Hazırlık falan yok, direkt dalıcam mevzuya.
Kendini değerli hissetmeyen insanla uğraşmak, sonunda
zarar edilen bir alış veriştir ve zordur.
Şöyle ki; kendini değerli hissetmeyen kişiye değer
vermeniz sizi değersiz olarak algılamasına-addetmesine yol açar. Bilinç altı “bana
değer verdiğine göre demek ki benden daha da değersiz.” mealinde cümleler üretir.
Bilinç bu cümlelerin farkında bile olmaz zira kişinin kendine düşük değer biçen
yerleri bilinç üstüne değil de bilinç altına yuvalanmıştır. Bilinç farkında
olmaz ama etkilenir. Bir sonraki aşama şımarmadır, kendine düşük değer biçen
kişi değer görürse şımarır.
“Kaçan kovalanır.” prensibinin çalışması tam böyledir. Kaçmak,
ilgi göstermemek, değer vermemenin ifadesidir. Deminki cümlenin tam tersi söz
konusu olur o zaman, “bana değer vermediğine göre, yüzüme bile bakmadığına göre
demek ki çok değerli.” Yakala!
Kendine değer
vermekle kendini önemsemek çok karıştırılır. Özellikle son yıllarda
pompalanan toplumsal narsisizmin neticesinde kendisini aşırı önemseme hastalığı
salgın gibi yayılmakta. Bunun nasıl olduğu uzun hikaye ama anlaşılması önem arz
eden konu şu ki; kendini aşırı önemseme hali giderek yaygınlaşmakta iken
kendini değerli bulmak konusundaki zafiyet artmakta.
Kendini önemsemek doğrudan kaygıdır. Bırakın gelecek
kaygısını, hafta sonu planının tıkır tıkır işlememesi ihtimali bile insanları
deli ediyor. “Ben her şeyin en iysine layığım çünkü ben prensim-prensesim.” Bu
cümle kendine değer veren birinin cümlesi değil, kendini lüzumundan fazla
önemseyen birinin cümlesidir.
Kendine yeterince değer veren insanın tevekkülü çok olur,
yeterince değer vermeyip aşırı önemseyeninse az olur. Tevekkül demişken…doğu
mistisizminin temel doktrini olan kainatla birlikte akma, dengeye erişme
meseleleri tevekkülün yeterli ölçüye ulaşmasından başka bir şey değil…bana
göre.
Kendini önemseyen insan değerini başkalarının
gözlerinde-sözlerinde arar. Kendisini gerçekten değerli bulan insan ise
değerini kendi içinde arar ve bulur.
“Asiller şımarmaz.” dedikleri budur. Asil dedikleri
kendisini gerçekten değerli hisseden insanlardır. Ona değer verirseniz poposu
kalkmaz, değersiz hissettirmeye çalışırsanız sizi umursamaz. Çünkü bu sağlıklı
kişi kendi değerini başkalarının sözlerinde değil kendi içinde arar. Ne övgülerle
gaza gelir, ne yergilerle demoralize olur.
Çingeneyi padişah yapmışlar önce babasını kesmiş. İnsanların
kendilerine sağlıklı bir şekilde değer biçip biçmediklerini anlamanın yöntemi
ellerine güç vermektir. Bir insanın kendine değer biçmesi ne kadar
hastalıklıysa , sonradan edinilmiş güç o insanı o ölçüde değiştirir. Çingene dedikleri
eziklenmiş, değersiz hissettirilmiş insandır. Kendi değersizliğine inandırılmış
insandır. Bu insana güç verirseniz o güçle yapacağı şey intikam almak olur. Değersiz
hissetmenin acısını başkalarını değersizleştirerek bastırmaya çalışır.
“Ey gönül, sınanmadığın günahın masumu saymayasın
kendini.”
Kendilerini değerli bulanlar ve bulmayanlar diye iki
çeşit insan yok elbette ki dünyada. Herkeste her şeyden biraz var. Fakat herkes
yukarıdaki genellenmiş şablonun bir yerlerine düşer..ki o düşülen yer de
zamanla sürekli değişir. Bu sebepten gayet kesin-keskin cümlelerle anlattığım
şeylerin dünya üzerindeki tezahürü öyle kesin-keskin falan olmaz, fludur. Ama fikir
verebilir bu şablon.
