25 Aralık 2017 Pazartesi

PERVASIZ PERVANELERE DE İÇMEK LAZIMDIR ARADA

Blue Valentine.

Bir film blogu açmış olsaydım yazacak hayli şeyim olurdu muhtemelen ama ilgimi çeken bir şey değil bu...ancak bazı filmler suskunluğu imkansız kılıyor, "demesem olmaz şimdi" durumu yaratıyor.
Bu da onlardan. Dün akşam izledim, fena halde fenaydı, hala etkisindeyim. İlk fırsatta da tekrar izleyeceğim.
Film tanrısı bayağı iyi davranıyor son zamanlarda bana, Pleasantville için 19 gün önce yazmışım, ondan sonra da Celda 211'i izledim ki Pleasantville'den çok daha iyi bir filmdi o ama onun için  bir şey yazmadım...içimde bir şeyler söyleme ihtiyacı doğması için filmin çok iyi olması yetmiyor, hem çok iyi olması hem de içimde mevzular açması gerekiyor.

Filmin adını yanlış koymuşlar yalnız, "requiem for a love" olmalıymış.

Erkekler daha duygusal. Böyle özetliyor erkek kahramanımız çok karışık bir konuyu:


2,5 sene önce bir yazıda kadınlar için şunları demişim ki hala sözümün arkasındayım:
Kainatın kadına biçtiği rol mucizelerin öznesi olmasıdır. Erkek bu mucizelere en fazla aracılık edebilir... bu mucizelere maruz kalır, şahit olur ancak erkek. Bu yüzden en büyük şairler hep erkeklerden çıkar.

Erkek aşka inanır, kadınsa aşka inandırılmaya inanır.
Kadının aşktan anladığı özel hissetmektir, erkeğin durumuysa daha karışıktır çünkü o mucizeye şahit olduğunu hissedendir. Erkek, mucizenin kendisinden daha çok etkilenir mucizeden. 

Film, bir kadın-erkek hikayesini muazzam bir gerçekçilikle anlatıyor, kamera da kadınla erkeğin tam ortasında duruyor, birine ötekinden 1 santim bile daha yakın değil. Alışılmadık biçimde yüzlere yapılan yakın çekimler hikaye örgüsüyle son derece uyumlu, yönetmen resmen duygulara yakın çekim yapmak istemiş, bu aşırı zor işin altından da alnının akıyla çıkmış. Bu haliyle hem çok başarılı bir psikolojik film hem de kadınla erkeğin birbirinden çok farklı biyolojik formasyonlarına dair ders niteliğinde. Yani dinlediğimiz hem iki kişinin hikayesidir hem de kadın milletiyle erkek milletinin hikayesi.

Pervaneyle ateşin hikayesi herkesçe malumdur, pervane denen uçucu böceğin ateşe doğru fena halde gidesi vardır, etrafında döner durur, çok yaklaşırsa da yanar. Önce kanatları tutuşur, sonra kendi. Önce uçamaz hale gelir, sonra ölür.
Bunun bilimsel açıklaması şöyleymiş: pervane ateşi Güneş sanıyormuş. Ateşin yarattığı aydınlık, vakti şaşırmasına sebep oluyormuş, gecenin yarısında gündüz oldu sanıyormuş, gündüze gitmek istiyormuş zavallıcık.
Koca dünyayı aydınlatabilme yeteneğine sahip Güneş elbette ki insan eseri kıytırık ateşlerle mukayese edilemeyecek kadar büyüktür ancak gayet boktan bir ironi olarak o muazzam ateş pervaneyi tutuşturmaz-öldürmez iken iki tane salak odunun ateşi pervaneye ecel olur, böyle de tuhaftır.

