28 Temmuz 2011 Perşembe

4-0

Siz böyle olmasını istemezdiniz.
Kötüye niyetsiz,
İyiye ehliyetsiz,
Bilmelerden habersiz,
Yanlış , kayıp,  geçersiz,
Yerlerde değildiniz belki,
Bilseydiniz.

Siz elbette ki
Farklı olmasını dilerdiniz.

Şimdi;
Sitemi oldukça sessiz,
Sedası belirsiz,
Cümleler içindesiniz.

Oysa ki;
Ufaraktan bir ay,
Olmadı  küçümen bir denizdi,
Derdiniz.
Ya tercihleriniz,
Size ait değil,
Ya da seçerken kendiniz değildiniz.
Üzülmeyiniz.

Koyu yeşil  bir kocaman gökyüzü hayal ediniz.
Bu sonsuz yeşilin peşinde solgun sarıya devam ediniz,
Sonsuz mavinin içinden olgun bir sarı seçiniz.
Sonu belli ile sonsuzu ayırt edebilseydiniz,
-ki mümkün olsa edebilirdiniz-
Elbette ki,
Ederdiniz.

Siz yine de;
Solgun sarıyı sonsuz maviye,
Çılgın sarıyı sonsuz yeşile,
Tercih ediniz.
Zira bir sigara içimi üzresiniz,
Belki saklı gizli bir öznesiniz,
Puslu  silik harfler içresiniz…
Yerçekiminden azade, düşmesiz düşünceler peşindesiniz.

Derhal,
Elinizi yelkenlerden çekiniz!
İçinizden düşüncesiz sarı sisli bir sonbaharın yavaşça geçmesine izin veriniz,
Siz de yavaşça geçiniz.

22 Temmuz 2011 Cuma

KAYBEDENLER KULÜBÜ

Kaybedenler kulubü…Neyi kaybedenler? Her şeyi.
Bir insan yaptığı radyo programının adını neden “kaybedenler klübü” koyar ki? Bu kaybetmelerin adamı olduğunu bir kabul ve ifşa mıdır? Öyleyse neden ifşa etmektedir, ibret-i alem için mi? Derin bir misyonu falan mı vardır?

2. dünya savaşı’nda 55 milyon insan öldü. Bu 55 milyon insanı henüz yaşıyorken tanıyan 55 milyondan çok daha fazla insan da sağ kaldı. Fiziken ve ruhen sakatlananların sayısı ile bilinmiyor! Yaşamanın ölmekten çok daha zor olduğu yıllardı.
İşte bu geride kalan kimbilir kaç milyon insan suçlu hissediyordu. “Neden ölenlerden değilim?” diye yanıtsız bir soruyla suya düşmüş demir gibi paslanıyorlardı. “O kadar insan öldü, şu hala yaşamakta olduğum hayatı hak etmiş olmak için ne yapmış olabilirim ki?” diye soruyorlardı ya da “ben hala domuz gibi sağken o ölenler neden öldü?” diye…Ölenler yakından tanıdık olunca, bir çok yakın tanıdık ölünce, ölüm en sıradan haber oluverince insanlar yaşamaktan utanabiliyor. Bohemin tavan yaptığı yıllardır, hayatta kalanlar savrulur gibi yaşamaktadır. Anlam anlamını yitirmiştir.  Sophi’nin seçimi’nde Nathan’ın Sophie’ye “görmüyor musun Sophie, ölüyoruz.” demesi bu yüzden ciltlerce kitabın anlattığından çok daha anlamlıdır.
Ölümle ilgili herkesin fikri var… “Ölüm atmosferi” ile ilgili harici olmaktan kurutulamayacak kısa gazelimden sonra filmdeki soruya geçelim…

“Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?” diyordu zekası tescilli radyo kahramanı ve kendini zeki zanneden dinleyici cevap veremiyordu. Yanıtı ben vereyim: yaşam!

Ölmek kolaydır, yaşamak zor… ölmek cesaret istemez, yaşamak ister!

Ölünün arkasından oturup ağlayan mazur görülür, anlayış görür…Peki ölüsünün arkasından çoluğu çocuğu aç kalmasın diye sabah körü işe giden işçi, tarlaya koşan çiftçi daha mı az saygındır oturup ağlayandan, hangisinin yaptığı daha CİDDİdir? Canından kopan canı toprağa verdikten hemen sonra geride kalan canlar için gözyaşlarını içine akıtıp hayata sarılan insan evladının işi, hiçbir şey yapmadan oturup ağlayandan daha mı kolaydır? Tarlayı ekmek ölümden çok daha ciddidir, makineyi çalıştırmak da öyle!

Ölüm varsa diğer her şey önemsizdir, o halde bu önemsizleri boşvererek yaşayalım, hiçbir şeyi takmayalım, çünkü biz kaybedenleriz! Yok ya…siz sadece korkaksınız, sadece tembelsiniz! Maçanız yaşamak işini yeterince ciddiye almaya sıkmadığı için güya felsefik içi boş cümleler sıralamayı matah bir iş sananlarsınız. Çocuğunun nafakası için günde tonlarca yük taşıyan hamaldan daha fazla bilmiyorsunuz hayatı. Filmdeki kız “gitme dersen gitmem amerika’ya, gitme diyebilir misin?” diye sordu, cevap bile alamadı. “Gitme” diyebilmek yürek ister, hayat kaçağı bir korkakta bulunamayacak kadar büyük bir yürek!

Anlamlı bir şeyler arıyor olmak mazereti, anlamsızlığa tahammül gösterme meziyetinden daha üstün değildir!

Varolma gerçekliği insanı sıkan-boğan bir şeydir ve bir çok kişi bu baskıya dayanamayarak kurtuluşu kafayı bulmakta bulur. Bir eroinmanı asla rahatsız etmez mesela bu gerçeklikler, kafası güzelken tabi…Gerçeklikle baş edebilmenin en iyi yollarındandır eroin. Olmadı rakı şişelerinin dibine yuva yaparsınız, eroin kadar olmasa da rakı da korur sizi gerçeklerden. İşret, şehvet vs. hep gerçekliğin rahatsız edici ışığından koruyan,  etkisi geçici güneş gözlüğü gibi şeylerdir. Zor olan, cesaret isteyen şey gerçeklikle yüzleşmektir.

Ayık olmak cesaret ister!

İnsan kendisini “kaybeden-loser” diye tanıtmayı bir itiraf olarak yapmıyorsa amacı bu kaybetmişlik imajından nemalanmaktır. Sürekli yatacak değişik bir hatun bulabiliyor olmaları bu nemalardan bir tanesi mesela…Zevk peşinde neşeli günler, bunun kılıfı da anlam aramak:) Yemişim anlamınızı…

Bu radyo programını hayata dair sıkı laflar eden bir program olarak dinlemekse asıl kaybetmişlik demek bence. Gülmek içinse bu dinleme ne ala ama o yaldızlı içi boş hayat laflarını ciddiye almak…fena!

Filme gelecek olursak…gelemeyiz. Ortada film falan yok, “kaybedenler kulübü programı’nın belgeseli” de diyemem, ancak bu radyo programının tanıtım filmi falan olabilir bu şey. Girişte radyo programının ve o programı yapanların tanıtılması normal ama o girişin sona kadar uzaması aptalca! Hikaye yok, mevzu yok, final yok…görüntülü radyo programı gibi bir şey!

Filmdeki Temel İçgüdü’den arak sevişme sahnelerinde içim daraldı, Issız Adam’daki gibi Paris romantizmini İstanbul’da yaşatmak fikri ayrı bir hezeyan. Filmde izleyiciden sürekli kahramanların zekasına ve samimiyetine hayran olması isteniyor, bunu temin etmek için de ışıltılı, çarpıcı renklere sahip anlar göze sokulup duruluyor sürekli, tumturaklı laflar, gediğe taş sokmalar falan! Filmin ilgi çekmek için zeka ürünü olmayan kandırmacalardan başka medet umduğu hiçbir öğe yok.

Her neyse, lafını etmeye değer bir film izlemedim bu akşam… Bunları yazmama sebep olan şey hayat korkağı tembellerin hayatı, kendileri gibi korkak olmayanlardan daha iyi bildikleri iddiasının bende bir kusma isteği yaratmasıdır, kustum nitekim. Çakma tutunamayanlar, tutunanlardan daha büyük bir tiksinti uyandırıyor bende…

Bu programı yapan hayat çok bilmişleri…Sophie’ninki gibi bir seçim yapmış olsalardı…yapmaya zorlansalardı…yapabilirler miydi yine bu programı? Utanmadan konuşabilirler miydi? Utanmasından geçtim, konuşabilirler miydi? Acıdan bahsedebilirler miydi? Hayat hakkında atıp tutabilirler miydi? Peki ya Sophie bu programı dinleseydi…ciddiye alır mıydı?

21 Temmuz 2011 Perşembe

MELANKOMİK NOTLAR 11

Metal müzikle türküyü birbirine yakın türlermiş gibi algılıyorum. Biliyorum tuhaf ama…ikisinde de sanki oradaymış ama değilmiş hissi var, böyle bir umursamaz hava, dolaylılık hali. Doğrudan söylemeyi kendine yedirememe…de diyebiliriz. Klasik türk müziğindeki ya da klasik batı müziğindeki determinist hava bu müziklerde yok, cümleler tamamlanmadan bırakılıyor, yargılar keskin değil sanki…Üff anlatılması zor bir şey bu, öyle algılıyorum ama o “öyle”yi anlatamıyorum!

Kaç zaman önce ışıksız bir odanın tarafımdan kilitlenmiş kapısının ardına terk ettiğim yaratık, fena halde canlı gözlerle baktı dün gece! Konuştum gene ben! Ölmemiş:(
Ne kastettiğimi benden başka birinin doğru tahmin etme, anlama ihtimali yok, ileriki kendime bir nottu bu.

Facebook’ta “babakaldığım fotoğraflar” diye bir albüm yaptım ve 7 tane fotoğraf ekledim. Bunların sayısı bu kadar az, çok az fotoğraf aklımda böylesine yer ediyor. Hepsinin ortak noktası, hepsinde insan var, bütün insanlar bayan ve hiçbir fotoğraf renkli değil! Benim çekmek için peşinden koştuğum fotolar ise tam tersi, insansız ve renkli! 7 fotoyu bir araya getirip bu ortak özellikleri fark edince dehşete düştüm, gittiğim yerle gitmek istediğim yer ne kadar da farklıymış! Düşüneyim ben bunu biraz, belki geçiş sürecinde falanımdır:)

Sesleri suyun altında duyuyormuş gibi yaşıyorum şu sıralar.

Birisi “normal insanlar o saatlerde aileleriyle oturup dizi seyrediyor, anormal olan biziz” dedi!  Her hal-ü karda durum çok fena!

Minderime kavuştum nihayet!

Yaşım şaka gibi geliyor artık ki yakında şakanın dozu kaçacak! Halbuki yarı yaşımda da bu kadar salaktım ben, gelişmemişim hiç. Hala genç hissetmem boşuna değil demek :) Hiçbir ağzı açık ayran delisi yaşlı ölmez!

18 Temmuz 2011 Pazartesi

TAŞ

Geç vakit eve gelirken radyoda “arda boyları” çaldı, Şükriye Tutkun söyledi. Bitti, başka türkü başladı ama bende bitemedi bir türlü…


Türkü bitmediği için mi uyku tutmadı yoksa sıcaktan mı...bilmiyorum gerçekten, burdayım neticede.

Dram denen şey bir genç kıza aitse daha bir kanatıcı oluyor. Fazla teknik olacak ama daha iyisini söyleyeyim, en çok da kız çocuğunun dramı büker insanı. Ruhlu, hayaletli korku filmlerinde yıllar evvel katledilmiş 8 yaşlarındaki kız çocuğu öğesinin bu denli yaygın kullanılması tesadüf değildir nitekim. Sebebini anlamak zor değil, zarif ve kırılgan şeylerin sembolü kız çocuğunun (genç kızın) muhatap kaldığı sonu ölümlü vahşet kırılgan zerafetine tezat teşkil ettiğinden ürpertir insanı, balona değen iğne ucu gibi. Evet  fazla teknik oldu burası!

Daha az bilinen ama etkisi “arda boyları”ndan aşağı kalmayan bir bozlak vardır. Ayşegül pek güzel söyler. Ahan link:

Bunlar da sözleri:
"Ankara'da yedim taze meyvayı
Boşa çiğnemişim yalan dünyayı
Keskin'den de sildirmeyin künyeyi
Söyleyin anneme annem ağlasın
Babamın oğlu var beni neylesin

Trene bindim de tren salladı
Zalım doktor ciğerimi elledi
İyi ol'un diye köye yolladı
Söyleyin anneme annem ağlasın
Babamın oğlu var beni neylesin"

Kızcağız gençmiş…Vahşet falan yok, belli ki hasta sadece, bildiğiniz ecel yani! Ama “söyleyin anneme annem ağlasın, babamın oğlu var beni neylesin” sözlerini duyduğunda içi titremeyen insan değildir! Bir eksiklik, bir kabullenememe, bir olmamışlık hissi ki…öyle ince bir sitem ki...çok fena!

Arda boylar’nın hikayesini aradım google’da, bir sürü sayfa çıktı ve hepsi aynı yerden copy-paste. Ben kopyalamayacağım buraya çünkü türkünün sözlerini tam karşılamıyor, ayrıca tuhaf, çelişkili bir anlatım. Sorgulamadan doğrudan kopyalamış nice insana da ne diyeceğimi bilmiyorum! Hikayeyi tam öğrenemesek de kızcağızın Recep’i sevdiğini, ailesi tarafından İsmail’e verilmeye zorlandığını, işin içinden çıkamayan kızın kendini suya atarak (muhtemelen arda nehri) hayatına son verdiğini anlıyoruz.

Türkünün en can alıcı kısmı “alıverin feracemi annecim giysin, o gıymatlı İsmail’e kendisi gitsin. “ kısmıdır... (Türkü de “diksin” diyor ama “giysin”dir bence onun aslı) Ölümüne sebep olmasına rağmen….hala “annecim” diyor!!!

Her iki türkünün can alıcı kısımlarında duygusal çağrışımı yüksek, acıklı türünden tek bir kelime yok, kullanılan kelimeler tamamen gündelik, sıradan. Gidilen bir piknik anlatılır gibi anlatılıyor akıbetler...Sitemler asla yüksek sesli değil.

Benim asıl söylemek istediğim şu aslında:
Gerçek acılara sahip gerçek insanlar en sızılı sitemlerini kısık bir sesle ve dolaylı yollardan söylüyor. Tabir caizse “şöyle bir geçerken” söylemiş gibi. Şimdiki zamanda ve her yerde olan insanlarsa tam tersini yapıyor. Yapış yapış, sahte duygusal cümlelerini kirli bir sakız gibi her yere yapıştırıyorlar, ajitasyon ideoloji gibi, herkes feryat herkes figan! Kimbilir ne acayip entrikalar peşine düşmüş, kimbilir ne incir çekirdeği çıkarlar için ne kocaman dümenler çevirmeye hazır bir dünya spiker radyolarda televizyonlarda “sevgi sevgi sevgi” diye bağırıyor, üç kuruş için anasını satacak sözümona bir dünya sanatçı sevgi şarkıları söylüyor haykırarak! Kokuşmuşluk her yerde her daim hazır! İyi niyetini her fırsatta dillendiren halkım, eşim, dostum, tanıdıklarım ; Ortadoğu’ya demokrasi götürdüğünü söyleyen Amerikan başkanı’ndan daha samimi ve inandırıcı değilsiniz! Sahte duyarlıklı, düşük ayar söylemler atmosferi kaplamış durumda ve nefes almak isteyene çok fazla bir seçenek sunmuyor bu atmosfer…

Peki ya ben? “Karpuz kabuğundan gemiler yapmak” filmini izlerken kendimi saf bulmadığım için kendimden utanan ben…Kurtulabilir miyim bu ithamlardan? Sıkıntılarım ne kadar gerçek? Fısıldıyor muyum, bağırıyor muyum? Sitemlerim dolaylı mı doğrudan mı? Zarif olma ihtimali olan sitemler mi bunlar acaba???
Şairim,
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası,
Ayak seslerinden tanırım.
Ne zaman bir köy türküsü duysam,
Şairliğimden utanırım.
diyen Bedri Rahmi’yi gayet iyi anladığım aşikar, anlamaktan daha işe yarar bir şey yapabilme durumum nedir acaba? Bedri Rahmi’nin daha işe yarar bir şey yapma durumu neydi acaba?

Gerçek insanlar! Biliyorum vardılar. Var değillerse de arkalarında bıraktıkları birkaç kırık dize gerçekti, acı gibi gerçekti, biliyorum.

“İlk taşı günahsız olanınız atsın.”

12 Temmuz 2011 Salı

X

İnsan en vazgeçilmezden vazgeçince tali vazgeçilmezlerden vazgeçmesi  kolaylaşıyor. Ancak bir tali vazgeçilmezden vazgeçmesi konuyla ilgisiz diğer tali vazgeçilmezlerden vazgeçmeyi zorlaştırır hatta durduk yere prim yapar diğer tali vazgeçilmezler.

Kişileri “vazgeçilmezler” diye bir sıfatla isimlendirip vazgeçmekten bahsetmekteki tezatın farkındayım, konunun özü de bu zaten. Hiçbir sıfat da zamanla değişmez değil.

Tüm bunlar an itibariyle değerlendirilen şeyler elbette, birinin “en” liği ya da “tali”liği o an için öyle, bir müddet sonra her şey ters yüz olabiliyor.

“Vazgeçilmez” diye isimlendirdiklerim bir şahıs olmayabilir, ne bileyim sigara da olabilir, başka bir bağımlılık da olabilir. Bir “şey”in vazgeçilmez diye nitelendirilmesi kısaca müptela olma halidir zaten, bu iptila ha bir kişi olmuş ha tütün, ne fark eder ki?

Biraz daha açıklayayım şimdi ne demek istediğimi, nedenleriyle birlikte. Kişinin ayrı durmaktan “en” çok muzdarip olacağı o “en kişisi”yle ayrı durmayı stabilleştirmesi, normalleştirmesi  onda “O’ndan bile vazgeçmişken senden vazgeçmek zor gelmez bana” fikrini güçlendirir. Form tutmuş irade vurduğunu devirir, tahmin etmesi pek de güç bir şey değil bu. Ancak kişinin tali vazgeçilmezleri dediğim ve insan hayatında bir çoğu bulunabilen türden vazgeçmelerde durum farklı oluyor. Bir çok arkadaştan herhangi birisidir “tali vazgeçilmezler” ve insanlar bir arkadaşından uzaklaşınca arkadaşsız kalmak kaygısıyla diğer arkadaşına durduk yere daha iyi davranabiliyor, alttan alabiliyor, kopmayı göze alamayabiliyor vs.

“Tali” ve “en” arasındaki fark görüldüğü üzere vazgeçmeyi kolaylaştıran ve zorlaştıran etki manasına geliyor ve bu ikisi arasındaki farka “bağımlılık” deniyor. Ben buna “iptila” demeyi daha çok seviyorum zira daha bi steril, daha bi fıstık gibi bi kelime iptila…ama anlayan kişi sayısı azalıyor ne yazık ki. “Saplantı” var bi de bunlara yakın. Aklıma hep “saplama civatası”nı getirir bu kelime ki konunun ne civatalarla ne de somunlarla ilgisi var. Var aslında:)

Bu kadar basit değil ama her şey.

En vazgeçilmezden vazgeçmiş kişinin depresyonda değilse bile ona oldukça yakın bir yerlerde olması beklenendir ve depresyondaki kişi alınganlaşır. Bunun da ötesinde bir her şeyden vazgeçme eğilimi hasıl olur ki bu konu tek başına oldukça uzun, detayına girmemek daha akıllıca.

Alınmanın gerekli olanı sağlıklı bir ruhsal defanstır ki olması gerekendir, birilerinin sizin kişiliğinize tecavüz ettiğini düşündüğünüzde onu sınır dışı etmek için alınan tedbirdir, olmalıdır, normaldir. Alınmak yersiz değilse insanın sağlıklı olarak “hayır” demesidir ki gerektiğinde hayır diyebilmelidir insan. Gereksiz alınmalar-alınganlıklarda ise “bana bakın, beni fark edin, ezip geçmeyin beni” feryadı vardır. Kişi ilgisizlikten muzdariptir ve ilgi çekmenin en iyi yöntemlerinden biri de alınmaktır. Yani alınmanın yerli-yersiz oluşu çok mühimdir, yerinde bir alınganlık defans refleksleri düzgün çalışan sağlıklı bir ruha işaret eder iken yersiz alınganlık gösteren kişi benliğinin silik olduğu fikrine kapılmış ve öyle olmadığına inanmak için başkalarının dikkatini benliğine çekmeye çalışmaktadır. Başkalarının “evet senin benliğin var” demesi kişiyi benliğinin silik olmadığına inandıracaktır sanki.

“En vazgeçilmez”den vazgeçişin sebep olduğu depresyon kişide benliğinin silik olduğu sanrısı da yaratabiliyor demek ki…Form tutmuş irade açıklamasından başka bir de silik benlik sanrısı açıklaması mevcut. İkisi de mantıklı, ikisi bir arada çalışıyor da olabilir.