Çalakalem anlattım, pek analitik olmadı yazı ama böylesi
daha iyi, çok uzardı öteki türlü. Yazıdaki tek mühim şey insanın kendini
değerli hissetmesi ile önemli hissetmesinin farklılığıdır. Değerli hisseden bu
değeri kendi içinde bulurken önemli hisseden bu değeri dışarıda arar. (Övgü
dolu sözler, ünvanlar vs.) Gerçek hayatta herkes bunun ikisini de yapar, mesele
hangisinin ne ölçüde yapıldığıdır.
Değerini dışarıda aramak…”onay beklentisi” diyorlar buna,
yaygın ismi böyle. Öyle ya da böyle herkeste biraz var bundan. Bizi kendimize
hasret bırakan, bize gurbeti kendi içimizde yaşatan şey işte bu onay
beklentisidir.
Yazdığınız tweet ne kadar “süper” olursa olsun yeterince
like almadıysa onaylanmamış hissedersiniz. Türlü ipneliklerle ordan burdan
toparladığınız takipçiler sayesinde yazdığınız abuk subuk tweet’e bir dünya
like almayı başarmış iseniz ise…tebrikler, saçma sapan bir yolda onaylandınız. Duygular
tatmin, ego tavan, kimse alıkoyamaz artık sizi o saçma sapan yoldan.
Merd-i kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş.
Merd-i kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş.
“Başarı”yı kim tarif ediyorsa patron odur. Patron tarif
eder, siz yaparsınız. Yapabilenler başarılı diye övülür, yapamayanlara selam
bile verilmez. Tutunamayanlar romanının tek konusu budur, Atay 1000 sayfa anlata
anlata bitirememiştir bu mevzuyu…ki o zamanlar değil sosyal medya internet bile
yoktu. Şimdi yazsaydı kaç sayfa olurdu acaba o roman? Belki de hiç yazmazdı.
Yalan söyleme alışkanlığından bahsetmezsem yazı eksik
kalır. Yalan söylemek insanı ruhundan uzaklaştıran bir şeydir, kendi içinde
gurbeti yaşamak dediğim şey işte. Değer-önem konusunda yalan söyleme
alışkanlığı turnusol kağıdı gibidir. Kendini gerçekten değerli bulan insan
yalan söylemekten rahatsız olur, bunu kendine yakıştıramaz çünkü yalan söylerse
değerinin düşeceğini düşünür. Bunu başkalarının bilmeyecek olmasını da
önemsemez, kendi değerini kendi içinde bulduğu için yalan söylediğini
kendisinin biliyor olması yeterlidir. Çok zorda kalmadıkça yalana başvurmaz bu
yüzden. Dışarıdan önemli gibi gözükmekten daha önemlidir bu kişinin kendisi
hakkında neler düşündüğü. Kendisine yetersiz değer biçip kendisini aşırı
önemseyen insanın hayatıysa yalanlarla doludur. Samimiyeti yoktur, seviyormuş
gibi yapar, üzgünmüş gibi yapar, saygı gösteriyormuş gibi yapar. Gerçeğin böyle
olmadığını biliyor olmaksa onu etkilemez, çünkü zaten değersiz olduğunu
düşünür, yeter ki dışarıdan bakan gözler onu derli toplu görsün, bu ona yeter. Koca
bir hayatı koca bir yalan şeklinde yaşamak mümkündür bu insanlar için. Bunların
bilimsel adları nedir bilmiyorum ama piyasa adlarıı “yavşak”tır.
Yavşaklar haz bazlı yaşarlar ve şanslıdırlar çünkü “anlam”
kelimesi onlar için çok fazla bir şey ifade etmez. İçleriyle irtibatları zayıf
olduğu için acıyı fazla hissetmezler. Ayn Rand bunlara “elden düşme ruhlar”
der.
“Gerçek ruhlar” ise şanssız zannedilir çünkü acı bir
şekilde hayatlarında hep vardır. Öyle değil
aslında tam olarak…acı hep var, herkes için var. Ama gerçek ruhlar çok hisseder,
elden düşme ruhlar az hisseder. Aradaki fark bundan ibaret. Boşuna dememiş
Goethe “dünya hassas kalpler için cehennemdir.” diye. Kalp falan değil mesele,
anlam bazlıysan acıdan nasibin çoktur, haz bazlıysan azdır. Annem de “dünya
arsızla hayasızın” derdi hep. Annemle Goethe hemfikir :)
Serçe mi arıyorsunuz? Aha!