Erkeğin bir yarısı yırtıcı hayvan gibi, öteki yarısıysa pervane... Yırtıcı hayvan yarısı hayatta kalmak için, pervane kısmıysa hayatta kalışının anlamı.
Bu iki yarı % 50-50 değildir, adamına göre değişebildiği gibi aynı kişide zamanla da değişir bu oranlar.
Yırtıcı hayvan yarısı tanrı gibidir, kendine kul arar. Pervane tarafı ise kul gibidir, bağlanacak tanrı arar.
Arayan da bulur.
Kadının rolü ise daha edilgen, ateştir işte kadın. Doğası yanmaktır ama aynı zamanda yakabilir de. Hareketli olan ateş değil, pervanedir, o yüzden kadına "daha edilgen" dedim. Pervanesiz ateş meyustur evet ama ateş aynı zamanda pervaneyi yakmakta tereddüt göstermeyendir.
Daha doğrusu ateş yakmaz bile, pervane kendisi yanar.

Şu güven vermeyen, anlaşılmaz, ne zaman ne halt edeceği belirsiz erkekler yırtıcı hayvan tarafı gelişmiş, kendine kul arayan erkek tipidir. Çok fazla yaklaşmadan, o ateş senin bu ateş benim gezen böceklerdir bunlar, bağlanmazlar. İlgi gösterir sonra kaybolurlar, söz verir tutmazlar, bu "özgür ruhlu" halleri de her ateş için ayrı bir hayal kırıklığıdır. Twitter'da "şerefsiz" diye anlatılan arkadaşlar bunlardır.
Bu tipler ellerine güç geçirirse (para, yakışıklılık, atletik vücut, mevki, üniforma, ağzı laf yapma vs.)  acayip çekici olurlar kadınlar için. Kadın özel hissetmek ister ve kimseye bağlanmamış bu erkeğin kendisine bağlanmasını büyük bir onur kabul eder. Şu filmlerdeki sırtına binen herkesi fırlatıp atan vahşi ata binebilmek gibi işte, kadınların "başarı" dediği şey sütçü beygirine binmek değil o vahşi atı ehlileştirebilmektir. Binmeyi başardıktan sonra da sütçü beygirine çevirmeye çalışırlar o da ayrı, sadece kendilerinin binebildiği bir beygir tabi!..

Ama işler öyle yürümez...at gerçekten vahşiyse üstündekini atması uzun sürmez, üstündekini atmamayı seçerse de "mıymıntı beygir" olmakla suçlanır.



Hüzünlü di mi sahne? Çook.

Değerli bir erkeğin değerli bir aklı vardır, ağlamayan erkek değersizdir, akıllı bir erkek göz yaşlarını asla göstermez...şeklinde tutarsız-salakça bir sonuca varıyoruz buradan ancak kabul etmek gerekir ki "başarılı" erkekler bu salakça düsturu en iyi şekilde uygulayanlardır. Hayattan en yüksek puanları toplayanların en iyi yalancılar olması gibi bir şey işte bu...nerelerine sokacaklarsa artık o puanları :p
(Yalancı diye yalanı açığa çıkanlara deniyor, kötü yalancılardır yani bunlar, gerçek yalancılara kimse "yalancı" demez.)

Bu video başka bir filmden, bir romantik komediden. Soruyu soran Hindistan'lı tip tam bir "erkeğin orospusu" tipi, ne halt ettiği asla kestirilemeyen bir hedonist kaşar, yırtıcı yani. Kızın birine çarpıp pervaneye dönüşmek artık kaçınılmaz hale geldiğinde nasıl pervane olunacağını kadrolu pervaneye soruyor, ilginç bir çaresizlik içinde :) Bir insan benliğini kaybetmeden nasıl adayabilir kendini? Çok güzel soru. Net bir cevabı var mı, dinleyerek öğrenilebilir mi? Bilmem :)


Pervane tarafı baskın erkeklerse aşkın elinden sağ çıkamamaya programlıdır. "İyi insan"dır onlar...her türlü kötülüğü hak ettiği düşünülen, eziyet etmekte tereddüt edilmeyen erkekler. (Seveni üzerler, üzeni severler prensibi)
Yırtıcı hayvan tarafları zayıf olan bu erkekler kadınlar için kafa karıştırıcıdır çünkü erkek gibi görülmezler. "Erkeklik" diye algılanan şey o yırtıcı taraftır ve o tarafın zayıf olması kadında erkeğinin kendisini koruyamayacağı hissini doğurur. "Ne biçim erkeksin sen?" çıkışı tam da bunun ifadesidir, kadınına empati kurmayı abartmış pervane erkek, kadınsı olarak algılanır...kadına lazım olansa bir hemcins değil, sapına kadar bir erkektir.