Depresyon geçicidir, “en vazgeçilmez”in enliği de geçidir, o en kişisine ait özel isim zamanla değişebilir. Bir döngü gibi sanki…ama değil. Vazgeçilmez sanılanın vazgeçilebilirliğini görmek bir şeyleri idrak etmeye vesiledir. Bu istemsiz öğretinin etkileri kalıcıdır. X kişisini X kişisi yapan şeylerden biri haline gelir zamanla bu idrak güçlenmesi. Haa X kişisi, X kişisi olmak istiyor mudur? Ne bileyim, kendisine sorun:)

7 Temmuz 2011 Perşembe

AŞKIN 2. FASİKÜLÜ

Kamera kimi gösteriyorsa  izleyici onu tutar, insanların aşk yaşadıklarını sanmalarının sebebi budur aslında.

Film hırsızı anlatıyorsa peşine düşen aynasızların yakalayamamasını dileyerek izleriz filmi. Hırsızdan (ya da katilden ya da herhangi bir suçludan, kötüden) taraf oluruz. Hikaye polisin hikayesi ise polisi tutarız, bunu içten içe yaparız, fark etmeden yaparız.

Hikayesi anlatılan, kamera tarafından gösterilen bizim adamımız olur, neyi neden yaptığına dair fikrimiz olur, sebeplerini sahipleniriz (abuk subuk sebepler bile olsa), kahraman bizdenleşir…kısaca empati kurarız, anlarız. Anladığımızı sanırız ya da. İkisi de aynı şey neticede.

Bir arkadaşımız bize patronuyla olan sorunlarını anlattığında derhal (farkında olmadan) arkadaşımızı haklı buluruz, içten içe patrona öfkeleniriz, arkadaşımıza akıllar verirken buluruz kendimizi. Halbuki patron öyle düşünmemektedir, patronu da dinlesek (ki bu hiçbir zaman olmaz) patrona da hak verebiliriz belki ama işler böyle yürümez. Arkadaş bizim arkadaşımızdır, bizden olan odur, hak alması istenen odur, haklı olduğuna inanmamızın sebebi de bu isteğimizin adil olduğuna inanmak isteyişimizdir.

Etle tırnak insanların sağcı-solcu diye bölünüp birbirlerinden birbirlerini öldürecek kadar nefret edebilmelerinin sebebi de bu kontrolsüz empatidir. Bir tarafa yetersiz, diğer tarafa aşırı empati…

Piyasada “aşıklar” diye işlem gören, sevgililik müessesesinden tescil almış çiftlerin çiftlikleri de bu empatiye dayanır.

Bir insan bir diğerine “aşık” oldu ve ilan-ı aşkı neticesinde diğer taraf da duruma kayıtsız kalmadı ve sevgili oldular diyelim ki çok oluyor malum böyle şeyler. Aşkın kontrolsüz, belirsiz, plansız doğası insanların aşık olacağı kişileri seçemedikleri, aşka iradeleri dışında düştükleri kabul gören bir gerçektir. Burada mevzuyu dallandırıp aşkın kimyası üzerine bir şeyler söylemek gerekiyor belki ama o tek başına o kadar uzun bir konu ki açılırsa kapanmaz, bu yüzden hiç girmiyorum! Sorun-soru şu: ya anladık biri diğerinin aşkına kontrolsüz-seçimsiz bir şekilde düştü, peki o aşık olunan kişi nasıl bir müddet sonra o aşık olana aşık oluyor? Bu bir tesadüf müdür? Tesadüfse çok ince bir tesadüf değil midir? Nasıl bu kadar çok sayıda vuku bulabilmektedir?

Değildir. Ortada tesadüf de yoktur, aşk da yoktur. Aşk başlangıçta bir kişilik olarak varsa bile vuslat bir süre sonra o aşkı boğazlayacağından tek kişilik aşk bile yoktur. Aşka karşılık verenin aşkı ise daha en başında vuslat tarafından yok edileceği için ölü doğmaya mahkumdur. Ortada olan şey aşk değil ilişkidir.

Aşk birinin diğerine duyduğudur. Birbirine aşık iki kişi demek iki adet aşk demektir, ince bir tesadüftür,  zor bir ihtimaldir.