Acı konusunda kafam karışık; ama biliyorum ki insan her daim gidip gelmededir bu konuda. Temel ayrımı yani acının kaynağını iyi tespit etmek şart.
YanıtlaSilSidarta zaten sadece bu acıdan kurtulmak istedi.
Keza Rumi de bundan bahsetmemiş miydi? Dinle, bu ney neler hikâyet eder, ayrılıklardan nasıl şikâyet eder. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan erkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir.
"Temel ayrımı yani acının kaynağını iyi tespit etmek şart. " demişsin zaten. Sonra da kamışın kamışlığa duyduğu hasret kaynaklı acıdan bahsetmişsin. Bahsettiğim o acı değildi.
YanıtlaSilBahsettiğim kamışın kendisine hasreti. Acıya duyarlı olanlar bu hasretin acısından kaçınabilmek için yalandan uzak durmaya çalışıyor ama acıyı hissetme kaabiliyetinde oldukları için bir şekilde acıya uzak kalamıyorlar. Ayn abla bu türü bize Roark'un şahsında anlatıyor. Yahya kemal çok meyus karakterli bi adamdı ki hayatı muazzam bir itibar içinde geçti, derdi neydi? Haşim neden evden çıkmazdı? Goethe de çok rahat bir hayat sürmüştür ama acı ona da uzak değildi. Nietzsche'yi hiç demiyorum zaten. Oğuz Atay neden intihar etti? Bunları yere seren acının kaynağı "anlam" kaygısıyla lanetlenmiş gerçek insanlar oluşlarıdır.
Yavşaklarsa bu tür acılardan muaf oldukları için ömürlerini koca bir yalan olarak yaşamakta mahsur görmüyor. Onları acıtmanın tek yolu sahip oldukları "şey"leri ellerinden almaktır çünkü onlar kendi değerlerini o "şey"lerde buluyorlar.
"Temel ayrımı yani acının kaynağını iyi tespit etmek şart. " demişsin zaten. Sonra da kamışın kamışlığa duyduğu hasret kaynaklı acıdan bahsetmişsin. Bahsettiğim o acı değildi.
YanıtlaSilBahsettiğim kamışın kendisine hasreti. Acıya duyarlı olanlar bu hasretin acısından kaçınabilmek için yalandan uzak durmaya çalışıyor ama acıyı hissetme kaabiliyetinde oldukları için bir şekilde acıya uzak kalamıyorlar. Ayn abla bu türü bize Roark'un şahsında anlatıyor. Yahya kemal çok meyus karakterli bi adamdı ki hayatı muazzam bir itibar içinde geçti, derdi neydi? Haşim neden evden çıkmazdı? Goethe de çok rahat bir hayat sürmüştür ama acı ona da uzak değildi. Nietzsche'yi hiç demiyorum zaten. Oğuz Atay neden intihar etti? Bunları yere seren acının kaynağı "anlam" kaygısıyla lanetlenmiş gerçek insanlar oluşlarıdır.
Yavşaklarsa bu tür acılardan muaf oldukları için ömürlerini koca bir yalan olarak yaşamakta mahsur görmüyor. Onları acıtmanın tek yolu sahip oldukları "şey"leri ellerinden almaktır çünkü onlar kendi değerlerini o "şey"lerde buluyorlar.
Sen o kısmı anlamamışsın, kamış ve kamışlık iki ayrı varlık değil, yani oradaki hasret veya acı zaten kendine..
YanıtlaSilAnladım yaa, anladığımı anlamamışsın sen asıl :)
YanıtlaSilYüz yüze konuşalım, burdan zor, görüşmeye de bahane olur hem :)
Anladım yaa, anladığımı anlamamışsın sen asıl :)
YanıtlaSilYüz yüze konuşalım, burdan zor, görüşmeye de bahane olur hem :)
Harika olmuş Hüseyin... nefis.