Gerektiğinde başkalarını çok pis ısırabilecek ama kendisine % 100 sadık azgın bir köpek...gibi bir erkek ister işte kadın. (Uzun dişli köpek sahibini de ısırır. Türk atasözü)

Bağlılıkla bağımlılık konusunda baltanın taşa vurduğu nokta tam burasıdır. Kadın bağlılık ister, bağımlılık ise kadını boğar. Yırtıcı erkekte bağlılığı bulamaz, pervane erkekse bağımlılığıyla kadını boğar.

İşte böyle çok aşklı filan başlamış ilişkilerin kısa sürede birkaç çeşit boktanlıktan birine dönüşmesinin sebebi bu tarz yanılsamalardır, kadın bir vahşi ata meyleder, atın vahşi kalması bir sorun, beygire dönüşmesi başka türlü bir sorun teşkil eder. Adı aslında "tahammül" olan şeylere de "ilişki" derler sonra, "evlilik" filan derler ne bileyim. Hele bir de çocuk varsa, ört ki ölem yani!..
Dört duvarın arasında olanların hiç de gösterildiği gibi olmadığı da herkesin malumudur...malum. Dengede ve makul bir doyumla yürüyen ilişki oranıysa çok düşük. (Bkz. tüfülük)

Bu filmde yası tutulan bir adet aşk var, o da adamın kadına duyduğudur. Kadının adama bir aşkı hiç olmadı... Kadın, durum öyle gerektirdiği için pek çok kez "seni seviyorum" filan demiştir ama markette karşılaştığı eski madigudisiyle yaptığı kırıtık konuşmalar aslında "ne mal" olduğunu çok net gösterir. Aklı hala yırtıcı hayvandadır, pervanenin "iyi insan" olmasının onun için tek anlamı ona gönlünce eziyet etmeye hakkı olmasıdır. Market çıkışında yırtıcı hayvanla karşılaşmasını pervane kocasına söylemek hazzından da alıkoyamaz kendini. Pervane delirir normal olarak ve sonra kadın işler daha kötüye sarmasın diye iğrenç bir yalan söyler...hazzın fazlasının başına bela açmasından korkar kadın.
Ne yalan söyliim, o sahnede objektifliğime halel getirecek kadar tiksinti oluştu bende kadına karşı!
Kadının hayatına giren iki erkeğin kadınla sevişme pozisyonları da yırtıcının yırtıcılığını, pervanenin de pervaneliğini gösterir şekilde, özellikle göze sokmuş yönetmen o pozisyonları. Yırtıcı, pozisyon tercihiyle değersizleştiriyor, pervane ise değer verdiğini belli ediyor. Ama kadının nazarında değerli olan kendini değersizleştirendir... Tuhaf mı? Değil aslında.
Aslında iş daha da karışık...filmdeki kadını yöneten temel duygu öz değersizlik ve bu değersizlik hissinin kaynağı da babasının annesinin kişiliğine tecavüz edip durmayı bir "normal iletişim" haline getirmiş olmasıdır.  Annesi, babası olmadan hayatta kalamayacağını düşünmektedir ve babası da zalimin tekidir, karısına hem hayat hem de eziyet vermektedir. (Kötü huylu bir tanrı gibi, bkz. Zeus) Anasıyla babasının kim bilir kaç uzun yıllık evliliğinin özeti iğrenç bir çaresizlikten başka bir şey değildir yani. Kadının erkekler ve yaşamak konusundaki sakat algılarının kaynağı, annesiyle babasının berbat ilişkisine uzunca bir süre şahitlik etmiş olmasıdır. Kadının beyninde "ancak babam gibi bir hayvanla beraber olursam hayatta kalabilirim" şeklinde sakat bir kod var. Kendisine değer verildiğini hissettiğinde hayatı tehlikede sanıyor.
Velhasılı kadının benlik algısı asla sağlıklı değil, oldukça hastalıklı. Sebebi de ailesi.