Aşk bir hastalık halidir. Herkeste mikrop düzeyinde bulunur, verem mikrobuna benzer, ortaya çıkıp bünyeyi ele geçirmek için şartların uygun olmasını bekler (kişinin zayıf düşmesini) ve harekete geçtikten sonra kendisine bir muhatap bulur. Muhatap kişinin cazibesi harekete geçmeyi tetikleyici etki de yapar, sebeplerle sonuçlar birbirine karışmış olarak aşka düşer insan.

İlişki halindeki iki kişinin birbirlerini sevmesinin, özlemesinin, birbirleri için güzel şeyler yapmak istemesinin vs.  sebebi aşk falan değil empatidir.

Çiftler birbirlerini dinler, gözlemler, birbirleri hakkında bilgi alır, daha detaylı bir tanıma sürecine girişirler. Bu tanıma süreci birinin neyi neden yaptığına dair sebeplerinin diğeri tarafından öğrenilmesi, kabul görmesi, içselleştirilmesi manasına gelir. Kısaca birlikte vakit geçirmeleri birbirlerini tanımaya, birbirlerini tanımaları da birbirlerine empati kurmaya yöneltir onları, birbirlerini anladıklarını düşünürler. Sonra da alışkanlıklar bünyeleri yönetmeye başlar. Bir arada olmaları için bir çok sebep sayabilirken ayrı durmak için pek sebepleri yok gibidir…başlangıçta. Ayrı durma sebepleri artıp öteki sebeplerden daha etkili bir hale gelirse “ayrılırsak” senaryosu üzerinde kafa yormaya başlanır. Ayrılmak bir çok alışkanlığın değiştirilmesi, dolayısıyla bir çok hakkın katledilmesi manasına gelir ve bu katliam esnasında kan akabilir, acı verici olabilir bu katliam. Ayrılmak yoksunluktur en özet ifadeyle, yakın zamana kadar kolaylıkla ulaşabildiğin bir çok alışkanlığının yokluğa hüküm giymesidir. Alışkanlıkların da bir müddet sonra kişinin öz niteliklerine dahil bir şeyler, yani kişiliğine dahil şeyler olduğunu düşünürsek ayrılığın kişiden parçalar kopartıp götürdüğünü anlamamız zor olmaz.

Alışkanlıkların korunma-koruma, sosyallik, yalnızlık yokluğu sanrısı vb. bir çok konuda sağladığı tatmin onlardan vazgeçilmesini zorlaştırır. Alışkanlıklar ilave anlamlar yükleme mekanizmasıyla daha etkili değerlere ulaşırlar, çağrışımlarla şişerler, etkileri katmerlenir.

Tanıma-empati kurma sürecinde kişilerin diğerinin ayrıntısal özelliklerini çağrışım yükleriyle beraber sahipleniyor olmaları “neden o değil, ille o” takıntılarının kaynağıdır. Bir tek gerçek kişi vardır, kalanı sahtedir, lüzumsuzdur. Alışkanlıkların zamanla ölüp yerlerini yeni alışkanlıklara bırakması mikrobun tekrar uyanmak ümidi ile uyku haline geri dönmesi demektir. Ha uyanık olduğu süre içinde vücutta tahribata yol açmıştır, acılar hasıl olmuştur falan…e olabilir, kavgada yenen yumruğun hesabı tutulmaz:)

Şu yazdıklarım aşka değil de aşığa (kendini aşık olarak tarif edene) dair olduğu için havadadır, konunun 2. fasikülüdür.  Aslında aşkı tarif etmeye çalıştığım bir ilk fasikül de var ama…gereksiz fazlalıkları ve eksiklikleri olan bir fasikül olduğu için daha sonra tamamlanmak üzere tarafımdan bir kenarda tutulmaktadır. O fasikülü tamamlamayı becerirsem anlattıklarım daha bir manalı olacaktır…sanırım:)




4 Temmuz 2011 Pazartesi

ZİYARET-Çİ

“Bir kuş konsa badi parmağıma” diye bi şarkı vardı ya…Ona benzer bir şey oldu dün.

Badi parmağıma konmak için fazla büyüktü kuş ki ben o parmağa “badi” demedim hiç, İstanbul türkçesine uygun olarak “serçe” idi o parmağın adı hep. Söz konusu kuş da serçeden hayli büyüktü zaten, güvercindi.

