21 Mart 2017 Salı

YILDIZLI NOT

"İçini büsbütün yıldız basmak" ne kadar muhteşem bir ifade...
Attila İlhan'ın Pia şiirinde geçer.

Çok güzel dua olur bundan:
İçimi büsbütün yıldız bassın Allah'ım.
Amin.

17 Mart 2017 Cuma

MELANKOMİK NOTLAR - 35

Bugün içimde böyle bi yalnış şeyler yazma isteği var ama yok.

"Cam gibi olacaksın bu hayatta, kıranı keseceksin” yazıyordu bir profilde…süper!

Kısa şiir:
Ya akıl olacak insanda ya kısmet
İkisi de yoksa, olmaya cesaret.

Hayat kısa kuşlar uçuyor… kuş ölür sen uçuşu hatırla.
Kuş ve ölüm bir araya gelince kesin şiir oluyor, banko yani, kaçmaz :p
En güzeli de “Sebil ve Güvercinler” şiiridir. (Bence yani, çok severim)

Bu gün doğan çocuklar için isim:
Erkek: Sevi
Kız: Seviye

Küvetin de gideri var ama...talibi yok :p

İlkel barbarla Avrupa arasındaki fark, 5 yıldızlı otelde iş tutan fahişeyle sokakta müşteri arayan fahişenin arasındaki fark kadar.

Yobazlık insanın kök salma isteğinin bir tezahürüdür ama ondan da çok köksüz kalma korkusunun tezahürüdür.

Samsung S7 Edge kişisi napıyo acaba, fikrim bile yok, hem de hiç yok. Kim bilir kimdi ki zaten…

Susamış bir insanın çişinin gelmemesi lazım…bence.

Kelimelik’te (scrabble) 3 tane ı gelmiş gibi hissediyorum bazen, kilit!

Kainatta birbirinin aynı iki şeyin olmaması gibi aynada aynı görüntüyü iki kez görmek de mümkün değildir. Dünyanın narsist bir pervane gibi kendi etrafında, meftun bir pervane gibi ateşin etrafında döndüğünü öğretmişlerdi okulda. Halbuki Güneş, diğer meftunu gezegenlerle birlikte çizgisel olarak da hareket eder....yani; kainatta bir kez bulunduğumuz noktada bir daha bulunamayız. En öz hissimizin gurbet hissi olması boşuna değil, bundan ala gurbet mi olur?
Aynı kitabı 10 sene sonra okursan da kitap değişir ayrıca.

Bişi itiraf etçem. Ben aslında bu ülkeyi sevmiyorum, bakmayın öyle memleket meseleleri konuşup durduğuma, gidecek yerim olmadığı için mecburen seviyormuş gibi yapıyorum. Genel olarak Türkler'i de sevmiyorum zaten (bu yalan olabilir yalnız) ama başka milletleri de sevmiyorum. Japonlar'a sempatim var sadece, o da çok az. Bir tek hayvanları seviyorum…ısırmadıkları müddetçe! En çok da bazı şiirleri seviyorum ama en çok da onlar ısırıyor.

Bibedel: Bedelsiz, maddi karşılığı olmayan, paha biçilmez,
Bilabedel: Bedelsiz, bedava, beleş.
Bu iki kelime hem aynı manaya hem de tam zıt manaya gelebiliyor. Birine “bibedel” derseniz iltifat olur ama “bilabedel” fena bir hakaret.
Yalnız hem bibedel hem de bilabedel şeyler de var ve çok kıymetliler: hava, gökyüzü, yağmur, Güneş, fotosentez, göz, kalp…gibi.

3,5 aydır melankomik not yazmamışım hiç ama bir sürü yazı yazmışım...tuhaf!

Keşke her şeyi birbirine karıştırınca olan şeyler aşure gibi güzel olsaydı…ama olmuyor.

İstisnalar kaideyi sever.

SIFIR RH NEGATİF PARADOKSU

Leoparın kuyruğunu tutma, tutarsan da bırakma.
Zimbabwe atasözü.

Bir yerine bıçak girmiş birine yapılması gereken ilkyardım, bıçağı girdiği yerden çıkartmamaktır, yani hiçbir şey yapmamaktır... doktora götürmek lazımdır adamı. Bıçak yerinden çıkarsa kanama başlar çünkü, bıçağı kanamanın durdurulabileceği bir yerde çıkartmak gerekir, yoksa kan kaybı çok olur.

Septikle paranoyağın farkı septiğin şüphelerini akla dayandırmasıdır, paranoyaksa bünyesi abuk subuk şüpheler  üreten hastadır,  şüpheleri ciddiye alınası değildir.

Korku insanı korur, yapabileceği şeyleri yapmasını engelleyerek korur. Korkuyu ortadan kaldıran ise daha büyük bir korkudur.

Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek:
Bütün saatlerini tek bir kişiye göre ayarlamış ve o saatin çok yanlış bir saat olduğuna dair şüpheler besleyen bir septiğin tek bir dileği vardır: paranoyak çıkmak... yani şüphelerinde haksız çıkmak ister çünkü acıdan korkar. Fakat mantıklı sebeplere dayanan şüpheleri giderilmedikçe gelecek korkusu acı korkusunu bastırmaya başlar, kurban giderek acıya gönüllü hale gelir...ve sonunda bıçağı çıkarır. En olmadık yerde bırakır leoparın kuyruğunu çünkü bu işin bir olur yeri yoktur, doktoru yoktur, tamamen serbest kalmış bir leopar artık kaderdir, kanama kaçınılmazdır.

Çok yıllar önce birisi bana "yalan söylesem bile bana inanmak zorundasın" demişti ama inanmamıştım çünkü gerçekten yalan söylüyordu, suçum inanmamaktı...zaman da şüphelerimi haklı çıkartmıştı.