Filmde pek güzel anlatılmış şeylerden biri de bağımlı pervanenin işler kötüye sarınca iyice bağımlı, iyice pervane olması, iyice kadınsılaşmasıdır. Hayat hem adil değil hem de çok gaddar di mi? Evet.

Şöyle bir muhteşem anonim söz var:
Şem için bu rütbe pervaneden.
Perva neden?

Şem, mum demek de ateş olarak algılamak daha doğru. Rütbeyse kimsenin umru değil :p

Bir erkek hayvanı...birçok ateşe yırtıcı hayvan gibi yanaşırken adı belli bir ateşe pervane olabiliyor. Kime neyi neden yaptığı tam olarak açıklanabilmiş değil, beyin kimyasallarıyla, aurayla filan ilgili, altın oran benzerliği (0,46) filan diyenler de var da... bilim insanlarının net bir mutabakatı yok bu konuda, aşırı fazla parametre olduğu için olacağı da yok. Olmasın da zaten, her şeyi sayılara sıkıştırmak çok sıkıcı...di mi?
Ayrıca... bazı müşküllerin çözümü yoktur.

Ders-i aşkın müşkilin Yahya nice halleylesin?
Söyleyenler kendini bilmez, bilenler söylemez.
Şeyhülislam Yahya

Yani...
1. mısra: ben (Yahya) aşk dersinin zorluğunu nasıl çözeyim?
2. mısra 1. anlam: aşk dersini anlatanlar aşkı tatmamıştır, bilmedikleri bir konuda ahkam kesen kendini bilmez kişilerdir, aşkı tatmış kendini bilen kişiler ise susulması gerektiğini bilir susarlar.
2. mısra 2. anlam: bu dersi anlatanlar aşkı tatmış ve aşktan kendini bilmez hale gelmiş kişilerdir ki bir kendini bilmezin sözü değersizdir, aşkı tatmadığı için kendini bilen olarak kalmış insanlarınsa aşk için söyleyebilecekleri değerli bir şeyleri yoktur, bu yüzden susarlar.

Not: Şeyhülislam Yahya'nın bu beyti, benim bildiğim eşsesli kelime kullanılmadan yapılmış tek tevriyedir. (Tevriye: çift anlam) Başka varsa da ben bilmiyorum. Beyit, bu özelliğiyle inanılmaz zekicedir, pek çok muhteşemdir. 
Şiire de bağladığıma göre gönül rahatlığıyla örtebilirim yazıyı artık :) 

Not 2: Pazartesi sabah körü yazmadım bu yazıyı, akşam hazır etmiştim ama yayınlayamadan uyuyakaldım. 

19 Aralık 2017 Salı

NASİHAT İŞLERİ

Böyle lafların da hastasıyım, hayat bizi “daha büyük bir şeye” atacağı için geriyormuş. Sebep? Daha büyük bir şeye gitmek istediğimi kim söyledi ki, germe beni hayat :p 
Bu lafı da Paulo Coelho söylememiştir bence, birkaç kitabını okumuşluğum var, onun ayarı bir cümle değil bu. Malum, sosyal medya leşkerlerinin böyle bir huyu var, bi laf yumurtluyorlar, sonra da altına meşhur bir isim yazıp dayıyorlar piyasaya. Gerçekten onunsa da ayıp yani, kınıyorum.

Dünyanın en değersiz şeyi nasihattir çünkü bedavadır. Bir şey size çok değerliymiş havasında bedavadan veriliyorsa kıllanmak akıllıca olur. Gerçekten değerli de olabilir tabi o bedelsiz sunulan ama dikkatli olmak lazım.
Nasihat soru içermez, cevaptan ibarettir. Yani size nasıl davranacağınızı dikte eden bir şeydir, insana kendini dayatma imkanları sunan bir konsepttir. Bu özelliğiyle şiddet unsuru olarak gayet işlevseldir, özellikle pasif agresifler bu işin ustasıdır, size her türlü kötülüğü “sizin iyiliğiniz için” yaparlar.