Benim en sevdiğim hayvan güvercindir. İki numarayı bilmiyorum ama güvercin açık ara birincidir.

Mübarek bir pazar günü (dün yani) öğleden sonrası olmamam gereken bir yerdeydim, evde tek başıma pc başında fotoğraf ayıklıyordum. Yapacak daha iyi bir işim olmadığından değil, yapacak daha iyi bir iş yapmak istemediğimden evdeydim. Evde olmasam bile olurdu, o pek afili “herhangi bir hiçbir yerde” olamadığım için ve fiziksel koordinatlara bağımlı, yer çekimine dahil bir yerde olmak zorunda olduğum için evdeydim. Evde olmak için herhangi bir yere gitmek zorunda olmadığım için evdeydim.

6. kattaki açık penceremin kenarına kondu. Öyle çok ilginç bir durum falan değil bu, denizliklerdeki kuş pisliklerinden ara sıra oraya kuşların konduğu bilgim dahilindeydi ama çerçevenin  ona göre daha emniyetli olan cam kısmına değil de açık pencere  tarafına konması o an için ilgi çekiciydi. Derhal monitöre bakmayı bırakıp kendisine bakmaya başladım, kafasını çevirip o da bana baktı, ciddi ciddi bakıştık bir süre. Uçar gider sandım ama gitmedi. Cesaretlenip “gel” dedim birkaç kez, ciddiye almadı normal olarak. Ama gitmedi de. Yüzünde ancak “kuş işte” diye özetleyebileceğimiz bir ifade vardır kesin ama bana öyle gelmedi. Hiçbir canlıya yakınlaşmadığım koca pazar gününde bana yakınlaşan tek canlıydı, kapıdan gelemediği için pencereden gelmişti. Kendimce farklı manalar çıkartmama bu durum sebep olmuş olabilir bilmiyorum. Ama ziyaret eder gibiydi, öyle bir güzeldi,  güzellik  içindeydi.

Dünya üzerinde üzerine en çok şarkı yapılmış kuş turnadır ve ben bu türkülerin imalatçısı ırkın standart bir üyesi olarak onun için “herhangi” olan bir pencereye konmuş bir güvercinin konduğu pencerenin benim evimin penceresi olmasından dolayı aptalca heyecanlanmış olabilirim. Heyecanım aptalca olabilir evet ama…benim pencereme kondu işte daha ne olsun! Dışarıdan oynayan çocukların sesleri geliyordu ama birbirlerine bağırıyorlardı bana değil, ben evde olmasam da bağırırlardı, o esnada bir yerlerde telefonlar-kapılar çalıyordu ama benim için çalmıyorlardı…Asla şikayetim yok,  günü evde geçirmek tamamen benim tercihimdi ama…o kuş beni ziyaret etti, evde olmasam konmayacaktı, evde başka birisi daha olsa da konmayacaktı o pencereye. O beni ziyaret etti, ben bunu önemserim ve hiç bir akıl beni bunun aksine inandıramaz!

Kuşlar özgürlüğün falan simgesidir. Saçmadır. Uçabiliyor olsalar da onlar da bizim gibi midelerinden yerçekimine bağlıdırlar, kimseyi uçuyor diye özgür addetmemek lazım. Bunu bildiğim için 4 yaş duyarlılığı ile ekmek içi ufalayıp pervaza serpmek aklıma gelmedi değil, ne bileyim biraz da su belki. Ama sadece aklımdan geçti, geçip gitti yani, oraya sanki bir menfaat için konduğunu vurgularmışcasına aramıza ekmek gibi su gibi süfli şeyler sokmak son derece onur kırıcı olurdu, bu terbiyesizliği ona yapmadım. “O gittikten sonra koyarım, canı isterse gelir yer içer.” diye düşündüm ve orada bulunduğu 5-10 dakikalık zamanı kendisine gülümseyerek geçirdim. Evet yaptım bunu, bir çoğundan esirgediğim için eleştirildiğim gülümsemeyi esirgemedim bu kalender arkadaştan. Kafayı falan yemedim, öyle hüzünlü-duygusal bilmem ne falan da değilim, depresyonda bile değilim... Bi arkadaşla birazcık hasbihal ettim o kadar. 5 dakikalığına durduk yere güzel bir şey oldu, 5 dakikalığına mutlu oldum, 5 dakikalığına yaşadığımdan iyice emin oldum. Güzeldi.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...