27 Kasım 2015 Cuma

EMPATİNİN YİTİMİ


Şöyle bir kitaptır. Beni fena halde sarsan-sallayan kitaplardandır, tekrar okunasıdır.

Kitabın anlattığı tek bir şey vardır: insan bir zamanlar kurban olduğu gerçeği ile yüzleşmemek için kendine yeni kurbanlar arar.
Türlü farklı örneklerle pek çok şey anlatıyor Arno Gruen ama aslında anlattığı hep bu cümledir, koca kitabı tek bir cümleyle özetlemek mümkün.

İnsan olmanın ölçüsü empatidir, başkalarının acısını hissedebildiğimiz ölçüde insanızdır. Başkalarının acısına biganeleşen, sadece kendi acısına konsantre insanda bazı kısa devreler, irtibatsızlıklar söz konudur ve bu arızalar doğuştan değildir, travmatik sebepleri vardır.

Burada anlaşılması gereken, insanın bir zamanlar kurban olduğu gerçeğini değiştirmeye değil, bu gerçekle yüzleşmemeye çabaladığıdır. Çok eski tarihlerde açılmış ve aralıksız acı veren bir yaranın acısını hissetmemek için sürekli morfin aramak gibi bişi bu, yarayı iyileştirmeye yönelik bir çaba yoktur, bütün çaba-arayış ağrı kesiciye yöneliktir…ki teorik olarak iyileşebilen bir şey değildir o yara.
İntikamın deniz suyu içmek gibi olduğu gerçeğine de göz kırpan gerçekler bunlar. Bkz. Memento filmi.  http://www.imdb.com/title/tt0209144/?ref_=nv_sr_1

Yaranın iyileşebilmesine yönelik faaliyetler affetmekte yoğunlaşır, çok önemlidir affedebilme yeteneği bu sebepten... ama burada dikkat edilmesi gereken insanın içinde var olan affetme yeteneği ölçüsünde affetmesi gereğidir. Affedemeyeceği bir şeyi affetmeye zorlamamalı insan kendini, bu içeride karşılığı olmayan affetme muhakkak bir yerden patlak verir. Rahmeti sonsuz olan sadece Allah'tır, O'nu taklide kalkışmamak gerek. Bkz. Dogville filmi.  http://www.imdb.com/title/tt0276919/?ref_=nv_sr_1

Vakt-i zamanında zarar görmüş insan o zararın acısını hissetmemek için zarar verir durur yani…ama kendine o yarayı açanlara değil, bulabildiği masumlara verir. Babasının kendine verdiği zararı aynen çocuğuna veren ebeveyn gibi. Ama bu sadece bir örnek, kuşaklarca aktarılan bu tarz travmalar yaygın olmakla birlikte başka pek çok travma çeşidi ve baş etme yöntemi var. Aşk acısı mesela ya da bir kişi tarafından kırılan bir güvenin bir daha asla hiç kimseye karşı oluşamaması, zamanında kurban olan kişinin hayatına giren yeni kişilere hep potansiyel kurban gözüyle bakması, zamanında değer verdiği kişinin gözünde değerinin olmadığını öğrenen insanın artık kimseye gerçekten değer verememesi, kullanıldığı düşüncesini travma olarak yaşayanın herkesi kullanmaya çalışması, tekrar kandırılmamak için sürekli kandıran halinde olma isteği vs. Bir zamanlar acı çeken olduğu için sürekli acı veren olma gayreti içinde olma hali…Dönüp dönüp olan şey aynı yani, bir zamanlar kurban olduğu gerçeği ile yüzleşmeme isteği.

Meşum bir zincirdir bu ve uzar da uzar...zaliminiz bir zamanlar mazlumdur ve siz de bir başka mazlumun zalimi olursunuz...ve tüm bunlar acıyı yok etmek için değil, acıyı hissetmemek içindir.


Uzun uzun daha pek çok yazmak mümkün ama kısa keseyim, reklam gibi olsun bu yazı. Benzeri pek çok ticari, abuk subuk kitap var piyasada, okurun hoşuna gidecek türden pek çok yalan yanlışı ardı ardına sıralarlar. Bu öyle değil, gerçek bir liyakatin ürünü samimi bir kitap. Kitabın okuyanda bir farkındalık oluşturabilmesi için, kitaptan layıkıyla istifade edebilmek için biraz potansiyel  gerekiyor yalnız, biraz akademiktir. Lay lay lom okunacak bir kitap da değil, lay lay lom bir kafanın yararlanabileceği bir kitap da değil yani. Ama herkes okumalı bence, çok faideli bir eser.