Pek çok akıllı kişi pek çok güzel söz bırakmış da gitmiş. İnsan beynine çapraz koşular yaptıran, yeni kapılar açan, çok sağlam, yüksek hayranlık uyandıran özdeyişlerin sayısı az değil.
Ancak nasihat kapıları açmaz, kapatır, düşünceye yer bırakmaz, noktayı koyar bırakır. Çok fazla nasihate maruz kalmış biri olarak…nasihatteki iyi niyet kisvesine gizlenmiş dayatma halinin sevimsizliğinin bizarı olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim.

Konu nasihatse asıl bahsedilmesi gereken şey hazırcılıktır, bu hazırcılık dediğim giderek artan bir şeydir, çok fena bir şeydir!
Haldun Taner’in bir yazısı vardı, insanların bu hazırcılığı ile dalga geçen bir yazı, örnek olarak da nasıl zengin olunacağını tarif eden kitapları verir. Mealen der ki:
Yahu, zengin olmanın yolu birkaç püf noktasından ibaret olsa, bunlar bir kitaba sığabilir olsa, o kitabı okuyarak zengin olmak mümkün olsa…o kitabı size o kadar ucuza satarlar mı sanıyorsunuz?

Yıllar önce okumuşumdur şunu ve bir kalıp olarak düşünceme yerleşmiştir bu soru: bu kadar işe yarıyor olsa o kitabı bu kadar ucuza satarlar mı? Bedava peynir fare kapanında olur yani.

Bedava peynir fare kapanında olur…bu bir atasözü…ve nasihat. Madem bu kadar gıcığım bu nasihat işine neden atasözü kullandım? Derdimi çok kısa ve şık anlatmama imkan tanıyor da ondan. Bir kendini dayatma filan da söz konusu değil, zekice bir uyarıdan ibaret. Genellemeci bakmak yanıltır, o “kendini dayatma” dediğim şeyi iyi süzmek lazım.

Şu kişisel gelişim zırvalıkları, bilmem kaç maddede mutluluğun anahtarları filan… hepsi yalandır! Hayat dediğin maddelere sığıştırılamayacak kadar komplike ve sofistikedir. “Kaynım da aynı böyle olmuştu, şu ilacı içti iyi oldu” diyen teyzenin önerdiği ilacı içmenizi asla tavsiye etmem! Birine yarayan ötekine yaramaz, parametreler sandığımızdan çok daha fazla olabilir çünkü.

Fotoğrafların exif bilgileri olur; diyafram, enstantane, odak uzaklığı ve iso değeri. Aslında crop katsayısının da ilave edilmesi lazım da…neyse.
Bir fotoğrafı pek çok farklı exif kombinasyonlarıyla çekmek mümkündür, mevzuya hakimsen o kombinasyonlardan hangisini seçtiğin çok da önem arz etmez. Ama bu tarif-reçete aşkı, bu hazırcılık…öyle sirayet etmiş ki bünyelere… fotoğrafın sırrının exif seçiminde olduğunu zanneden ciddi bir kitle var! Yani evet, bir macro fotoğraf çekerken diyaframı 5,6 alırsan olmaz o iş, aşmaman gereken teknik sınırlar var, 1/100 enstantaneyle pan çekemezsin mesela ama iyi çeken birinden exif aldın diye de iyi olmaz fotoğrafın! Bazı salak foto paylaşım platformları exif bilgisini eklemeyi şart koşuyor, bu hazırcılığı destekliyor, o kadar anlıyorlar çünkü! Yahu fotoğraf uzun pozlama değilse, ne bileyim bir teknik incelik ihtiva etmiyorsa…exifi ne yapacaksın ki? Fotoğraf gezilerinde de gelir sorarlar: isoyu kaç yaptın, diyafram ne? Öğrenir ama düzgün bişi çekemez gene de. Tarifle olmuyormuş…di mi?
Velhasılı ne ustalık ne de hayat öyle birkaç cümleye sığmaz, resmin bütünü sandığın kulağıdır, köşesidir hep.

