da yok değil.
Acayip bir kelime bu “kırık” vesselam!
Facebook’a yazdığım bişiler birilerinin beğenisine mazhar olduğunda “
Süleyman Küsur senin durumunu beğendi” şeklinde bildirim alıyorum… Yalana bak!
:p
Tersi de var tabi, ben de birilerinin durumunu beğeniyormuşum. O da yalan.
Bi tek Ali Ağaoğlu’nun durumunu beğeniyorum (çok parası var) o da hal ve
gidişten kaybediyor :p
Kitap fuarına pazar sabahı erkenden gittim ki çekirge sürüleri olmadan
bakabileyim kitaplara. (Çekirge dediğim öğrenciler, kung-fu’daki gibi) Ama ne
mümkün, her yerdeler ve Allah’ım ne kadar çoklar!
Bu arada yukarıdaki kırık muhabbetinin aklıma gelmesine sebep, üzerimde an
itibariyle fena halde kırıklık olması. Bu kırıklığın sebebi de dünkü kitap
fuarı macerası, zaten yorgundum, beter oldum.
Fatih Altaylı, Fazıl Say için “korkarım ilgi çekmek için bir gün Nişantaşı
caddelerinde kıçını açıp gezecek.” yazmıştı. Son ifrazatı “arabesk dinlemek
vatan hainliğidir.” den anlaşılacağı üzere kendisi dibe hayli yaklaşmış
durumda. İlgi çekme faaliyetlerinde doz aşımı esastır, kalabalıkların ilgisini
çekebilmek için bir öncekinden daha ilginç olmak zorunda Fazıl Say… Bu sebepten
sıranın kıç açmaya gelmesi uzak değil. Senin için üzgünüm Nişantaşı, dikkat et
kendine!
İnsanları içlerini gerçekten görebilme imkanımız olsaydı…başlarda merak ve
gafletle bakardık belki ama sonrasında bakmazdık asla.
Kimse masum değil, herkes hin ama herkesin içinde her nasılsa kalmış bir
parça masumiyet mevcut ve başkasının pisliği insanın o masum bölgeleriyle
muhatap oluyor. Yani farklı beyinlerdeki pis düşünceler birbirleriyle
iletişimde değil ama birinin pisliği diğerinin masum bölgesini kirletiyor,
rahatsız ediyor… bu sebepten bakmazdı kimse birbirinin içine.
Olan şeylerin aslını öğrenmek imkanımız olsaydı…öğrenmezdik.
Oturduğum yerde üşengeçliğin kitabını yazsam yazardım şu
sıralar…üşenmeseydim.
Baktığım şeylere artık “bunun fotoğrafı şurdan şöyle
çekilir-çekilmez” gözüyle bakmıyorum artık. Fotoğraf çekmeyi galiba bıraktım. O
beni bıraktı ya da.
Maç izleyen, takip eden hatta heyecanlanan insan olmak isterdim. Kaç
paraysa verip lig maçlarını yayınlayan kanala abone olayım falan. Deniyorum
aslında, zorluyorum kendimi ama…sıkılıyorum yaa!
Bi de İddaa oynayasım var ama çok karışık! Ulen 12’yle 4’ü hesap
makinesinde çarpan adamlar nasıl bu kadar kolay nasıl çatır çatır oynuyor bu
oyunu!.. çözemedim valla ben bu İddaa işini, çizelgeler çizelgeler, kenarlarda
notlar falan!
Şu bloga yazı yazmak parayla olsaydı ne güzel yazardım kim bilir…
Beleş ya, sıkıyorum aklıma her geleni!
(İşin aslı: yazmazdım, hiç yazmazdım o zaman)
Facebook hesabımı dondurdum. Benden çaldığı vakitleri hayatıma eklemeyi düşünüyorum. Eee ne demişler, bir insan kafasını çalıştırırsa rahat eder. Tabi ki biliyorum kafamın çalışmasının bana rahatlık değil bela getireceğini, rahatlığın benim için kolay erişilir bir şey olmadığını ve bir müddet sonra o hesabı tekrar aktif hale getireceğimi ama...
Hah işte, o "ama"nın üzerine kocaman bir 3-5 katlı bina dikme
planlarındayım.
Satranç oynarken rakibe küfür edilir mi? Hem de rakip bilgisayarken...
Ben ediyorum!
Ben ediyorum!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder