Makineleri sattım, personeli işten çıkardım, firmayı kapatıyorum. Yeni
işimi kurana dek personel yalanından, müşteri yalanından, tedarikçi yalanından
azadeyim.
Hayatımda kimse yok, "sevgilim yalan mı söylüyor"
şüphesinden azadeyim.
Müthiş güzel bir rahatlık bu. Rahatsız edici bir rahatlık. Anlatıcam.
Ben sadece cümlelere değil her şeye "yalan mı yoksa gerçek mi"
gözüyle bakıyorum. Her şeye! Obsesyon gibi bende bu, refleks gibi... misal
eşyalar. Güzel gözüksün ya da maliyeti düşük çıksın diye işlevini yerine
getirmekten aciz olarak üretilmiş eşyaların alayı yalan. Tek kullanmada ucu
bozulan tornavida, pek bir dekoratif ama üzerinde yanan sigarayı tutmayı
başaramayan küllük vs. Plastik çiçek, giydirilmiş sandalye gibi objelerse artık
iğrençliğe varan yalan!
Sonra bir kitap mesela; yazarının söyleyecek sözü varmış da mı yazılmış
yoksa kitap olsun diye mi? Bu bakışla okuyorum her okuduğumu ve bir şekilde
hissediyorum cevabı, bu kitap gerçek mi yoksa yalan mı? İçinde söz birikmemiş
kişilerin ürettiği kitaplar tabi ki yalan, paramızı ve vaktimizi çalan türden
yalan. Ve o kadar çok yalan kitap var ki piyasada!
Yahya Kemal büyük şair, çok büyük şair, aksini iddia etmek abesle iştigal,
net... ancak üstadın birazcık zorlama huyu vardır.
Beşiktaş'taki Barbaros Hayrettin anıtının altında Yahya Kemal'in şu
dizeleri yazılıdır:
Deniz ufkunda bu top sesleri nereden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!
Adalardan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi,
Yeni doğmuş Ay'a baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?
Yaani... anıtın altında güzel duruyordur belki bu dizeler ama... kulağımı
şenlendirdiklerini söyleyemem. Beğenmeyen bir ben değilmişim ki Neyzen Tevfik
bu dizeleri görünce şu dörtlüğü yapıştırmış:
Ebedi bilgini Hayrettin Kaptan,
Beş asır önceden biliyor gibi.
Ikına sıkına yazdığın şiire,
Barbaros kıçını siliyor gibi.
Hak etmiş mi? Bence evet. Nerde o "Tenha yolun ortasında rüzgar /
Teşrin yapraklarıyla oynar" diyen adam di mi? Bu muazzam dizeleri yazan
adamın Barbaros'lu şiiri yazdığına inanmak zor!
Velhasılı gerçek değilse...şiir olsun diye yazılmışsa...Yahya Kemal bile
kurtaramaz o şiiri! Gerçek değilse değersizdir, budur, bu kadardır.
Ters örneklerden devam.
YahyaKemal'e sevgim çok bariz, Sezen Aksu'dansa pek hazzetmem.
Değmeyin feryadıma,
Figanıma değmeyin.
Eğer sevda bu demekse,
Ben vazgeçtim;
Beni sevmeyin.
ya da
Uzanıp Kanlıca'nın orta yerinde bi taşa,
Gözümün yaşını yüzdürürüm hisara doğru.
Yapacak hiç birşey yok gitmek istedi gitti,
Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti.
Bi lodos lazım şimdi bana bi kürek bi kayık,
Zulada birkaç şişe yakut yer-gök kırmızı,
Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp,
Düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı.
Şarkı sözü ikisi de, söz-müzik Sezen Aksu. Her iki şarkı sözünün de
yas döneminde yazıldığından şüphem yok, çünkü o kadar gerçekler ki!
Gerçekliklerinden şüphesizliğim sadece sözlerden değil, müzikler de sözlere
aşırı uygun. Birisi şarkıya söz olsun diye yazmamış bunları, yaşamış ve içinden
sözlü müzik olarak döküleni şarkı diye kaydetmiş. "Aşkları da vururlar
şarkıya şiir olur" di mi? Olmuş işte, gerçek bir aşk acısı çekmiş
kadın, buyrun sonuç.
Yahya Kemal aşk acısı çekerken nasıl yazıyordu acaba? Bkz. Sessiz Gemi
şiiri. Yaygın bir yanlış anlama olarak o şiirin ölümden bahsettiği sanılır,
alakası yoktur, gemiye binip giden sevgilinin ardından özlemle yazılmıştır.
(Celile Hanım'a yazılmıştır, Nazım Hikmet'in annesi)
Gerçek olunca işler çok değişiyor değil mi? Hem de nasıl! Aşk olmadan meşk
olmaz sözü boşa söylenmiş olamaz herhalde!
Sezen Aksu'nun yazdıkları şiirdir-değildir (bence değildir) o
ayrı ama gerçek oldukları su götürmez. Bu sebepten bence değerliler.
