22 Temmuz 2011 Cuma

KAYBEDENLER KULÜBÜ

Kaybedenler kulubü…Neyi kaybedenler? Her şeyi.
Bir insan yaptığı radyo programının adını neden “kaybedenler klübü” koyar ki? Bu kaybetmelerin adamı olduğunu bir kabul ve ifşa mıdır? Öyleyse neden ifşa etmektedir, ibret-i alem için mi? Derin bir misyonu falan mı vardır?

2. dünya savaşı’nda 55 milyon insan öldü. Bu 55 milyon insanı henüz yaşıyorken tanıyan 55 milyondan çok daha fazla insan da sağ kaldı. Fiziken ve ruhen sakatlananların sayısı ile bilinmiyor! Yaşamanın ölmekten çok daha zor olduğu yıllardı.
İşte bu geride kalan kimbilir kaç milyon insan suçlu hissediyordu. “Neden ölenlerden değilim?” diye yanıtsız bir soruyla suya düşmüş demir gibi paslanıyorlardı. “O kadar insan öldü, şu hala yaşamakta olduğum hayatı hak etmiş olmak için ne yapmış olabilirim ki?” diye soruyorlardı ya da “ben hala domuz gibi sağken o ölenler neden öldü?” diye…Ölenler yakından tanıdık olunca, bir çok yakın tanıdık ölünce, ölüm en sıradan haber oluverince insanlar yaşamaktan utanabiliyor. Bohemin tavan yaptığı yıllardır, hayatta kalanlar savrulur gibi yaşamaktadır. Anlam anlamını yitirmiştir.  Sophi’nin seçimi’nde Nathan’ın Sophie’ye “görmüyor musun Sophie, ölüyoruz.” demesi bu yüzden ciltlerce kitabın anlattığından çok daha anlamlıdır.
Ölümle ilgili herkesin fikri var… “Ölüm atmosferi” ile ilgili harici olmaktan kurutulamayacak kısa gazelimden sonra filmdeki soruya geçelim…

“Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?” diyordu zekası tescilli radyo kahramanı ve kendini zeki zanneden dinleyici cevap veremiyordu. Yanıtı ben vereyim: yaşam!

Ölmek kolaydır, yaşamak zor… ölmek cesaret istemez, yaşamak ister!

Ölünün arkasından oturup ağlayan mazur görülür, anlayış görür…Peki ölüsünün arkasından çoluğu çocuğu aç kalmasın diye sabah körü işe giden işçi, tarlaya koşan çiftçi daha mı az saygındır oturup ağlayandan, hangisinin yaptığı daha CİDDİdir? Canından kopan canı toprağa verdikten hemen sonra geride kalan canlar için gözyaşlarını içine akıtıp hayata sarılan insan evladının işi, hiçbir şey yapmadan oturup ağlayandan daha mı kolaydır? Tarlayı ekmek ölümden çok daha ciddidir, makineyi çalıştırmak da öyle!

Ölüm varsa diğer her şey önemsizdir, o halde bu önemsizleri boşvererek yaşayalım, hiçbir şeyi takmayalım, çünkü biz kaybedenleriz! Yok ya…siz sadece korkaksınız, sadece tembelsiniz! Maçanız yaşamak işini yeterince ciddiye almaya sıkmadığı için güya felsefik içi boş cümleler sıralamayı matah bir iş sananlarsınız. Çocuğunun nafakası için günde tonlarca yük taşıyan hamaldan daha fazla bilmiyorsunuz hayatı. Filmdeki kız “gitme dersen gitmem amerika’ya, gitme diyebilir misin?” diye sordu, cevap bile alamadı. “Gitme” diyebilmek yürek ister, hayat kaçağı bir korkakta bulunamayacak kadar büyük bir yürek!

Anlamlı bir şeyler arıyor olmak mazereti, anlamsızlığa tahammül gösterme meziyetinden daha üstün değildir!

Varolma gerçekliği insanı sıkan-boğan bir şeydir ve bir çok kişi bu baskıya dayanamayarak kurtuluşu kafayı bulmakta bulur. Bir eroinmanı asla rahatsız etmez mesela bu gerçeklikler, kafası güzelken tabi…Gerçeklikle baş edebilmenin en iyi yollarındandır eroin. Olmadı rakı şişelerinin dibine yuva yaparsınız, eroin kadar olmasa da rakı da korur sizi gerçeklerden. İşret, şehvet vs. hep gerçekliğin rahatsız edici ışığından koruyan,  etkisi geçici güneş gözlüğü gibi şeylerdir. Zor olan, cesaret isteyen şey gerçeklikle yüzleşmektir.

Ayık olmak cesaret ister!

İnsan kendisini “kaybeden-loser” diye tanıtmayı bir itiraf olarak yapmıyorsa amacı bu kaybetmişlik imajından nemalanmaktır. Sürekli yatacak değişik bir hatun bulabiliyor olmaları bu nemalardan bir tanesi mesela…Zevk peşinde neşeli günler, bunun kılıfı da anlam aramak:) Yemişim anlamınızı…

Bu radyo programını hayata dair sıkı laflar eden bir program olarak dinlemekse asıl kaybetmişlik demek bence. Gülmek içinse bu dinleme ne ala ama o yaldızlı içi boş hayat laflarını ciddiye almak…fena!

Filme gelecek olursak…gelemeyiz. Ortada film falan yok, “kaybedenler kulübü programı’nın belgeseli” de diyemem, ancak bu radyo programının tanıtım filmi falan olabilir bu şey. Girişte radyo programının ve o programı yapanların tanıtılması normal ama o girişin sona kadar uzaması aptalca! Hikaye yok, mevzu yok, final yok…görüntülü radyo programı gibi bir şey!

Filmdeki Temel İçgüdü’den arak sevişme sahnelerinde içim daraldı, Issız Adam’daki gibi Paris romantizmini İstanbul’da yaşatmak fikri ayrı bir hezeyan. Filmde izleyiciden sürekli kahramanların zekasına ve samimiyetine hayran olması isteniyor, bunu temin etmek için de ışıltılı, çarpıcı renklere sahip anlar göze sokulup duruluyor sürekli, tumturaklı laflar, gediğe taş sokmalar falan! Filmin ilgi çekmek için zeka ürünü olmayan kandırmacalardan başka medet umduğu hiçbir öğe yok.

Her neyse, lafını etmeye değer bir film izlemedim bu akşam… Bunları yazmama sebep olan şey hayat korkağı tembellerin hayatı, kendileri gibi korkak olmayanlardan daha iyi bildikleri iddiasının bende bir kusma isteği yaratmasıdır, kustum nitekim. Çakma tutunamayanlar, tutunanlardan daha büyük bir tiksinti uyandırıyor bende…

Bu programı yapan hayat çok bilmişleri…Sophie’ninki gibi bir seçim yapmış olsalardı…yapmaya zorlansalardı…yapabilirler miydi yine bu programı? Utanmadan konuşabilirler miydi? Utanmasından geçtim, konuşabilirler miydi? Acıdan bahsedebilirler miydi? Hayat hakkında atıp tutabilirler miydi? Peki ya Sophie bu programı dinleseydi…ciddiye alır mıydı?

1 yorum:

  1. "Ölüm varsa diğer her şey önemsizdir, o halde bu önemsizleri boşvererek yaşayalım, hiçbir şeyi takmayalım, çünkü biz kaybedenleriz! " dünkü bahsettiğim olayın ben de yansıması bu cümle işte...

    YanıtlaSil

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...