20 Kasım 2015 Cuma

NAZİRE - 2

Tarih: Şimdisizlik
Yer: Herhangi bir hiç bir yer
Konu: Sonsuzluğu kaybetmek
Konuk: Süleyman


Ayrıntıları getir.
Kazandıklarımız şurda dursun, kaybettiklerimizi hesaba ekle.
Bütün ukdeler aynı kavanozda durmasın, yorgundurlar.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman hayalini kışlıkların yanına kaldıralım. “Kışlıklarımız yok” deme, varlar! İtliklerimiz de var, onları da getir.
Biraz sonbahar, biraz mahcubiyet hissi, azıcık da keder…tam şurada dursunlar…lütfen kalbime yakın durmasınlar.
Duracaksa aklım dursun, biraz da kalbim dursun.
Saatler durmasın ama…Her şey dursun ve lütfen herkes uyusun.
Öteki ayrıntıları da getir hadi, onlar da hiç bir yerde dursun.
Bir hayal kurdum, fotoğrafını çekmeli henüz kırılmamışken, gelirken makineyi de getir.
Bir de taksi çağır benim için, gideceğim. Hayır sual sorup durma sadece gideceğim. Giderken de hatırlat, alayına söveceğim.
Koca bir yorgan büyüklüğünde bir uyku saklamıştım, onu da götüreceğim.
Telaşlı bir yağmur hazırlığındayım, öyle mehtabın yaldızladığı bir deniz kenarı falan olmayacak, sicim gibi bir yağmur alt tarafı.
Bir de sonsuz bir deniz tasarlamıştım ama koyduğum yeri unuttum.
Sustu mu onlar? Tamam sussunlar.
Neydi o hani revolverli, çocuklu, yürekli şey, nehir de vardı? Siktiret boş ver.
Işıkları da boş ver şimdilik tamam mı, mahzundur şimdi onlar, uyusunlar.
Ben de uyuyayım biraz, biraz da her şey uyusun. Kimse de duymasın bunları…ya da duysun.
Giderken kendini götürmemek fikri de süpermiş bak, lütfen g.tüne sok!

Bütün her şeyi bir sandığa sığdırmak mümkün biliyor musun Süleyman? Yeter ki kapağı olsun. Bir de kilit gerek.


Meraklısına not: http://siir.sitesi.web.tr/attila-ilhan/suleyman.html

11 Kasım 2015 Çarşamba

BEKA

Yol filminde Tarık Akan'la Halil Ergün arasında muhteşem bir konuşma geçer. Aynı hapishaneden izinli çıkmıştır ikisi de, trende karşılaşırlar. Hal hatırdan sonra:
T.A. : Gardaş sen okumuş adamsın, bilirsin, sana bir sualim olacak.
H. E. : Buyur gardaş.
T. A. : Bir insanın aklı kendine düşman olabilir mi?
H. E. : Nasıl yani, anlamadım.
T. A. : Benim aklım bana düşman.

İzmir'de sinemada izlemiştim bu filmi ilk. Tarık Akan'ın "nasıl yani?"ye karşılık verdiği cevap  bünyemdeki cümle sinir uçlarını teyakkuza geçirmişti, koltuğa yapışmıştım. Çok gerçek bir çaresizliğin ifadesiydi söyleme şekli, bir belagat harikası.
"Nasıl yani?" ye karşılık kavramsal bir açıklama yapmıyor ki  aklı  bu çeşit açıklamalara uygun soyut düşünme yeteneğinden yoksundur, o sadece kendini  bilebilir, sadece somut düşünebilir, örnek olmadan anlatamaz...ve örnek diye kocaman bir çaresizlikten ibaret olan kendini  koyuveriyor orta yere. Derdini de söylemiyor...söylenebilecek gibi de değildir zaten derdi, filmin sonunda öğreniriz. Fenadır!