Bununla birlikte şiir oldukları konusunda kimsenin tartışmadığı
"şeyler"in pek çoğu aslında şiir değil. Şiir olsun diye
yazılmışlar. Antolojilerde ismi "şair" diye geçen insanların yarıdan
fazlası şair filan değil, yalan...yazdıkları da şiir değil, şiir olsun diye
yazılmış o pek çok "şiir"... ve tabi ki değersizler.
Değersizlere değerliymiş gibi hürmet etmek, gerçek değerlilere haksızlık.
Örnekleri çoğaltmak mümkün ama gereksiz çünkü konu örnekler değil, konu
benim obsesyonum.
Baş etmekte başarısız olduğum bir obsesyon bu. Seçimlere mühim kişi olup o
makamın bahşettiği imkanlara kavuşmak için değil de aziz milleti göreve
çağırdığı için katıldığını söyleyen bir politikacının bende tiksinti
oluşturmasını engelleyemiyorum mesela... ya da düğünde eğleniyormuş gibi
yapanların yüzlerindeki yapay ifadenin beni rahatsız etmesini... Giydirilmiş
sandalyeye tekme atasım var!.. vs.
Görmezden gelemiyorum işte, olmuyor.
"Mutlu aileler birbirlerine benzer. Her mutsuz ailenin mutsuzluğu
ise kendine özgüdür."
Anna Kareninna romanının giriş cümlesidir bu. Bu cümleden ilhamla şöyle bir
cümle kurmak mümkün bence:
Kaderlerin mutlu kısımları birbirlerine benzer ancak mutsuz kısımlar
kendine özgüdür.
Kaderlerin mutsuz kısımları kendine özgüdür çünkü herkesin sınavı farklı
yerdendir. İnancım odur ki kaderimin ihtiva ettiği en mühim sınav yalana
tahammül sınavıdır. Çok sınandım buradan ve kaç kez alttan aldım bu
"yalana tahammül dersi"ni bilmiyorum ama final sınavlarının hepsinden
çaktım, veremiyorum ben bu dersi! Isı Transferi bile daha kolaydı valla!
Eşyanın yalancılığına bile tahammülü olmayan birinin insanın yalancısına
tahammül göstermesi çok daha zor... ki durumu daha da zorlaştırmak için ek bir
özelliğim de var: yalanı yüze vurmuyorum.
Bana yalan söylendiğini anladığımı hiç belli etmiyorum ki karşımdaki
yediğimi sansın ve bir sonraki yalanı daha usturuplu yalan söylemesin... ben de
kolayca anlayayım gene yalan olduğunu. Ama böyle olunca da nasibiniz yalandan
ibaret oluyor! Yaşam kalitesini feci düşüren berbat bir huy bu ama can çıkmadan
huy çıkamıyor malum, vazgeçemiyorum.
Amaç ne? Kül yutmamak. Yut yani ne olacak ki, yutmadın da ne oldu? Bir
dünya yalanı da yutmuşumdur, o da ayrı.
Bir ihtimal daha var... sınavı reddedersin.
Girmezsin sınava, mezun olmamayı seçersin.
"Her insan kendi olması
karşılığında topluma bir bedel öder. Az ya da çok ama mutlaka bir bedel...
Kimse bedelsiz kendi olamaz. Bu bedel çoğu kez yalnızlıktır."
Bunu da Murathan Mungan demiş, muhteşem bir tespit ve nefis özetlemiş!
Yalanı gerçekten, yalancıyı dürüstten ayırmaya uğraşacağına yalana
tahammülsüzlüğünü kendin olarak seçersin ve insanlardan vazgeçersin... yalnızlığınla
sevişirsin... bu da bir yöntem.
Ancak kolay olandır bu yöntem, o yüzden "rahatlığım rahatsızlık
verici" dedim girişte. Kısa bir süre bu lüksten nasibim olduğu aşikar
ancak bu lükse uzun süreli olarak talip olmak daha çok kendi olmak imkanına
sahip olmaktır evet ama aynı zamanda insan olmayı reddetmektir.
Dünyadaki en yüksek intihar oranı Kuzey Avrupa'da... hani o dünyalık
sorunlarını en çok çözmüş, en dertsiz coğrafyada. O kadar dertsizler ki dertsizlikten
intihar ediyorlar. Afrika'daysa intihar yoka yakın.
Zordur hayat Afrika'da...Afrikalı olmak lazım.
Ucu kibre dayanan bir şey bu "yalana tahammülsüzlük" ve
kaderimdeki en mühim programın "yalana tahammül" olmasını
anlayabiliyorum ben, beni bu dünyaya bir gönderen var ve geldiğim gibi gitmeme
gönlü razı değil, küçük küçük yontuyor beni, yontma da değil hatta
zımparalıyor. Eyvallah.
Kime nazar, ona azar.
Biliyorum ki hiçbir şey boşa değil, azarlanmaktan şikayetim de yok. Çok şükür.