YanıtlaSilNes
Acidan kacinmanin mumkunlugu üzerine araştırma yapmaktan bir süreliğine vazgeçiyorum:) Ama bir süreliğine. Çünkü aklıma gelen çözümlerin başında evden çıkmamaktan intihara kadar pasif ve aktif bir direniş yelpazesi vardı ama yazıdaki yazarlar ve hayatları üst üste gelince asıl problemin bizzat kendi içinde bir çözüm olduğunu da anladım. Dünya rahat etmek yeri değildir demişti bir arkadaşım düşünen herkes dert eder dert edinir. Bundan sebep telefonumun kapalı olduğu ve çok guldugum çok eglendigim bir vakit sonrası haberlere bakınca aynı gün çatışma olduğu ve ölenler olduğunu öğrenince bir hafta kendime gelememistim mersine gittiğim dönem. Acıya duyarlı olmak çok rezil bir özellik ki daha kucucukken fırat diye bi dizi vardı ben de öyle bakmış bulundum daha beş yaşında filanim. O bölümde gülben ergen boğuldu firatta. Ben üç gün yemeden içmeden hasta hasta yattım:))) Diyemiyorum da kadın boğuldu diye hastalandigimi çünkü biliyorum ki saçma:))) Şimdi kadını her gördüğümde o hastalığım ve o sahne geliyor ve diyorum ki iyikide bogulmadin kadın iyiki de:))) bilinçaltı:) elden düşme ruh olmak tercih edilebilen birşey mi bilmiyorum. Çünkü nijeryadaki cocuklari aklına düşürüp yutkuna yutkuna yemek yemek ya da surdaki o yikintilardan haberdar olup evinde rahat rahat oturamamak yanisi herşey yüzeysel açıdan düzgün ve yolunda olan bir hayatın içinde bile "gerçek ve kalıcı olmadığı için ve ne olursa olsun sahip olunan hiçbirşey bize ait için" rahat olmamak. Huzuru hissedememek. Aşkı ise bu gerçeklik içinde uyuşturucu gibi düşünüp gerçeklikten ve yaşananlardan soyutladigi için sürekli sorgulamak ve de gerçek aşk diye birşey olmadığı için finale ramak kala noktayı koymak derken huzursuzluk ve kendiyle başbaşa kala kala teknik açıdan vardığı yerden bile şüpheyle bir yere varmak mümkün olmuyor. Hem ne gerek var ki:) Düşündükçe başlangıç bir daire üzerinde ve ne kadar çaba harcarsak harcayalim bu sadece başladığımız yere yaklastirmaya yarıyor. Sonuç mutluluktan her zaman şüphe duydum. Hep bi yani bencil bi yani sahte geldi. Ama acı gerçek. Acı gerçekten gerçek. O şüpheyle tadını kaçırdığım hiçbir mutluluğu kendime dert edinmedim ki dert edinmeye meyilliyimdir:)) Ama en azından acisi gerçek:) Yaşamak ve hayatta kalmak arasındaki farki anlamak gibi önemli hissetmek ve değerli hissetmek. Ve sanki hiçbirinin de bir önemi yok gibi. Ne anlattığından ziyade karsindakinin ne anladiginin en önemli olduğu iletişim alani bu mevzular zaten. Konuşamayan duyamayan yazamayan birine işaret diliyle anlatmak gibi. Ne anladığını hiçbir zaman ogrenemezsin. Bu durumda ne anlattiginin da farkında olamıyorsunuz. Karıştı dimi:) Ya da yok gayet net:
YanıtlaSilinsan olmanın ölçüsü empati kurabilmekmiş, daha doğru bir ifadeyle başkalarının acısını hissedebilmek. ne kadar hissedebiliyordsan o kadar insansın yani. bu tarifte ittifak var.
YanıtlaSildeliliğin tarifi de gerçeklerle bağlantısını koparmak şeklinde ama bu tarifte ittifak olduğunu söyleyemeyiz.
