Viva La Muerte…İspanyolca “Yaşasın ölüm” demek. Alev
Alatlı’nın “Orda kimse var mı?” adlı 5 ciltlik roman serisinin ilk kitabı. Şu:
2 kez okuduğum nadir kitaplardandır.
Birkaç tane daha var 2 kez okuduğum kitap, aynı filmi
defalarca izleyebiliyorum ama aynı kitabı 2 kez okumak bana göre değil… istisnalar
hariç, bir de şiir kitapları hariç tabi. Yalnız bir kitap var, 2-3 yılda bir
alır bi okurum onu, 7 kez okudum şimdiye dek, (sayıyorum bir de!) sekizinci de
yakındır ama o kitabın adını söylemeyeceğim çünkü merak ediyor insanlar “şu
kadar kez okudum” deyince, alıp okuyorlar, sonuç genelde hüsran oluyor… Okuyup sevenleri
bile o romanı benim çeyreğim kadar sevemedi, yanlış yönlendirme olmasın diye
kitabın ismini vermiyorum, yeni hayal kırıklıklarına gerek yok.
Bu bende birden fazla kez okuma isteği uyandıran
kitapların içinde en kalını da Viva la muerte’dir herhalde. (Hayatın Kaynağı’nı
da ikinci kez, ama böyle yavaş yavaş, mufassal notlar alarak okuyasım da yok
değil ki Viva la muerte’den daha kalın Hayatın Kaynağı. Gerçi Faust’u da
ikileyesim var…neyse!)
Bütün bu gevezeliklerin sebebi şudur, yani: ben böyle
kalın-kalınımsı kitapları ikinciye okumuyorum ama bunu okudum…demek ki var
bişi, mühim bi kitap bu yani!
Kitap reklamı bu kadar, bu yazıdan muradım kitap tanıtımı
değil…bu kitap benim için bir kitaptan çok daha fazlasıdır, beynimi baştan
ayağa düzenlemiştir…dersem biraz abartılı olur ama bana tertemiz yeni bakış
açıları hediye ettiği kesindir.
Kitabı bildiğimiz “normal” kitaplardan farklı kılan şeyi
şöyle anlatabilirim…kitapların, nutukların vs. derdi hep fikir üzerinedir malum ve ilgileri
tencerenin içindeki malzemelere yöneliktir. İşte patatesler şöyleymiş de
havuçlar böyle değilmiş, yemeğin etiydi, yağıydı, suyuydu hep bu konuları
kaldırır indirirler, tartışırlar, böyledir yani bu, alıştığımız-bildiğimiz
budur.
Bu kitapsa malzemeleri konuşmuyor… Viva la muerte tencerenin
kendisidir!
İlk okuduktan sonra her fikre, her kişiye, her objeye “bu
nekrofil mi biyofil mi?” gözüyle bakmak şeklinde bir obsesyon gelişmişti bende.
Yazının konusu nekrofilya ve biyofilyadır. Bence her
insan evladının bilmesi, anlaması gereken bir konudur bu.
Nekrofilya, ölü sevicilik demek. Çok üst düzey bir ruhsal
bozukluktur. Seri katillerde sık görülür, onlar dışında da pek görülmez zaten.
Mecburen seri katillerden bahsetmek zorundayım ve bu “fantastik”
konu bizi doğrudan ilgilendirmiyor olabilir fakat… nekrofilya bizi fena halde
ilgilendiriyor! Yani biraz sabır, bu konu istisnasız herkesi fena halde
ilgilendiren bir konudur. Yazı da kısa olamayacak, bu şimdiden çok belli.
Az ya da çok herkese empati kurabiliyor iken seri
katillere zerre empati kuramıyor oluşum seri katilleri ilginç kılmıştır hep
benim için, bu sebepten meraklıyım bu pisliklere! Seri katillerle alakalı bir
kitapta yakalanmış bir katilin ifadesinde merakımın sebebini buldum, neyi
anlamaya çalıştığımı anladım. “Neden yaptın?” sorusuna karşılık mealen şöyle
diyordu adını hatırlamadığım katil:
Kurbanlarım odanın bir köşesinde eli kolu bağlı, çırılçıplak, korku içinde bana yalvaran
gözlerle baktığında kendimi tanrı gibi hissediyordum.