“Sohbet” kelimesi yanlış kullanılır çok zaman. Bir konuşmanın sohbet olabilmesi için tarafların statü olarak denk olması gerekir. Yani amir-memur ilişkisi altında sohbet edilemez, konuşmanın sohbet olabilmesi için amirin amirliğini geçici de olsa bir kenara bırakması gerekir, karşısındakini dengi sayması gerekir. Hani “seninle müdürün olarak değil bir abin olarak konuşuyorum” diye başlayan konuşmalar var ya…müdür dediğini gerçekten yapıyorsa ne ala ama genelde yalandır bu, statü farklılığının sağladığı avantajlardan vazgeçmez çünkü insanlar…genelde. O çocuklarıyla “arkadaş gibi” olma iddiasındaki babaların bu tavrı da yalandır. Sözüm ona “arkadaşız” ayağına, sözüm ona “sohbet” ayağına dayar çocuğa nasihatleri. Derdi basittir, çocuğun kendi istediği gibi olmasını istiyordur. Kendini dayatmanın kibar bir yoludur nasihat.
Bir konuşmanın sohbet olabilmesinin bir şartı statü farklarından azade olması ise öteki şartı da dinleyebilmektir. Çok zaman dinlemeyi zorlaştıran da o statü farklılıklarıdır zaten, “bir kenara bıraktım” der ama kolay bırakmaz insan lüksünü, olgunluk ve cesaret gerektiren bir iştir statüden geçici de olsa vazgeçmek.

A Perfect World her ebeveynin muhakkak izlemesi gereken muhteşem bir film... Kaç kez izledim bilmiyorum, gene izlerim. O statü farkı kullanımının geçici olarak da olsa bir kenara bırakılmasının nasıl muhteşem farklar yaratabileceğini hiç çaktırmadan ama çok muhteşem anlatır. Bu işi beceren de bir kaçak mahkumdur, polisiye bir kaptı kaçtı filmi görüntüsündedir film ama… çok doludur. İzlememiş olanlara izlemesini pek çok tavsiye ederim. (Tavsiye ederim, nasihat değil:p)

11 Aralık 2017 Pazartesi

HÜRMET ARZI


Akıllı bir dağ keçisi bilir ki bela arz-ı endam ettiğinde yapılacak en iyi şey yüksekte durmaktır.

Uzun zamandır duyduğum en doğru söz valla :)

Öküzler bilmez tabi, sırtlarında bir saban izi, yere yapışık yaşar onlar.
Öyle midir? Amenna. Keçilere saygım arttı bak aniden :)

6 Aralık 2017 Çarşamba

PLEASANTVILLE

Az önce beklentisiz izledim ama izlerken "Allah Allah nasıl izlememişim, nasıl duymamışım bunu ben" dedim defalarca.

Film pazar filmi görünümünde ama kesinlikle öyle değil, ağzı çok dolu, oldukça da matrak.

Ortalarında "nasıl bağlayacaklar acaba" diye düşündüm, aklıma bir şey gelmedi, onların da gelmemiş!
Finali zayıf ve biraz fazla Hollywoodvari nitekim, bu sebepten bi kızdım önce, görmediğim bir şeyi göstermelerini bekliyordum, beklentimi de iyice yükseltmişlerdi fakat lüzumsuzluklar içinde bitti! 
Ama sonra kızmaya hakkım olmadığını düşündüm çünkü diyeceğini zaten demiş film, finale bir şey bırakmamış ki, final diye ne bekliyorsun yani di mi? O ucuz finale hiç gerek yoktu, pat diye bitmeliydi.

Adem'in Havva'nın elinden elmayı yemeye ikna olduğu anı düşünün, ya da Kolomb'un nereye gittiğini bilmeden İspanya kıyılarından batıya açıldığı anı... Marco Polo'yu, Evliya Çelebi'yi baştan çıkaran merakı da düşündükten sonra Eflatun'un mağarasındaki insanları da düşündük mü tamamdır.
Peki Kolomb'un gemileri bilinmeze açılırken rıhtımda gidenleri seyreden kalabalık ne düşünüyordu acaba? Daha çok güvende mi hissediyorlardı yoksa ıskalamışlık hissi mi baskındı? Sonunda Amerika'ya ayak basmayı başarabildikleri düşünüldüğünde ıskalamışlık hissinin hakim olması gerektiği düşünülebilir ancak unutulmamalıdır ki o gemilerin içinde Amerika'yı göremeyen de vardı...
Doğru olanı hangileri yapmıştı, gemilere binenler mi yoksa rıhtımda kalanlar mı? "Doğru" dediğimiz ne?
Bu arada filmde esas oğlanın bir kızın elinden elma yediği bir sahne de var :)