Haklılık hastalıktır, haklı çıkmak lanettir, zaman tanrısının en sevdiği ceza da insanı şüphelerinde haklı çıkartmaktır.
İyi bilirim.

15 Mart 2017 Çarşamba

İNSANIN KANADINA BOK DEĞMEYE GÖRSÜN

Adamın birine “dile benden ne dilersen” cinlerinden biri gelmiş “dile benden ne dilersen ama sana ne verirsem komşuna iki katını vereceğim” demiş.  Adam da dilemiş:
Tek gözümü çıkart.

İnsanın kendi tamlığını başkasının eksikliğinde araması, varlığının anlamını başkalarının yoksunluğunda bulmayı umması, bu yönde çareler tasarlaması… hazindir.

Ego insanın en iyi dostlarından biridir ama haindir. Çok işe yarar, pek çok kazanımımızın mimarıdır ego, bizi bu dünyada başarılı yapandır … ve bizi cennetten kovdurandır …ve sahibini uçurumdan itme fırsatlarından hiçbirini ıskalamayandır!

İnsan muhteşem bir varlıktır fakat  muhteşem hayalleri yersiz ve sığ maişet kaygılarında yahut ucuz tahakküm-mülkiyet isteklerinde kaybetmek de en öz marifetlerindendir… bir çeşit nasiptir bu tabi ama o nasipsizliğe sebep de yine insandır. Necip Fazıl’ın o nefis benzetmesiyle insan, Güneş’i ceketinin iç astarında kaybedebilendir.

Sadece gözünün görebildiğini anlayabilen insanlara dair bütün bu sözler… ki insan donanım olarak gözünün görmediğini de idrak edebilme yeteneğinde olandır. İşte bu yetenek inkarcıları için Cela “ötmeyen kuş” demiş:
Ağlamayan kadın akmayan çeşme gibidir, hiç bir işe yaramaz ya da ötmeyen cennet kuşu gibidir; Tanrı'nın izniyle kanatları düşer, çünkü ötmeyen kuşa kanat gerekmez.

Bu muhteşem alıntıyı ikinci kullanışım blogda, daha önce de kullanmıştım, bu dünyaya mucizeler gerçekleştirsin diye yollanmış olan kadının varlığını süfli işler peşinde tüketmesinin hüznüne dair bir yazıydı. Alıntıyı ikinci kez kullanmamın sebebi, alıntının Türkiye’de bir kardeşi olduğunu fark etmemdir, muhteşem bir atasözü:
Eşeğe kanat taksan uçup gideceği yer ahırdır.

Ahıra ulaştıktan sonra eşeğin de kanatları düşer.



Not: Cela'nın ne demek istediğini anlamakta zorlananlara bu yazı belki yardımcı olabilir:
http://efervesanbalik.blogspot.com.tr/2015/05/kadin.html

14 Mart 2017 Salı

MAVİ

Çok eski bir türküdür mavi, herkesin de bildiğidir. Bilabedeldir ama çok pahalıdır, "ele geçmez o ahu" hesabı biraz.
Kafanı her kaldırdığındadır, kafanı kaldırdığın her yerdedir ama aslında yoktur.

Ders-i aşkın müşkilin Yahya nice halleylesin?
Söyleyenler kendini bilmez, bilenler söylemez.

Kendini bilmezlerin söylediği, kendini bilenlerin söylemekten geri durduğu... yanarak ne olduğunu bilebilmiş ama o bilmeyle artık kendini bilememiş pervanelerin söylediği, ateş bilmez siyah böceklerinse söyleyemediği...dir işte mavi.

Mavinin boncuğu olur, gözü olur, denizi, gökyüzü olur ama yemesi olmaz, mavi yiyecek yoktur. Allah maviyi midemize dolduralım diye göndermemiştir, sanki "bak, peşinden git ama yakalayama" gibisinden bir mesajla boğazımıza düğümlüdür mavi.

Mavinin temsili videosu aşağıdaki gibidir. O video bunca yıldır bana "neden efervesan?" diye soranlara da cevap niteliğindedir.

Mavi hakkındaki bir yazıda bu kadar çok "dır" ek fiiliyle biten cümle bulunması tam bir münasebetsizliktir, kendini bilmemenin ifadesidir.

İnsan bilerek kendini bilmeyi öğrenememektedir.


Not: Aradım buldum, 9 Aralık 2015'te " Her türden her bok rengim var, mavim yok." diye not eklemişim bloga...bu yazı o notun şerhi mahiyetindedir... yahut devamı.

8 Mart 2017 Çarşamba

8 MART

Bugün kadınlar günü, yılda bir tane özel günleri var.
Ayda 5-6 özel günleri zaten garanti.
Bunca gün yetmezmiş gibi bir de kadın günü yapıyorlar, börek-kısır falan yiyorlar, sonra gelsin pilates, gelsin diyet.
Bir terslik var bu işte sanki ama…amaaan, hayırlısı hayırlısı.