Meşhur bir seri katil olan Charles Manson’ın şu sözleri
de çok mühimdir:
Bana yukarıdan bakarsanız aptalın tekini görürsünüz. Bana
aşağıdan bakarsanız tanrıyı görürsünüz. Bana tam karşıdan bakarsanız, kendinizi
görürsünüz.
Bence… Manson’ın demek istediğini tam olarak anlamak,
insanın varoluşsal kodlarını çözmek konusunda büyük bir adımdır. “Çözeriz”
demiyorum tabi de…Manson’ı tam olarak anlamış birisi çok fazla şeyi anlamış
demektir.
Nekrofilyanın Abd’de örneği çoktur da (seri katillerin
yuvası Abd malum) adı nekrofilyayla özdeşleşen kişi Ed Gain isimli seri
katildir. Bu adamın bu kadar önemli-meşhur, hatta “ikon” olması ilginçtir çünkü
diğer “meslektaş”larına göre çok az cinayeti vardır, sadece birkaç tane! Fakat
ölümle olan girift ilişkisi çok fazla ilgi çekmiştir, pek çok araştırmanın
konusu olmuştur bu adam. Hollywood’a da en çok ilham veren seri katillerdendir,
Psycho filmindeki Norman Bates karakteri direkt Ed Gain’dir mesela, Silence of
lambs’daki seri katilde de Ed Gain’den ciddi esintiler vardır. Ed Gain diye bir
film de var, doğrudan biyografi…ama önemli bir film değildir.
Ed Gain’in evinde insan derisinden elbiseler,
kafatasından abajur gibi objeler bulunmuş. Nekrofilya genelde ölüyle sevişmek
olarak kendini gösterirken Ed Gain’de doğrudan ölümle sevişmeye şahit oluruz.
Neden diriyi değil de ölüyü tercih eder nekrofil? Bu
iğrençliğin nasıl bir alt yapısı olabilir? Mühim soru bu.
Yanıt vereceğim ama önce bir bilgi; hayatta ne varsa
sekste de o vardır, çok fena benzeşirler. Bir insanın özelliklerini en gerçek tarafından
anlamak için de onun seksle ilgili alışkanlıklarına, eğilimlerine bakmak
akıllıcadır, Freud’un sekse bu kadar kafayı takmış olması boşuna değil.
Yemek yeme alışkanlıklarının da hayatla iç içeliği
doğrudandır, bu hesapla yemek yemekle seksin de yakın alaka içinde olduğunu
söyleyebiliriz.
“Sevişmek” kelimesindeki ş harfine işteşlik eki denir,
karşılıklılık ifade eder. Atışmak, yazışmak, söyleşmek…teki gibi. En az iki
kişi ile yapılabilen fiillerdir bunlar. Sevişmeye de iki kişi lazım malum,
buraya kadar sorun yok. Peki bir sevişmede kim ne kadar etkin olacak?
% 52-48 oranlı sevişmeler olabileceği gibi % 60-40, % 80-20,
hatta % 95-5 oranlı sevişmeler de olabilir.
Bu nasıl bir sevişmedir ki taraflardan biri ancak % 5
etkindir? Kadının zevk almasının, alıyorsa bile bunu belli etmesinin uygunsuz
kabul edildiği feodal kültürlerde kadınların sevişme içindeki etkinliği belki %
5’i bile bulmaz, sadece kıpırtısız yatarlar…mış. (Görmedim)
% 100’e % 0 olabilir mi peki? Partneriniz ölüyse olur!
Etkinlik dağılımının % 100’e % 0 olduğu durum…tanrı ile
kul arasındaki durumdur. Tanrı % 100 etkindir, kul hep maruz kalır.
Nekrofilya insanın içindeki tanrı olma isteğinin sapkınca
tezahüründen başka bir şey değildir, tanrı gibi hissedebilmek için ölülerle
sevişir bu sapıklar ve sevişecek ölü bulabilmek için de önce öldürürler!
Hala seri katillerden bahsettiğimi düşünenler kimden
bahsettiğimi anlamak için aynaya baksın, sizden bahsediyorum!
Anladık, nekrofilyanın somut tezahürü aşırı iğrenç ve çok
nadir rastlanan türden bir sapkınlık ki o nadirler de hep Abd’de, bize ne di
mi? Evet bize ne de… nekrofilyanın mecazi izdüşümlerinden hepimiz pay
sahibiyiz!
Ebeveyn-çocuk, karı-koca, arkadaş-arkadaş, öğretmen-öğrenci,
amir-memur, x-y….her türden ilişkide taraflar daha baskın olmak ister. Yöneten,
yönlendiren olmak ister, sözü geçen olmak ister. Belli bir orana kadar bu istek
çok normal ve makul ancak belirli bir orandan sonra etkin taraf daha da etkin
olmaya bastırıyorsa anlayın ki içindeki tanrı olmak isteyen taraf aktiftir,
bunu iyi süzmek gerek.
İnsan ne ister?
İlk evvela hayatta kalmak ister… nokta! Bu konu tartışmaya
açık değil.
Hayatta kalan insanın isteyeceği sonraki şey “yok
sayılmamak”tır. Eğer ona yokmuş gibi ya da varlığı ancak bir böceğinki kadarmış
gibi hissettirmeyi başarırsanız iki şeyden birini yapar: ortamdan uzaklaşır ya
da var olduğunu ispat çabasına girişir.
Ortamdan uzaklaşması beka tedbiridir, çok güçlüsünüzdür,
sizi varlığına tehdit olarak görür ve size karşılık vermez. Kovulmak istemeyen
bir memurun müdürünün aşağılayıcı azarlamalarına sessiz kalması gibi.
İspat çabası ise iki türlü gösterir kendini; defansif ve
ofansif. Defansif olarak yapacağı şeyler kendine dairdir, değersiz olmadığını, bildiği-becerdiği
şeyler olduğunu göstermeye çalışır. Ticari olmayan her türden gösteri defansif var
olduğunu ispat çabasıdır.
Ofansif olarak yaptığı şeylerse kendini yok saymaya
çalışana yöneliktir, saldırır, değersizleştirmeye çalışır, yok saymaya çalışır.
“Sen kimsin ki?” kafası.
Kibir…ofansif var olduğunu ispat çabasıdır.
Peki var sayılmayı başardıktan sonra ne yapar insan
evladı? Etkinliğini arttırmak ister, % 50 etkin olmak kesmez onu, % 60, % 70
etkin olmak ister.
Yani kendini dayatır.
İşte nekrofilya bu kendini dayatma halinin son
raddesidir, % 99 yetmez artık % 100 etkinlik istenir. Hastalıktır bu yani, net.
1 milyar dolar servetiniz olsa yemekte ne yersiniz? Bilmem,
pahalı şeyler herhalde.
Peki 1 trilyon dolar servetiniz olsa ne yersiniz yemekte?
(Var böyle servet sahipleri)
Milyar dolar sahibi adamın yiyemeyeceği kadar pahalı
yemek dünya üzerinde yok, en pahalısı hangisiyse onu yiyebilir. İyi de milyar
dolar sahibinin 1000 katı servete sahip olan trilyon dolar sahibi ne yiyecek?
Nasıl gösterecek farkını?
Trilyon dolar sahibi, kendisinin milyar dolar sahibinin
1000 katı olduğunu nasıl hissedecek? Sorun var, hem de büyük!
Zengin komşusundan çook daha zengin Arap şeyhi dünyanın
en pahalı arabasını alıyor ama bir bakıyor ki aynısından zengin komşu da almış!
Olacak iş değil, zenginliği kendisininkinden az olan komşusu kendisi ile aynı
arabaya binebiliyor, olmaz olsun böyle dünya!...di mi? Daha pahalısını almak
istiyor ama yok, dünyada o arabadan pahalısı yok.
Ne yapıyor peki? Alıyor o en pahalı arabayı ve altın
kaplatıyor, tamponlara da elmas taşlar koyduruyor…
Konu dağıldı gibi görünüyor ama dağılmadı…mesele “var
hissetme” meselesidir.
İnsanın var hissetme yöntemi, kendi dışındaki “şeyler”
üzerine kurulu ise….kendisinin ne olduğu, nelere sahip olduğundan ibarettir,
mülkiyeti kadardır varlığı. O kişi ne kadar çok şeye sahipse o kadar büyüktür. Sahip
olmak yetmez, var hissetmek için o sahip olma halinin dışarıdan belli olmasını
da ister…çünkü dedim ya, bu kişi varlığını kendi dışındaki şeylerde arar.
Kendisini başkalarının gözlerinde arayan zavallı
nekrofillerdir bunlar!
Neden nekrofil dedim bu kişilere?
Var hissetmek için lüks arabasını altın kaplatan kişinin
kendisini var hissetmek için kullanacağı asıl yöntem başkalarının kaderlerine
müdahil olmaktır. Issız adada kamyon kadar elmaslarınız olsa ne olur ki, o
elmasların tahakküm etmeye yaraması gerekir, yoksa adi taştan farkları kalmaz. (Candide romanında vardı böyle şeyler.)
Yönetmek, tahakküm etmek, belirlemek ister bu kişi.
Uşağı zaten sözünden çıkmaz, onunla ilişkisinde % 99.9
etkin olmayı zaten başarmıştır…ama gider borsada numaralar çevirerek komşusunu
batırmaya da çalışır bu kişi. Müdürlerini transfer eder, şirketine fitne sokar, piyasayı kırar müşterilerini ele geçirir, aile düzenini baltalar, elinden geleni yapar. “Kıskançlıktan yapıyor” diye
basitçe açıklayabiliriz ama aslında yapmaya çalıştığı şey insanların
kaderlerini belirlemektir. (Walmart)
Kısacası kaderleri yazan olmak ister, yani tanrı!
Kaderini belirlediği kişi ne kadar büyükse de o kadar çok
tanrıdır!
Ne kadar çok kadere ne kadar çok etki edebilirse o kadar karşılanmış
olur tanrı kompleksi.
Konforun değil ama lüksün kaynağı da nekrofilyadır.
İnsanın eşya ile ilişkisi pek çok gerçeğe aynadır. Sadece
lüks değil, her türden anlam yüklenmiş eşya nekrofilya alametidir. Yani sadece altın
kaplama Mercedes değil, kitaplar bile nekrofilya objesi olabilir.
İnsanlara “bir kitap kurdu” falan diye Instagram hesabı
açtıran “kitap sevgisi” de nekrofiliktir yani… çünkü kitap da eşyadır!
Kitap eşyadır, ölüdür, ölü eşyaya duyulan aşksa
nekrofilyadır…ama kitabın içerdiği
fikirler canlıdır, hürmet canlı düşüncelere olmalıdır, mülkiyete geçirilmiş ölü
selüloza değil!
Fikirler canlıdır çünkü tartışmaya ve üremeye açıktırlar.
Aradaki fark çok incedir, hürmet zarfa değil mazrufa
olmalıdır, kitabı özellikle örnek olarak verdim, “kitap bile” demek istiyorum
çünkü… marka giysiler, pahalı takılar, arabalar için neler söyleyebileceğimi kitaptan
pay biçerek tahmin edebilirsiniz.
Eşyalar bize hizmet ettikleri müddetçe, bize hizmet
ettikleri kadar değerliler ve ekstra bir anlamları falan yok, yersiz anlamlar
yüklemek, eşyalardan statü beklemek nekrofilyadır.
Sadece kendi gibi zengin çocuklarının giyebildiği afili
markalı ayakkabının fiyatı aşırı düşer de fakirler de o ayakkabıyı giyebilir
hale gelirse…depresyona girer zengin çocuğu. Ve bir daha o marka ayakkabı
giymez.
Rasyonel olmayan otorite kurma isteğinin, tahakküm etme
isteğinin kaynağı nekrofilyadır.
(Rasyonel otorite: varlığı bir faydaya hizmet eden
otorite. Öğretmenin öğrenci üzerinde otoritesi olmazsa eğitim zarar görür,
öğretmenin otositesi rasyoneldir, işe yarar ve artık gerekmediği zaman otomatik
olarak ortadan kalkar.)
Aslında gereği yok iken….yani yayılınabilecek geniş topraklar
mevcut iken 200 katlı gökdelenler dikmek de nekrofilyadır. Abd’de 1930’larda
çok modaydı gökdelen ama tatmin olmuş olmalılar ki “en yükseği”ni daha da
yükseltmekten vazgeçtiler. Empire States uzun yıllar en yüksek bina rekorunu
elinde tuttu, bugün rekor Dubai’de, 2 numara Çin, 3 numara Suudi Arabistan’daymış.
(Bkz. nekrofilyanın dünya seyahati)
Nekrofilyayı anlamak için anahtar kelime: tahakküm.
Kul her şeyi planlar, hesaplar, yıllarca çalışır çabalar
ve tam bir eser bir meydana getirdiği anda…tanrı bir depremle eserini yerle bir
eder. Tahakküm budur. Mutlak tahakküm edici, kaderi bizzat yazandır.
Babasının, kocasının, patronunun vs. elinde baskılanmış,
tahakküm altında inim inim inleyen, etkinliği % 5’i hiç geçememiş, kimseye ses
çıkartamayan ezik kişi eline imkan geçerse ne yapar? % 100 tahakküm etmek
ister! Sonradan zalime dönüşen mazlumların zulmü de ekstra kanlı olur!
“İki derviş bir posta sığarmış da iki sultan bir dünyaya
sığmazmış.”
Atasözü
Dervişle sultan arasındaki fark nedir?
Derviş var olmayı kendi içinde arayandır, sultansa varlığını
kendi dışında aramaya programlıdır, yönetme-tahakküm etme hırsıyla
kuşatılmıştır.
Derviş bir lokma bir hırkayla var hissetmeyi başarabilir
ama sultan dünyanın yarısını fethetse kalan yarısı onun içini yakar, bir türlü
var hissetme ihtiyacını tam olarak karşılayamaz.
Çünkü var olmayı yanlış yerde arıyordur!
Kibirle izzet-i nefs aynı köktendir. İkisi de var
hissetme ihtiyacının tezahürüdür. Kibir, varlığını kendi dışında arama işini
abartmış kişilerin içine düştükleri hastalıktır.
Dervişin kibri olmaz çünkü ihtiyacı olan her şeyin kendi
içinde mevcut olduğunun farkındadır.
Batı, nekrofilik bir düşünce yapısına sahiptir. Tahakküm
esasıyla hareket eder. Sahip tanrıdır, köle kul… Avrupa tanrıdır, Afrika kul. Keşfettikleri
her şeye bu gözle bakarlar. Diktatör, dikte etmekten geliyor, Batı dikte etmeye
bayılır, % 100 etkin olmak ister. Dillerini değiştirir, dinlerini değiştirir,
adetlerini değiştirir, altınlarını alır, petrollerini alır.
Doğu düşüncesi ise biyofiliktir, yani yaşam severdir. Tahakküm
etme imkanı olsa bile etmemeyi seçer, karşılıklı etkileşimi sever.
Dünyanın okyanus aşan ilk gemilerini 15. yüzyılda Çinliler
yaptı ve o gemilerle dünyayı dolaştılar. Kesin Amerika’ya da gitmişlerdir bence
de delilim yok. Bir sürü askerle yüklü büyük bir gemi filosundan bahsediyorum,
pek çok bilinmeyen toprağa adım attılar. Peki ne yaptılar? Hiç… keşfettiler,
örnekler topladılar, zarar vermediler, oraların halklarına Çin hakanının
büyüklüğünü anlattılar, ileri teknoloji ürünü Çin eşyalarını gösterdiler…sonra
geri geldiler. Sömürmeyi, tahakküm etmeyi, oraların dilini-dinini değiştirmeyi
düşünmediler. Şimdilerde nekrofilya devine dönüşmüş Çin, o zamanlar biyofilya
deviydi.
Kadim Doğu öğretileri de hep bu esas üzerine kuruludur,
evrenle birlikte akmak, ahenge ulaşmak, huzuru bulmak…temel dertleri, temel
öğretilerinin özeti bunlardır.
Meditasyon…insanın varlığı kendi içinde aramasından başka ne
ki?
Kızılderililer coğrafi olarak batıdadır fakat
kafaları fena halde doğuludur. Bir bitkiyi kökünden söktüklerinde toprakta
oluşan oyuğa tütün bırakırlarmış. Bitkiyi sökerek toprağı yaraladıklarını
düşünürlermiş çünkü ve yaranın iyileşmesini hızlandırsın diye tütün
bırakırlarmış. (Yaptıkları bilimsel olarak da doğruymuş, tütün toprağın kendini
toparlamasını hızlandırıyormuş.) Bir manada doğaya bir teşekkür o tütün, bir
karşılıklılığın ifadesi.
Batı ise doğaya da tahakküm eder, aldığının yerine bir
şey vermeyi ise aklından bile geçirmez!
İslam da coğrafi
olarak tıpkı Musevilik-Hristiyanlık gibi batı dinidir fakat kafa yapısı doğuya
çok daha yakındır.
Musevilik fena halde nekrofiliktir çünkü kendilerinin
özel olduğu, diğer insanların kendileri için nimet olarak yollandığı yolunda
öğretileri vardır. Kendileri tanrı yani, Musevi olmayanlar kul.
Hristiyanlık da nekrofiliktir. Kiliselerin, şapellerin
köşeli ve görkemli yapısı bile tek başına o tahakküm etme arzulu bakış açısını
anlamaya kafi…ancak ruhbanlık sistemi nekrofilyayı göstermesi bakımından çok
daha etkili. Papa, onlara göre tanrı’nın yeryüzündeki vekilidir, onun sözü
tanrının sözü gibidir. Peygamberlerini de tanrının direkt oğlu olarak mütalaa
ederler, teslis inancı da ciddi nekrofiliktir.
Şimdiye kadar tek bir kez bile Allah demedim hep tanrı
dedim çünkü kastım hep “tanrı”ydı. Tanrı cins isimdir, insanlık tarihinde pek
çok tanrı da mevcuttur malum…tanrı derken bir varlığı değil bir düşünceyi kast
ettim hep.
İslam mimarisi köşeli değildir, yumuşak hatlıdır.
İslam peygamberi hayatında hiç el öptürmemiş. Bir meclise
girdiğinde sahabenin ayağa kalkmasını yasaklamış. Hayatında hiç zekat vermemiş
çünkü sadaka vermekten zekat verecek kadar zenginliğe hiç ulaşamamış… Elini öpmek
isteyenlere “Hristiyanların’ın Hz. İsa’ya yaptığını bana yapmayın, beni
putlaştırmayın, benim de sizin gibi fani bir insan olduğumu unutmayın.” demiş.
Sonra “eşinizle cima etmeden önce oynaşınız.” demiş… yani direkt ön sevişmeyi
tavsiye etmiş, kadının zevk almasının ayıp karşılandığı feodal kültürün İslam’la
zerre alakası yok yani!...ama tensel teması hoş karşılamayan katı Püriten ahlakıyla
ilişkisi doğrudan!
Evcil kuşu ölen 10 yaşında bir çocuğa taziye ziyaretine
gitmiş.
Yani İslam karşılıklı etkileşimi benimser, yüceltir.
Tahakkümü sevmez. Dahası insanın insana tahakkümünde şirk görür, çünkü kulluk
sadece Allah’adır, kula kulluk şirktir.
İslam lüksü de sevmez. Konforla problemi yoktur ama lüksü
sevmez.
İslam her türlü aşırılığa, fanatikliğe karşıdır. İbadetin bile aşırısını
sevmez. Peygamber’in Medine’deki bir mescitte yatıp kalkan, sürekli ibadet eden
3 genci mescitten neden çıkarttığını iyi anlamak lazım.
Yani açık açık “nekrofil olmayın biyofil olun” diye bir
hadis yok ama…Hz. Muhammed her türlü sözü ve tavrıyla nekrofilyayı lanetlemiş,
biyofilyayı yüceltmiştir.
Bugün 600 sel Mercedes’lerle gittikleri yerlerde
insanlara kanaatin faziletlerini anlatan, insanlara el, etek, ayak öptüren şeyhler,
hocalar vs. benim konum değil…ancak şu noktaya dikkat etmek gerekir ki onların
hiçbiri peygamber değil!
Nekrofille biyofil arasındaki en temel farklardan biri de
biyofilin empatiye, nekrofilin öğretmeye programlı oluşudur.
Nekrofil sürekli anlatır, nasihat eder, öğretmeye programlıdır, biyofil ise hep anlamaya çalışır.