şizofreninin sebebi kesin olarak bilinmiyor, kesin bir tedavisi de yok. fakat bir kitapta şizofreninin sebebinin yeterli riyaya sahip olamamak olduğu söyleniyordu. yani şizofrenler "lüzumundan fazla gerçek" insanlarmış.
bu 3 tarif alt alta konduğunda çelişki ortaya çıkar. ya da çıkmaz...ben anlamıyorumdur.
medenileşmektikçe insan doğamızdan uzaklaşıyoruz. doğalarına en yakın yaşayan insanlar şu ilkel kabilelerde yaşayanlar yani. doğasına yakın yaşamak mı iyidir medenileşmek mi? "iyi" ne ki?
yalnız aşk uyuşturucu falan değildir, o her şeyi kapsar. insan doğamızın en has tezahürüdür. "her ne var alemde aşk içre imiş, ilm bir kıyl-ü kaal imiş ancak" sözü boşa değil. cennetten kovulmakla başlıyor her şey.
mutluluk da öyle peşinden koşulacak bir şey değildir, geçici neşe hallerinden başka bir şey değil. mutlu olmak yok mutsuz olmamak var. asıl mutluluk uyuşturucudur. ruh koptuğu parçanın hasretindeyken insanın kendisini mutlu hissetmesi ancak mutsuzluğu hissetmemesi olabilir. uyuşturucu devrede yani. ha, insan doğasına uzakta bir yaşam mümkün kılınabilmişse o zaman mutluluk kişiye uzak olmaz, sürekli bir uyuşturucu etkisi altında olmak gibi...
yani mesele basit aslında, ne istiyorsun? insan olmak mı mutlu olmak mı? bu bir tercih değil tecelli şeklinde ortaya çıkar. ikisinin arasında bir yerlerde konuşlanırız ki koordinatlarımız zamanla değişiklik gösterir.
benimki hakikaten karışık oldu...konu başlıklarını söylüyorum sadece. bir de cevaplardan değil sorulardan bahsediyorum. beni bi 15 dakka serbest bıraksan konuşarak anlatırım derdimi (sanırım) ama böyle yazarak zor :)
velhasılı...bilmiyorum. :)
insan olmanın ölçüsü empati kurabilmekmiş, daha doğru bir ifadeyle başkalarının acısını hissedebilmek. ne kadar hissedebiliyordsan o kadar insansın yani. bu tarifte ittifak var.
YanıtlaSildeliliğin tarifi de gerçeklerle bağlantısını koparmak şeklinde ama bu tarifte ittifak olduğunu söyleyemeyiz.
şizofreninin sebebi kesin olarak bilinmiyor, kesin bir tedavisi de yok. fakat bir kitapta şizofreninin sebebinin yeterli riyaya sahip olamamak olduğu söyleniyordu. yani şizofrenler "lüzumundan fazla gerçek" insanlarmış.
bu 3 tarif alt alta konduğunda çelişki ortaya çıkar. ya da çıkmaz...ben anlamıyorumdur.
medenileşmektikçe insan doğamızdan uzaklaşıyoruz. doğalarına en yakın yaşayan insanlar şu ilkel kabilelerde yaşayanlar yani. doğasına yakın yaşamak mı iyidir medenileşmek mi? "iyi" ne ki?
yalnız aşk uyuşturucu falan değildir, o her şeyi kapsar. insan doğamızın en has tezahürüdür. "her ne var alemde aşk içre imiş, ilm bir kıyl-ü kaal imiş ancak" sözü boşa değil. cennetten kovulmakla başlıyor her şey.
mutluluk da öyle peşinden koşulacak bir şey değildir, geçici neşe hallerinden başka bir şey değil. mutlu olmak yok mutsuz olmamak var. asıl mutluluk uyuşturucudur. ruh koptuğu parçanın hasretindeyken insanın kendisini mutlu hissetmesi ancak mutsuzluğu hissetmemesi olabilir. uyuşturucu devrede yani. ha, insan doğasına uzakta bir yaşam mümkün kılınabilmişse o zaman mutluluk kişiye uzak olmaz, sürekli bir uyuşturucu etkisi altında olmak gibi...
yani mesele basit aslında, ne istiyorsun? insan olmak mı mutlu olmak mı? bu bir tercih değil tecelli şeklinde ortaya çıkar. ikisinin arasında bir yerlerde konuşlanırız ki koordinatlarımız zamanla değişiklik gösterir.
benimki hakikaten karışık oldu...konu başlıklarını söylüyorum sadece. bir de cevaplardan değil sorulardan bahsediyorum. beni bi 15 dakka serbest bıraksan konuşarak anlatırım derdimi (sanırım) ama böyle yazarak zor :)
velhasılı...bilmiyorum. :)