Sonradan ek: Yazı fazla agresif oldu! Günün anlam ve ehemniyet şeysi olarak şu yaşıma değin gördüğüm en muhteşem şeyin fotoğrafını paylaşayım da hoşluk olsun...ki o muhteşem şey emekçi bir kadındır. Kutlu olsun! 
Winona Ryder

7 Mart 2017 Salı

VIVA LA MUERTE

Viva La Muerte…İspanyolca “Yaşasın ölüm” demek. Alev Alatlı’nın “Orda kimse var mı?” adlı 5 ciltlik roman serisinin ilk kitabı. Şu:
2 kez okuduğum nadir kitaplardandır.
Birkaç tane daha var 2 kez okuduğum kitap, aynı filmi defalarca izleyebiliyorum ama aynı kitabı 2 kez okumak bana göre değil… istisnalar hariç, bir de şiir kitapları hariç tabi. Yalnız bir kitap var, 2-3 yılda bir alır bi okurum onu, 7 kez okudum şimdiye dek, (sayıyorum bir de!) sekizinci de yakındır ama o kitabın adını söylemeyeceğim çünkü merak ediyor insanlar “şu kadar kez okudum” deyince, alıp okuyorlar, sonuç genelde hüsran oluyor… Okuyup sevenleri bile o romanı benim çeyreğim kadar sevemedi, yanlış yönlendirme olmasın diye kitabın ismini vermiyorum, yeni hayal kırıklıklarına gerek yok.
Bu bende birden fazla kez okuma isteği uyandıran kitapların içinde en kalını da Viva la muerte’dir herhalde. (Hayatın Kaynağı’nı da ikinci kez, ama böyle yavaş yavaş, mufassal notlar alarak okuyasım da yok değil ki Viva la muerte’den daha kalın Hayatın Kaynağı. Gerçi Faust’u da ikileyesim var…neyse!)
Bütün bu gevezeliklerin sebebi şudur, yani: ben böyle kalın-kalınımsı kitapları ikinciye okumuyorum ama bunu okudum…demek ki var bişi, mühim bi kitap bu yani!

Kitap reklamı bu kadar, bu yazıdan muradım kitap tanıtımı değil…bu kitap benim için bir kitaptan çok daha fazlasıdır, beynimi baştan ayağa düzenlemiştir…dersem biraz abartılı olur ama bana tertemiz yeni bakış açıları hediye ettiği kesindir.
Kitabı bildiğimiz “normal” kitaplardan farklı kılan şeyi şöyle anlatabilirim…kitapların, nutukların  vs. derdi hep fikir üzerinedir malum ve ilgileri tencerenin içindeki malzemelere yöneliktir. İşte patatesler şöyleymiş de havuçlar böyle değilmiş, yemeğin etiydi, yağıydı, suyuydu hep bu konuları kaldırır indirirler, tartışırlar, böyledir yani bu, alıştığımız-bildiğimiz budur.
Bu kitapsa malzemeleri konuşmuyor… Viva la muerte tencerenin kendisidir!

İlk okuduktan sonra her fikre, her kişiye, her objeye “bu nekrofil mi biyofil mi?” gözüyle bakmak şeklinde bir obsesyon gelişmişti bende.

Yazının konusu nekrofilya ve biyofilyadır. Bence her insan evladının bilmesi, anlaması gereken bir konudur bu.

Nekrofilya, ölü sevicilik demek. Çok üst düzey bir ruhsal bozukluktur. Seri katillerde sık görülür, onlar dışında da pek görülmez zaten.
Mecburen seri katillerden bahsetmek zorundayım ve bu “fantastik” konu bizi doğrudan ilgilendirmiyor olabilir fakat… nekrofilya bizi fena halde ilgilendiriyor! Yani biraz sabır, bu konu istisnasız herkesi fena halde ilgilendiren bir konudur. Yazı da kısa olamayacak, bu şimdiden çok belli.
Az ya da çok herkese empati kurabiliyor iken seri katillere zerre empati kuramıyor oluşum seri katilleri ilginç kılmıştır hep benim için, bu sebepten meraklıyım bu pisliklere! Seri katillerle alakalı bir kitapta yakalanmış bir katilin ifadesinde merakımın sebebini buldum, neyi anlamaya çalıştığımı anladım. “Neden yaptın?” sorusuna karşılık mealen şöyle diyordu adını hatırlamadığım katil:
Kurbanlarım odanın bir köşesinde eli kolu bağlı,  çırılçıplak, korku içinde bana yalvaran gözlerle baktığında kendimi tanrı gibi hissediyordum.

Meşhur bir seri katil olan Charles Manson’ın şu sözleri de çok mühimdir:
Bana yukarıdan bakarsanız aptalın tekini görürsünüz. Bana aşağıdan bakarsanız tanrıyı görürsünüz. Bana tam karşıdan bakarsanız, kendinizi görürsünüz.

Bence… Manson’ın demek istediğini tam olarak anlamak, insanın varoluşsal kodlarını çözmek konusunda büyük bir adımdır. “Çözeriz” demiyorum tabi de…Manson’ı tam olarak anlamış birisi çok fazla şeyi anlamış demektir.

Nekrofilyanın Abd’de örneği çoktur da (seri katillerin yuvası Abd malum) adı nekrofilyayla özdeşleşen kişi Ed Gain isimli seri katildir. Bu adamın bu kadar önemli-meşhur, hatta “ikon” olması ilginçtir çünkü diğer “meslektaş”larına göre çok az cinayeti vardır, sadece birkaç tane! Fakat ölümle olan girift ilişkisi çok fazla ilgi çekmiştir, pek çok araştırmanın konusu olmuştur bu adam. Hollywood’a da en çok ilham veren seri katillerdendir, Psycho filmindeki Norman Bates karakteri direkt Ed Gain’dir mesela, Silence of lambs’daki seri katilde de Ed Gain’den ciddi esintiler vardır. Ed Gain diye bir film de var, doğrudan biyografi…ama önemli bir film değildir.
Ed Gain’in evinde insan derisinden elbiseler, kafatasından abajur gibi objeler bulunmuş. Nekrofilya genelde ölüyle sevişmek olarak kendini gösterirken Ed Gain’de doğrudan ölümle sevişmeye şahit oluruz.

Neden diriyi değil de ölüyü tercih eder nekrofil? Bu iğrençliğin nasıl bir alt yapısı olabilir? Mühim soru bu.