Nekrofil kendini dayatır ve bu dayatma işinin kılıfı
genelde öğretmek olur. Kim çok nasihat ediyorsa, kim sürekli doğru yolu
gösteriyorsa…ona dikkat etmek gerekir. Kendisi rasyonel otoriteyi kullanan iyi
niyetli bir öğretici de olabilir, kendini dayatan bir nekrofil de. Bu ikisi
arasındaki farkı anlamak bazen imkansızlaşır çünkü her iki kimliği üzerinde
taşıyabilir öğretici kişi.
Söz gelimi çok üstad bir cerrahın öğrenci yetiştirmesinden
doğal ne olabilir? Ancak öğrenci yetiştirerek dünya için çok hayırlı bir iş
yapan cerrah o öğretme işini yaparken aynı anda tanrı kompleksini öğrenciler
üzerinden tatmin ediyor da olabilir…bu ikisi birbirine karışık çalışır ve
ayırmak imkansızdır.
Ya da “siz hala anlamadınız mı?” diye bağrınan Cumhuriyet
bekçileri…. Açıklamaya bile gerek yok, “siz hala anlamadınız mı?” diye başlayan
bir diskurun biyofil olma ihtimali var mıdır? Yoktur. Çok net bir kendini
dayatmadır, adı “halka rağmen halk için”dir.
Peki “halk” kelimesini en çok yücelten ve en çok kullanan
sosyalist söylemler? Yıllarca halk için en iyi yönetimin Sosyalizm olduğunu “lümpen,
goşist, komprador” gibi kelimelerle anlatma çabası içine giren halk
kurtarıcıları…”halka rağmen halk için”ci değiller midir? Gayeleri halkın
kurtulması mıdır yoksa kendilerini halkın bilmediği ama en iyisini kendilerinin
bildiğine inandırma çabaları mıdır? Kendilerini halkın üstünde konumlandırabilmek
için kendilerini halka dayattıklarının farkında bile değildiler…sıfır empati!
Yoksa azıcık empati kurmuş olsalardı tarla süren çiftçiye içinde “komprador”
kelimesi geçen cümleler kurarlar mıydı?
İslam tebliğcileri de bu kapsamın dışında değil…adam sen namaz kılasın diye pek
çok “fedakarlık”ta bulunuyor, ağzından giriyor burnundan çıkıyor…neden? Sana namaz
kıldırmayı başarırsa senin kıldığın namazdan payı olacak çünkü, cennette bir
köşkü daha olacak senin namazlar sayesinde…hani Allah rızası, hani samimiyet,
hani empati?
İrşat edecek mürit arayan bir mürşit namzedi…nekrofilyanın
etkisindedir!
Konuşarak değil göstererek yaparsın, kendini dayatarak
değil örnek teşkil ederek atarsın kendini ortaya…sorana anlatırsın, bildiğin kadarını
anlatırsın, Allah rızası niyetinden milim sapmadan yaparsın her yaptığını… o
zaman gerçek bir payın olur başkasının ibadetinden!
Oruç tutmadıkları için insanları döven oruç tutuculara
ise söyleyecek sözüm bile yok…
Nekrofilin en yaygın kendini dayatma kılıflarından biri
de yardım etmektir.
Yardım tabi ki pek güzel bir şeydir… eğer empatiden
besleniyorsa!
Sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi düsturunun kaynağı
tam da budur. Mümkünse yardım gören bile kimin yardım ettiğini bilmemelidir.
(Bkz. sadaka taşları) Eğer yardım eden kişi yardım ettiği kişiyle teşrik-i
mesai arzusundaysa, yardımı konu edip konuşası varsa, sonu gelmez teşekkürler
dinlemek istiyorsa…olan şey tanrı gibi hissetme isteğinin karşılanmasıdır.
Oryantalizm: Yakın ve Uzak Doğu toplum ve kültürleri, dilleri ve halklarının
incelendiği batı kökenli ve batı merkezli araştırma alanlarının tümüne verilen
ortak ad. (Kaynak: Vikipedia)
Batı, Doğu’yu incelerken doğuluya hep “öteki” gözüyle
bakar, bakışı üsttendir, empati kurmaz. Bu oryantalistlerin babası da Marco
Polo’dur.