Muhafazakarlığın sunduğu yalandan mutluluğa fit olmalı mıyız yoksa sonunda bizi hangi bela beklerse beklesin gerçeğin, sadece gerçeğin peşinde mi olmalıyız? Doğru olan hangisi? (Muhafazakarlıktan kastım dindarlık değil yeniliğe kapalılık, kelimeyi öz anlamında kullanıyorum)
Dünyaya anlamak için mi geldik yoksa mutlu olmak için mi? Köyünüzün dışında ne var? Tecrübe ettikleriniz sayı olarak asla tecrübe etmeye yanaşmadıklarınızın yanında ne kadar da çok az di mi?

Ya da çok başka bir soru: at diye bir hayvan olmasaydı ne olurdu, nasıl olurduk?
Uygarlık atın üzerinde yükseldi, at olmasaydı şu an çook daha ilkel şartlardaydık, bu böyle tamam da... o ilkel şartlarda daha iyi olabilir miydik acaba? "İyi" dediğimiz ne?

Amishler ne yapıyor acaba şu an?

Tabi ki cevap vermeyeceğim ben ama film cevaplamış. Finali sevmemem de ondan zaten, verdiği cevabı sevmedim, fazla yüzeysel buldum, yakışmadı yani o gövdeye o final... daha da doğrusu cevap vermiş olmasını sevmedim.
Filmin cevabını önemsemeden her izleyici kendi cevabını kendi vermeli bence...ya da verememeli.
Soru da tek: mutlu olmaya mı geldik şu dünyaya?

Ben hiç gece denizde yüzmedim. Ama yüzesim var :)

Not:
Derd-i firakınla düşeli sevdaya, meye,
Müptelayım, deliyim, sinmişim esrar-ı neye.
Feleğin kahpe başında paralansın parası,
Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye.
NEYZEN TEVFİK

Not 2: 
Mabedin matbah ola şam ü seher,
Müsterah ola ziyaretgahun.

Bunun için mi olubsen mahluk?
Bu mudur emri sana Allah'ın?
FUZULİ

4 Aralık 2017 Pazartesi

MELANKOMİK NOTLAR - 37

Aradığını bulma garantin yok ama her bulduğunu muhakkak aramışsındır. (Bkz. boncuk)

Detay veremem ama şu günlerde değişik deneyimler içindeyim, bir şeylerin arifesindeyim gibi hatta şahsi milenyum sonumu yaşıyor olabilirim. Böyle her şeyi tek bir seferde anladım anlayacağım sanki, gerçeklerle aramda son bir ince perde kalmış... gibisinden bi haller işte. Her şeyin bir zamanı varmış ve bu bilgi çok mühimmiş. Bilmiyorum, görecez. (Bkz. "tam ortasındayım yağmurun" şarkısı)