Yanıt vereceğim ama önce bir bilgi; hayatta ne varsa sekste de o vardır, çok fena benzeşirler. Bir insanın özelliklerini en gerçek tarafından anlamak için de onun seksle ilgili alışkanlıklarına, eğilimlerine bakmak akıllıcadır, Freud’un sekse bu kadar kafayı takmış olması boşuna değil.
Yemek yeme alışkanlıklarının da hayatla iç içeliği doğrudandır, bu hesapla yemek yemekle seksin de yakın alaka içinde olduğunu söyleyebiliriz.

“Sevişmek” kelimesindeki ş harfine işteşlik eki denir, karşılıklılık ifade eder. Atışmak, yazışmak, söyleşmek…teki gibi. En az iki kişi ile yapılabilen fiillerdir bunlar. Sevişmeye de iki kişi lazım malum, buraya kadar sorun yok. Peki bir sevişmede kim ne kadar etkin olacak?
% 52-48 oranlı sevişmeler olabileceği gibi % 60-40, % 80-20, hatta % 95-5 oranlı sevişmeler de olabilir.
Bu nasıl bir sevişmedir ki taraflardan biri ancak % 5 etkindir? Kadının zevk almasının, alıyorsa bile bunu belli etmesinin uygunsuz kabul edildiği feodal kültürlerde kadınların sevişme içindeki etkinliği belki % 5’i bile bulmaz, sadece kıpırtısız yatarlar…mış. (Görmedim)

% 100’e % 0 olabilir mi peki? Partneriniz ölüyse olur!

Etkinlik dağılımının % 100’e % 0 olduğu durum…tanrı ile kul arasındaki durumdur. Tanrı % 100 etkindir, kul hep maruz kalır.
Nekrofilya insanın içindeki tanrı olma isteğinin sapkınca tezahüründen başka bir şey değildir, tanrı gibi hissedebilmek için ölülerle sevişir bu sapıklar ve sevişecek ölü bulabilmek için de önce öldürürler!

Hala seri katillerden bahsettiğimi düşünenler kimden bahsettiğimi anlamak için aynaya baksın, sizden bahsediyorum!

Anladık, nekrofilyanın somut tezahürü aşırı iğrenç ve çok nadir rastlanan türden bir sapkınlık ki o nadirler de hep Abd’de, bize ne di mi? Evet bize ne de… nekrofilyanın mecazi izdüşümlerinden hepimiz pay sahibiyiz!

Ebeveyn-çocuk, karı-koca, arkadaş-arkadaş, öğretmen-öğrenci, amir-memur, x-y….her türden ilişkide taraflar daha baskın olmak ister. Yöneten, yönlendiren olmak ister, sözü geçen olmak ister. Belli bir orana kadar bu istek çok normal ve makul ancak belirli bir orandan sonra etkin taraf daha da etkin olmaya bastırıyorsa anlayın ki içindeki tanrı olmak isteyen taraf aktiftir, bunu iyi süzmek gerek.

İnsan ne ister?
İlk evvela hayatta kalmak ister… nokta! Bu konu tartışmaya açık değil.
Hayatta kalan insanın isteyeceği sonraki şey “yok sayılmamak”tır. Eğer ona yokmuş gibi ya da varlığı ancak bir böceğinki kadarmış gibi hissettirmeyi başarırsanız iki şeyden birini yapar: ortamdan uzaklaşır ya da var olduğunu ispat çabasına girişir.
Ortamdan uzaklaşması beka tedbiridir, çok güçlüsünüzdür, sizi varlığına tehdit olarak görür ve size karşılık vermez. Kovulmak istemeyen bir memurun müdürünün aşağılayıcı azarlamalarına sessiz kalması gibi.
İspat çabası ise iki türlü gösterir kendini; defansif ve ofansif. Defansif olarak yapacağı şeyler kendine dairdir, değersiz olmadığını, bildiği-becerdiği şeyler olduğunu göstermeye çalışır. Ticari olmayan her türden gösteri defansif var olduğunu ispat çabasıdır.
Ofansif olarak yaptığı şeylerse kendini yok saymaya çalışana yöneliktir, saldırır, değersizleştirmeye çalışır, yok saymaya çalışır. “Sen kimsin ki?” kafası. 
Kibir…ofansif var olduğunu ispat çabasıdır.

Peki var sayılmayı başardıktan sonra ne yapar insan evladı? Etkinliğini arttırmak ister, % 50 etkin olmak kesmez onu, % 60, % 70 etkin olmak ister.
Yani kendini dayatır.

İşte nekrofilya bu kendini dayatma halinin son raddesidir, % 99 yetmez artık % 100 etkinlik istenir. Hastalıktır bu yani, net.

1 milyar dolar servetiniz olsa yemekte ne yersiniz? Bilmem, pahalı şeyler herhalde.
Peki 1 trilyon dolar servetiniz olsa ne yersiniz yemekte? (Var böyle servet sahipleri)
Milyar dolar sahibi adamın yiyemeyeceği kadar pahalı yemek dünya üzerinde yok, en pahalısı hangisiyse onu yiyebilir. İyi de milyar dolar sahibinin 1000 katı servete sahip olan trilyon dolar sahibi ne yiyecek? Nasıl gösterecek farkını?
Trilyon dolar sahibi, kendisinin milyar dolar sahibinin 1000 katı olduğunu nasıl hissedecek? Sorun var, hem de büyük!

Zengin komşusundan çook daha zengin Arap şeyhi dünyanın en pahalı arabasını alıyor ama bir bakıyor ki aynısından zengin komşu da almış! Olacak iş değil, zenginliği kendisininkinden az olan komşusu kendisi ile aynı arabaya binebiliyor, olmaz olsun böyle dünya!...di mi? Daha pahalısını almak istiyor ama yok, dünyada o arabadan pahalısı yok.
Ne yapıyor peki? Alıyor o en pahalı arabayı ve altın kaplatıyor, tamponlara da elmas taşlar koyduruyor…

Konu dağıldı gibi görünüyor ama dağılmadı…mesele “var hissetme” meselesidir.
İnsanın var hissetme yöntemi, kendi dışındaki “şeyler” üzerine kurulu ise….kendisinin ne olduğu, nelere sahip olduğundan ibarettir, mülkiyeti kadardır varlığı. O kişi ne kadar çok şeye sahipse o kadar büyüktür. Sahip olmak yetmez, var hissetmek için o sahip olma halinin dışarıdan belli olmasını da ister…çünkü dedim ya, bu kişi varlığını kendi dışındaki şeylerde arar.
Kendisini başkalarının gözlerinde arayan zavallı nekrofillerdir bunlar!

Neden nekrofil dedim bu kişilere?
Var hissetmek için lüks arabasını altın kaplatan kişinin kendisini var hissetmek için kullanacağı asıl yöntem başkalarının kaderlerine müdahil olmaktır. Issız adada kamyon kadar elmaslarınız olsa ne olur ki, o elmasların tahakküm etmeye yaraması gerekir, yoksa adi taştan farkları kalmaz. (Candide romanında vardı böyle şeyler.)
Yönetmek, tahakküm etmek, belirlemek ister bu kişi.
Uşağı zaten sözünden çıkmaz, onunla ilişkisinde % 99.9 etkin olmayı zaten başarmıştır…ama gider borsada numaralar çevirerek komşusunu batırmaya da çalışır bu kişi. Müdürlerini transfer eder, şirketine fitne sokar, piyasayı kırar müşterilerini ele geçirir, aile düzenini baltalar, elinden geleni yapar. “Kıskançlıktan yapıyor” diye basitçe açıklayabiliriz ama aslında yapmaya çalıştığı şey insanların kaderlerini belirlemektir. (Walmart)
Kısacası kaderleri yazan olmak ister, yani tanrı!
Kaderini belirlediği kişi ne kadar büyükse de o kadar çok tanrıdır!
Ne kadar çok kadere ne kadar çok etki edebilirse o kadar karşılanmış olur tanrı kompleksi.

Konforun değil ama lüksün kaynağı da nekrofilyadır.
İnsanın eşya ile ilişkisi pek çok gerçeğe aynadır. Sadece lüks değil, her türden anlam yüklenmiş eşya nekrofilya alametidir. Yani sadece altın kaplama Mercedes değil, kitaplar bile nekrofilya objesi olabilir.
İnsanlara “bir kitap kurdu” falan diye Instagram hesabı açtıran “kitap sevgisi” de nekrofiliktir yani… çünkü kitap da eşyadır!
Kitap eşyadır, ölüdür, ölü eşyaya duyulan aşksa nekrofilyadır…ama  kitabın içerdiği fikirler canlıdır, hürmet canlı düşüncelere olmalıdır, mülkiyete geçirilmiş ölü selüloza değil!
Fikirler canlıdır çünkü tartışmaya ve üremeye açıktırlar.
Aradaki fark çok incedir, hürmet zarfa değil mazrufa olmalıdır, kitabı özellikle örnek olarak verdim, “kitap bile” demek istiyorum çünkü… marka giysiler, pahalı takılar, arabalar için neler söyleyebileceğimi kitaptan pay biçerek tahmin edebilirsiniz.
Eşyalar bize hizmet ettikleri müddetçe,  bize hizmet ettikleri kadar değerliler ve ekstra bir anlamları falan yok, yersiz anlamlar yüklemek, eşyalardan statü beklemek nekrofilyadır.
Sadece kendi gibi zengin çocuklarının giyebildiği afili markalı ayakkabının fiyatı aşırı düşer de fakirler de o ayakkabıyı giyebilir hale gelirse…depresyona girer zengin çocuğu. Ve bir daha o marka ayakkabı giymez.

Rasyonel olmayan otorite kurma isteğinin, tahakküm etme isteğinin kaynağı nekrofilyadır.
(Rasyonel otorite: varlığı bir faydaya hizmet eden otorite. Öğretmenin öğrenci üzerinde otoritesi olmazsa eğitim zarar görür, öğretmenin otositesi rasyoneldir, işe yarar ve artık gerekmediği zaman otomatik olarak ortadan kalkar.)

Aslında gereği yok iken….yani yayılınabilecek geniş topraklar mevcut iken 200 katlı gökdelenler dikmek de nekrofilyadır. Abd’de 1930’larda çok modaydı gökdelen ama tatmin olmuş olmalılar ki “en yükseği”ni daha da yükseltmekten vazgeçtiler. Empire States uzun yıllar en yüksek bina rekorunu elinde tuttu, bugün rekor Dubai’de, 2 numara Çin, 3 numara Suudi Arabistan’daymış.
(Bkz. nekrofilyanın dünya seyahati)

Nekrofilyayı anlamak için anahtar kelime: tahakküm.
Kul her şeyi planlar, hesaplar, yıllarca çalışır çabalar ve tam bir eser bir meydana getirdiği anda…tanrı bir depremle eserini yerle bir eder. Tahakküm budur. Mutlak tahakküm edici, kaderi bizzat yazandır.

Babasının, kocasının, patronunun vs. elinde baskılanmış, tahakküm altında inim inim inleyen, etkinliği % 5’i hiç geçememiş, kimseye ses çıkartamayan ezik kişi eline imkan geçerse ne yapar? % 100 tahakküm etmek ister! Sonradan zalime dönüşen mazlumların zulmü de ekstra kanlı olur!