Zengin kocaları kendilerine bolca hizmetçi tuttuğu için lüzumundan
fazla boş vakte sahip “leydi”lerin kendilerini hayır işlerine vakfediş şekli…genellikle,
büyük oranda…nekrofiliktir. Yardım ettikleri kişilere bakışları da
oryantalistçedir. Kamera karşısında “yardım eden yüce kişi” sıfatının verdiği yücelikle
kasıldıkça kasılan yardımsever ablaların bende tiksinti yaratması sebepsiz
değil... yardım etmek için yardıma muhtaç kişi arayan, tanrı gibi hissedebilmek
için kendine kul arayan nekrofil tanrı adaylarıdır onlar.
Bununla beraber tamamen empatiye ve merhamete dayanan
hislerle insanlara yardım eden kişiler de elbette ki var, genellemek çok büyük
hata olur. Bu gerçek insan severlerin sesi pek çıkmaz, adlarının bile bilinmiyor
oluşu son derece normaldir. Allah onlardan razı olsun.
Sadaka taşları Osmanlı döneminde camilerin, külliyelerin
kuytu köşelerine konumlandırılmış ağzı açık sandıklardır. Dileyen gelir para
atar, dileyen alır. Para atanlar kimse görmesin diye genellikle gece geç vakit
kimsenin olmadığı saatlerde gelir para atarlarmış. Veren-alan birbirini görmez,
kimin ne kadar aldığı-attığı bilinmez. Ve en mühimi de…sadaka taşlarının içinde
her zaman para olurmuş, kimse ihtiyacından fazlasını almazmış çünkü. Bugün
artık yoklar, son bir tane Üsküdar’da kalmış diye biliyorum ama aktif değil
elbette ki.
Sadaka taşı sistemini yüzyıllarca çalışır halde tutan
terbiye tasavvuf terbiyesidir. Tarihin gördüğü en kozmopolit toprak olan Anadolu, hiç
kimseye yar olmayan kahpe gibidir …ve 1000 yıldır bize teslim olmasına
sebep de bu terbiyedir, Anadolu’ya tarikatlarımızla kök saldık, onların
terbiyesiyle terbiyelendik. Bugün kocaman siyah makam arabalı şeyhleriyle amacından
çok uzaklara savrulmuş, suistimale müsait odaklar haline gelmiş, pop kültürün
esiri olmuş tarikatlar aslında Anadolu’ya tutunma şeklimizdir, en öz
terbiyemizdir.
İçi boş nostaljiler peşinde değilim…ancak bizim gibi
biyofil bir medeniyetin bugün nasıl pop kültürün esiri nekrofil bir topluluğa
dönüştüğünü anlamak için tarikatların değişimini takip etmek iyi bir yöntemdir.
Nasihatte hem öğretme hem yardım var, bu haliyle ekstra
dikkat edilesi durumdur nasihat…
Son bir örnek…
Hayvanlara eziyet eden, merhamet göstermeyenleri gerçek
insandan saymayabiliriz, hiç itirazım olmaz.
Fakat hayvan sevgisini abartmışların bu sevgilerinin
kaynağı da nekrofilyadır!
Evcil hayvanına insanmış gibi, çocuğuymuş gibi
davranmanın nedeni tanrı olabilmek için kendine kul aramaktır. İnsandan kendine
kul yapamıyor, hayvanı kul yapıyor. Sosyal medya bu hastalıklı düşüncenin
örnekleriyle dolu.
Ölçüyü
ne tarafa doğru kaçırırsanız, sizi o tarafta bir sapkın düşünce bekliyordur.
Herkes…eşyalarla, hayvanlarla, insanlarla, fikirlerle ilişkisine
dikkat etmeli. Dikkatli bakınca o sadece seri katillerde var olduğunu
sandığımız nekrofilyayı aynada çok kolay görebiliriz…ama dediğim gibi dikkatli
bakmalıyız ve ayna siyah olmamalı! (Bkz. Black Mirror dizisi, bakmayın sadece
izlemediyseniz kesin izleyin)
Şu ana dek blogda yazdığım en uzun yazı hangisiyse, bu
yazı onun 2 katından fazladır kesin…buraya kadar sabırla okumayı başardıysanız
kendinize bir iyilik yapın ve daha önce okumadıysanız Viva la muerte’yi muhakkak
okuyun.
(“Okuyun” derken kendimi dayatmıyorum, kardeşçe bir
tavsiye sadece J)