Her şeyi birden anlamak demişken...Dan Brown'un Başlangıç'ını okudum, tavsiye de ederim. Finali, vaat ettiğini arz etmemekle birlikte yine de doyurucu. Melodram takip eder gibi okuyan dimağlar kitabı ateizme övgü sanabilir ama aslında tam tersi.
Bilimi dinin antitezi hatta düşmanı gibi sunmak bir Batı adetidir ve bu bakış açısını yaygınlaştırmayı da hayli başardılar. "Adet" demek çok da doğru olmayabilir çünkü Batı'da Ortaçağ'a karşı gelişmiş bir reflekstir bu düşünce. Brown abi de bu düşüncenin değirmenine bayağı su taşıyor (Melekler ve Şeytanlar'da da genel mevzu bilim-din savaşıydı) fakat finalde o fanatik taraftar ayaklarından vazgeçiyor. Kitabı ilgi çekici kılmak için kullandığı sofistike numaralar aslında o ayak dediklerim.
Bilim ve din yarışamazlar-savaşamazlar çünkü aynı kulvarda değiller. Brown da finalde (finalden de sonra aslında) bu hakikati gayet net teslim ediyor. Benim açımdan sorun yok yani, sondaki desen-kod meselesi de çok şık.
Bu adam neye hizmet ediyor onu da anlamış değilim zaten. Çıkış kitabı olan Da Vinci Şifresi tam bir Hristiyanlık düşmanı ve semitist bir kitaptı hatta çıkışı antisemitist bir film olan Tutku'ya (Passion Of The Christ)  cevap mahiyetindeydi. Ama sonradan o çizgi devam etmedi niyeyse.
Amma uzun not oldu bu da, az daha detay versem tek başına yazı yani! (Bkz. düşen çene)

Kendime not:
Tamam okumak güzeldir amenna ama...tek seferde 200 sayfayı geçme! Son dönemler abarttım da azıcık... ölçü iyidir. (Bkz. baş ağrısı)

İnsan sevgisiyle dolu ama insanları da sevemeyen insanın dramı da ne hazindir di mi? (Bkz. öylee)

Kaybetmekten korkma. Unutma ki başarıya giden yol kaybetmekten geçmez belki, kim bilir nereden geçer yani ne bileyim ben ama sen gene de kaybetmekten korkma. O elindekini de kaybet, haah iyice kaybet, kaybet kaybet, elde avuçta hiçbir şey kalmasın sakın. Bitti mi? Sktir git şimdi.
Dedim bir başarı reçetesi de ben yazayım ama sonunu tutturamadım sanki:p

Yaptığım kontrollü deneyler neticesinde iyice emin olmuş bulunuyorum ki... birden fazla  sosyal medya ortamında birden fazla kişi tarafından stalklanıyorum. Kimliği belirsiz kişiler tabi ki ve iz bırakmayı da asla düşünmeyen kişiler. Bütün tespit edebildiğim de bu kadar, hiçbir işe yaramayan bir tespit :)
Tamam, merak rasyonel olmalı, amenna da...yine de sıyıramıyor işte yakasını lüzumsuz meraklardan insanoğlu. (Bkz. heyhat)

Ebru Gündeş gibi hissediyorum son günlerde...Zarrab'la yatıp kalkıyorum çünkü! (Bkz. tövbe)

Suzi'ye arkadaş olsun diye bir yavru kedi aldım, adını "Mavi" koydum, manyak muhteşem güzel bir şeydi ama...ablama verdim... adıyla beraber verdim gitti. İki sebepten oldu bu verme:
İlki Suzi'nin psikolojisi bildiğin bozuldu, hayvanın şaşmaz rutinleri kayboldu, tuhaflaştı. İkinci olarak da onları yalnız bırakıp gidemeyeceğimi anladım. Yavruyu kapalı balkon+mutfak kompleksine kapatıyordum çünkü Suzi kendisini parçalamak istiyordu, o zavallım da sürekli dışarı çıkmak istiyordu. Öyle kolaylamasına çözülecek bir sorun da değildi bu, yavruyu da daha fazla kapalı tutamazdım, götürdüm ablama, gönlünce dolaşacağı bir kendi evi oldu garibin. Onlar da anında benimsedi, meğer onların eksiği de kediymiş, adeta taş gediğini buldu. (Bkz. kedi şart)

Ya sosyal medya stalkerlarının iz bırakmasını tabi beklemiyorum da...şu blogu düzenli takip edenler olduğunu da görebiliyorum, onların hiç iz bırakmaması yani yorum yapmadan okuyup çıkmasını ayıplıyorum. (Serar hariç, o bırakıyo) Yani neticede fikir mikir işleridir şunlar, bu gizem nedir yani di mi? (Bkz. çok ayıp)

Notlardan birine bkz. ilavesi yapmayı unuttuğumu sandınız di mi? Pisliğine eklemedim :p (Bkz. fesat okurcu)

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...