“İki derviş bir posta sığarmış da iki sultan bir dünyaya sığmazmış.”
Atasözü

Dervişle sultan arasındaki fark nedir?
Derviş var olmayı kendi içinde arayandır, sultansa varlığını kendi dışında aramaya programlıdır, yönetme-tahakküm etme hırsıyla kuşatılmıştır.
Derviş bir lokma bir hırkayla var hissetmeyi başarabilir ama sultan dünyanın yarısını fethetse kalan yarısı onun içini yakar, bir türlü var hissetme ihtiyacını tam olarak karşılayamaz.
Çünkü var olmayı yanlış yerde arıyordur!

Kibirle izzet-i nefs aynı köktendir. İkisi de var hissetme ihtiyacının tezahürüdür. Kibir, varlığını kendi dışında arama işini abartmış kişilerin içine düştükleri hastalıktır.
Dervişin kibri olmaz çünkü ihtiyacı olan her şeyin kendi içinde mevcut olduğunun farkındadır.

Batı, nekrofilik bir düşünce yapısına sahiptir. Tahakküm esasıyla hareket eder. Sahip tanrıdır, köle kul… Avrupa tanrıdır, Afrika kul. Keşfettikleri her şeye bu gözle bakarlar. Diktatör, dikte etmekten geliyor, Batı dikte etmeye bayılır, % 100 etkin olmak ister. Dillerini değiştirir, dinlerini değiştirir, adetlerini değiştirir, altınlarını alır, petrollerini alır.
Doğu düşüncesi ise biyofiliktir, yani yaşam severdir. Tahakküm etme imkanı olsa bile etmemeyi seçer, karşılıklı etkileşimi sever.
Dünyanın okyanus aşan ilk gemilerini 15. yüzyılda Çinliler yaptı ve o gemilerle dünyayı dolaştılar. Kesin Amerika’ya da gitmişlerdir bence de delilim yok. Bir sürü askerle yüklü büyük bir gemi filosundan bahsediyorum, pek çok bilinmeyen toprağa adım attılar. Peki ne yaptılar? Hiç… keşfettiler, örnekler topladılar, zarar vermediler, oraların halklarına Çin hakanının büyüklüğünü anlattılar, ileri teknoloji ürünü Çin eşyalarını gösterdiler…sonra geri geldiler. Sömürmeyi, tahakküm etmeyi, oraların dilini-dinini değiştirmeyi düşünmediler. Şimdilerde nekrofilya devine dönüşmüş Çin, o zamanlar biyofilya deviydi.
Kadim Doğu öğretileri de hep bu esas üzerine kuruludur, evrenle birlikte akmak, ahenge ulaşmak, huzuru bulmak…temel dertleri, temel öğretilerinin özeti bunlardır.
Meditasyon…insanın varlığı kendi içinde aramasından başka ne ki?

Kızılderililer coğrafi olarak batıdadır fakat kafaları fena halde doğuludur. Bir bitkiyi kökünden söktüklerinde toprakta oluşan oyuğa tütün bırakırlarmış. Bitkiyi sökerek toprağı yaraladıklarını düşünürlermiş çünkü ve yaranın iyileşmesini hızlandırsın diye tütün bırakırlarmış. (Yaptıkları bilimsel olarak da doğruymuş, tütün toprağın kendini toparlamasını hızlandırıyormuş.) Bir manada doğaya bir teşekkür o tütün, bir karşılıklılığın ifadesi.
Batı ise doğaya da tahakküm eder, aldığının yerine bir şey vermeyi ise aklından bile geçirmez!

İslam  da coğrafi olarak tıpkı Musevilik-Hristiyanlık gibi batı dinidir fakat kafa yapısı doğuya çok daha yakındır.
Musevilik fena halde nekrofiliktir çünkü kendilerinin özel olduğu, diğer insanların kendileri için nimet olarak yollandığı yolunda öğretileri vardır. Kendileri tanrı yani, Musevi olmayanlar kul.
Hristiyanlık da nekrofiliktir. Kiliselerin, şapellerin köşeli ve görkemli yapısı bile tek başına o tahakküm etme arzulu bakış açısını anlamaya kafi…ancak ruhbanlık sistemi nekrofilyayı göstermesi bakımından çok daha etkili. Papa, onlara göre tanrı’nın yeryüzündeki vekilidir, onun sözü tanrının sözü gibidir. Peygamberlerini de tanrının direkt oğlu olarak mütalaa ederler, teslis inancı da ciddi nekrofiliktir.

Şimdiye kadar tek bir kez bile Allah demedim hep tanrı dedim çünkü kastım hep “tanrı”ydı. Tanrı cins isimdir, insanlık tarihinde pek çok tanrı da mevcuttur malum…tanrı derken bir varlığı değil bir düşünceyi kast ettim hep.

İslam mimarisi köşeli değildir, yumuşak hatlıdır.
İslam peygamberi hayatında hiç el öptürmemiş. Bir meclise girdiğinde sahabenin ayağa kalkmasını yasaklamış. Hayatında hiç zekat vermemiş çünkü sadaka vermekten zekat verecek kadar zenginliğe hiç ulaşamamış… Elini öpmek isteyenlere “Hristiyanların’ın Hz. İsa’ya yaptığını bana yapmayın, beni putlaştırmayın, benim de sizin gibi fani bir insan olduğumu unutmayın.” demiş. Sonra “eşinizle cima etmeden önce oynaşınız.” demiş… yani direkt ön sevişmeyi tavsiye etmiş, kadının zevk almasının ayıp karşılandığı feodal kültürün İslam’la zerre alakası yok yani!...ama tensel teması hoş karşılamayan katı Püriten ahlakıyla ilişkisi doğrudan!
Evcil kuşu ölen 10 yaşında bir çocuğa taziye ziyaretine gitmiş.
Yani İslam karşılıklı etkileşimi benimser, yüceltir. Tahakkümü sevmez. Dahası insanın insana tahakkümünde şirk görür, çünkü kulluk sadece Allah’adır, kula kulluk şirktir.
İslam lüksü de sevmez. Konforla problemi yoktur ama lüksü sevmez.
İslam her türlü aşırılığa, fanatikliğe karşıdır. İbadetin bile aşırısını sevmez. Peygamber’in Medine’deki bir mescitte yatıp kalkan, sürekli ibadet eden 3 genci mescitten neden çıkarttığını iyi anlamak lazım.
Yani açık açık “nekrofil olmayın biyofil olun” diye bir hadis yok ama…Hz. Muhammed her türlü sözü ve tavrıyla nekrofilyayı lanetlemiş, biyofilyayı yüceltmiştir.

Bugün 600 sel Mercedes’lerle gittikleri yerlerde insanlara kanaatin faziletlerini anlatan, insanlara el, etek, ayak öptüren şeyhler, hocalar vs. benim konum değil…ancak şu noktaya dikkat etmek gerekir ki onların hiçbiri peygamber değil!

Nekrofille biyofil arasındaki en temel farklardan biri de biyofilin empatiye, nekrofilin öğretmeye programlı oluşudur.
Nekrofil sürekli anlatır, nasihat eder, öğretmeye programlıdır, biyofil ise hep anlamaya çalışır.
Nekrofil kendini dayatır ve bu dayatma işinin kılıfı genelde öğretmek olur. Kim çok nasihat ediyorsa, kim sürekli doğru yolu gösteriyorsa…ona dikkat etmek gerekir. Kendisi rasyonel otoriteyi kullanan iyi niyetli bir öğretici de olabilir, kendini dayatan bir nekrofil de. Bu ikisi arasındaki farkı anlamak bazen imkansızlaşır çünkü her iki kimliği üzerinde taşıyabilir öğretici kişi.
Söz gelimi çok üstad bir cerrahın öğrenci yetiştirmesinden doğal ne olabilir? Ancak öğrenci yetiştirerek dünya için çok hayırlı bir iş yapan cerrah o öğretme işini yaparken aynı anda tanrı kompleksini öğrenciler üzerinden tatmin ediyor da olabilir…bu ikisi birbirine karışık çalışır ve ayırmak imkansızdır.
Ya da “siz hala anlamadınız mı?” diye bağrınan Cumhuriyet bekçileri…. Açıklamaya bile gerek yok, “siz hala anlamadınız mı?” diye başlayan bir diskurun biyofil olma ihtimali var mıdır? Yoktur. Çok net bir kendini dayatmadır, adı “halka rağmen halk için”dir.
Peki “halk” kelimesini en çok yücelten ve en çok kullanan sosyalist söylemler? Yıllarca halk için en iyi yönetimin Sosyalizm olduğunu “lümpen, goşist, komprador” gibi kelimelerle anlatma çabası içine giren halk kurtarıcıları…”halka rağmen halk için”ci değiller midir? Gayeleri halkın kurtulması mıdır yoksa kendilerini halkın bilmediği ama en iyisini kendilerinin bildiğine inandırma çabaları mıdır? Kendilerini halkın üstünde konumlandırabilmek için kendilerini halka dayattıklarının farkında bile değildiler…sıfır empati! Yoksa azıcık empati kurmuş olsalardı tarla süren çiftçiye içinde “komprador” kelimesi geçen cümleler kurarlar mıydı?
İslam tebliğcileri de bu kapsamın dışında değil…adam sen namaz kılasın diye pek çok “fedakarlık”ta bulunuyor, ağzından giriyor burnundan çıkıyor…neden? Sana namaz kıldırmayı başarırsa senin kıldığın namazdan payı olacak çünkü, cennette bir köşkü daha olacak senin namazlar sayesinde…hani Allah rızası, hani samimiyet, hani empati?
İrşat edecek mürit arayan bir mürşit namzedi…nekrofilyanın etkisindedir!
Konuşarak değil göstererek yaparsın, kendini dayatarak değil örnek teşkil ederek atarsın kendini ortaya…sorana anlatırsın, bildiğin kadarını anlatırsın, Allah rızası niyetinden milim sapmadan yaparsın her yaptığını… o zaman gerçek bir payın olur başkasının ibadetinden!
Oruç tutmadıkları için insanları döven oruç tutuculara ise söyleyecek sözüm bile yok…

Nekrofilin en yaygın kendini dayatma kılıflarından biri de yardım etmektir.
Yardım tabi ki pek güzel bir şeydir… eğer empatiden besleniyorsa!
Sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi düsturunun kaynağı tam da budur. Mümkünse yardım gören bile kimin yardım ettiğini bilmemelidir. (Bkz. sadaka taşları) Eğer yardım eden kişi yardım ettiği kişiyle teşrik-i mesai arzusundaysa, yardımı konu edip konuşası varsa, sonu gelmez teşekkürler dinlemek istiyorsa…olan şey tanrı gibi hissetme isteğinin karşılanmasıdır.
Oryantalizm: Yakın ve Uzak Doğu toplum ve kültürleri, dilleri ve halklarının incelendiği batı kökenli ve batı merkezli araştırma alanlarının tümüne verilen ortak ad. (Kaynak: Vikipedia)
Batı, Doğu’yu incelerken doğuluya hep “öteki” gözüyle bakar, bakışı üsttendir, empati kurmaz. Bu oryantalistlerin babası da Marco Polo’dur.
Zengin kocaları kendilerine bolca hizmetçi tuttuğu için lüzumundan fazla boş vakte sahip “leydi”lerin kendilerini hayır işlerine vakfediş şekli…genellikle, büyük oranda…nekrofiliktir. Yardım ettikleri kişilere bakışları da oryantalistçedir. Kamera karşısında “yardım eden yüce kişi” sıfatının verdiği yücelikle kasıldıkça kasılan yardımsever ablaların bende tiksinti yaratması sebepsiz değil... yardım etmek için yardıma muhtaç kişi arayan, tanrı gibi hissedebilmek için kendine kul arayan nekrofil tanrı adaylarıdır onlar.
Bununla beraber tamamen empatiye ve merhamete dayanan hislerle insanlara yardım eden kişiler de elbette ki var, genellemek çok büyük hata olur. Bu gerçek insan severlerin sesi pek çıkmaz, adlarının bile bilinmiyor oluşu son derece normaldir. Allah onlardan razı olsun.
Sadaka taşları Osmanlı döneminde camilerin, külliyelerin kuytu köşelerine konumlandırılmış ağzı açık sandıklardır. Dileyen gelir para atar, dileyen alır. Para atanlar kimse görmesin diye genellikle gece geç vakit kimsenin olmadığı saatlerde gelir para atarlarmış. Veren-alan birbirini görmez, kimin ne kadar aldığı-attığı bilinmez. Ve en mühimi de…sadaka taşlarının içinde her zaman para olurmuş, kimse ihtiyacından fazlasını almazmış çünkü. Bugün artık yoklar, son bir tane Üsküdar’da kalmış diye biliyorum ama aktif değil elbette ki.
Sadaka taşı sistemini yüzyıllarca çalışır halde tutan terbiye tasavvuf terbiyesidir. Tarihin gördüğü en kozmopolit toprak olan Anadolu, hiç kimseye yar olmayan kahpe gibidir …ve 1000 yıldır bize teslim olmasına sebep de bu terbiyedir, Anadolu’ya tarikatlarımızla kök saldık, onların terbiyesiyle terbiyelendik. Bugün kocaman siyah makam arabalı şeyhleriyle amacından çok uzaklara savrulmuş, suistimale müsait odaklar haline gelmiş, pop kültürün esiri olmuş tarikatlar aslında Anadolu’ya tutunma şeklimizdir, en öz terbiyemizdir.
İçi boş nostaljiler peşinde değilim…ancak bizim gibi biyofil bir medeniyetin bugün nasıl pop kültürün esiri nekrofil bir topluluğa dönüştüğünü anlamak için tarikatların değişimini takip etmek iyi bir yöntemdir.


Nasihatte hem öğretme hem yardım var, bu haliyle ekstra dikkat edilesi durumdur nasihat…

Son bir örnek…
Hayvanlara eziyet eden, merhamet göstermeyenleri gerçek insandan saymayabiliriz, hiç itirazım olmaz.
Fakat hayvan sevgisini abartmışların bu sevgilerinin kaynağı da nekrofilyadır!
Evcil hayvanına insanmış gibi, çocuğuymuş gibi davranmanın nedeni tanrı olabilmek için kendine kul aramaktır. İnsandan kendine kul yapamıyor, hayvanı kul yapıyor. Sosyal medya bu hastalıklı düşüncenin örnekleriyle dolu.

Ölçüyü ne tarafa doğru kaçırırsanız, sizi o tarafta bir sapkın düşünce bekliyordur.

Herkes…eşyalarla, hayvanlarla, insanlarla, fikirlerle ilişkisine dikkat etmeli. Dikkatli bakınca o sadece seri katillerde var olduğunu sandığımız nekrofilyayı aynada çok kolay görebiliriz…ama dediğim gibi dikkatli bakmalıyız ve ayna siyah olmamalı! (Bkz. Black Mirror dizisi, bakmayın sadece izlemediyseniz kesin izleyin)

Şu ana dek blogda yazdığım en uzun yazı hangisiyse, bu yazı onun 2 katından fazladır kesin…buraya kadar sabırla okumayı başardıysanız kendinize bir iyilik yapın ve daha önce okumadıysanız Viva la muerte’yi muhakkak okuyun.
(“Okuyun” derken kendimi dayatmıyorum, kardeşçe bir tavsiye sadece J)

1 Mart 2017 Çarşamba

ÇAĞRIŞIM TESBİHİ

Umut: Gökyüzüne bırakılan cevapsız arama
Cevapsız: Yokmuşsun gibi
Yok: Boşluğun hacmi
Boşluk: Uçurumun öz manası
Mana: Ele geçmez o ahu
Ahu: Bir kadın ismi
Kadın: Mucizeler öznesi felaket tellalı
Felaket: Vakt-i dide eşk-i al
Vakit: Sabırlı katil
Sabır: Kibirli alüfte
Kibir: Var olmanın yan etkisi
Var olma: Yerli yersiz ereksiyon
Yersiz: Hiçten yerli
Hiç: Bilsem
Bilmek: İnanmak
İnanmak: Yalan
Yalan: Umut
Umut: Gökyüzüne bırakılan cevapsız arama

YA DA

Umut: Gökyüzüne bırakılan cevapsız arama
Gökyüzü: Ukdeler kabristanı
Ukde: Zaman tortusu
Tortu: Sevimsiz mülteci
Mülteci: Dünya sakini
Sakin: Kaderin unuttuğu
Kader: Sofistike rüzgar
Rüzgar: Fırtına yumurtası
Fırtına: Mucize bekçisi
Mucize: Suna su
Su: Gül terbiyecisi
Gül: Bülbül veremi
Verem: Ölüm aşkı
Aşk: Kar erimesi
Erime: Vuslat telaşı
Telaş: Kaos çocuğu
Çocuk: Sonsuzluk umudu
Umut: Gökyüzüne bırakılan cevapsız arama

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...