Aklı kendine düşmandır çünkü bünyesi inkar yeteneğinden yeterince nasipli değildir. Ona yetecek miktarda  inkar aklında mevcut değildir.  İnkar, hayatta kalmak için bize lazım olan, çok mühim, aşırı mühim bir araçtır, bizi çıldırmaktan korur. Lazım olduğunda elde yeteri kadar olamadığında da Tarık Akan gibi duvar diplerine çöker cigaralar içersiniz. (Filmin başındaki o cigara içişine hasta olmuştum.)

Araba için benzin ne ise  insan  için inkar odur. Sarf malzemesidir yani inkar, kullandıkça tükenen bir şeydir.

"Ne benden sana rüku, ne senden bana kıyam,
Bundan sonra selamunaleyküm, aleykümselam."
Bu beyti yazan Fuzuli olduğu için manasına biraz ekstra kafa yormak gerekiyor. Sıradan biri yazmış olsaydı "birine kızmış" der çıkardık işin içinden fakat  Fuzuli sevgilisine cevri az eylemek suretiyle cevri aşırılaştırdığını ve bu aşırılıktan ötürü ölebileceğinden korktuğunu söyleyen, "incinmek olmaz cefalardan" şeklinde bir temel hayat görüşüne sahip sofistike bir deli...olduğu için...ilave bir merak hasıl oluyor "bu adama bunu söyletecek ne olmuş olabilir?" diye.

Ne olduğunu bilmiyorum, olayı bilmiyorum yani ama olan şey inkarının tükenmesidir.  Fuzuli gibi bir dehanın  inkar potansiyeli korkunç yüksek olmalı, işi bu, kendisi zaten yürüyen  bir tecahül-i arif. Böyle iken  O'nun bile tükenebiliyormuş demek ki inkar deposu. Ölçülü kullanmak lazım demek...ama böyle gereklilik kipli cümleleri uygulamak, kurmak kadar kolay olmuyor malum.

Canlıların iki temel itkisi var: beka ve üreme. Üremeyi mecazi olarak bekanın türevi sayarsak tek temel itkimizin beka olduğunu düşünebiliriz.

Hayatta kalmak için inkar mekanizmasını dibine kadar çalıştırmış Fuzuli depodaki inkar bitince ne yapıyor, ölüyor ya da çıldırıyor mu? Hayır, bir diğer hayatta kalma mekanizmasını kullanmaya başlıyor: kaçmak.

Kaçmak, vazgeçmek, feragat etmek...bizi gerektiğinde hayatta tutan çok mühim mekanizmalardır. Bunları kullanmaya başladığınız anda da inkar deposu yeniden dolmuş olur çünkü inkar dediğin şey konu seçer. Limitli olan, bir konu hakkında sarf edilebilecek inkar miktarıdır, toplam inkarda limit yoktur. İnkarda limit aşımına uğrayan konu gündemden kaldırılır, toplam inkar stoğunda ise azalma bile olmaz. Dikkat edilirse burada öfke yok, ( ki öfke kişiliğimizin bekçisidir, öfke de hayatta kalmak için bize lazım mekanizmalardan biridir) olan şey bir yeniden konumlandırmadır. Kıyam-rüku işi bitiyor ama selam aynen devam. İki devletin ilişkilerini maslahatgüzar seviyesine indirmesi gibi. Karşı tarafı daha fazla rencide edecek türden pasif agresif bir tavır söz konusu. Ha bu tavrın beyti de var :)
"Ağyar elemin çekme gönül nafile gamdır,
Hasmın sitemin anlamamak hasma sitemdir."
Bu da yazdıklarından ötürü asılan sivri dilli Nefi'nindi.
Nazım Hikmet öfkesini karıştırmamak ya da saklamak konusunda bu kadar  mahir değil ama:
"Ne ben sana kızarım
Ne de zatın zahmet edip bana küssün..
Artık seninle biz,
Düşman bile değiliz"
O "bile" kelimesini de dişlerinin arasından söylediğinden şüpheniz olmasın :)

Öyle ya da böyle, öfkeli ya da sakin, pasif agresif ya da doğrudan antisosyal bir tavırla...insan her an hayatta kalmaya programlıdır, hayatta kalmayı düşünmeden düşünür. Yıkılan her savunma hattına karşılık yeni bir savunma hattı kurar. Bir gün de gerçekten ölür, bunlara gerek kalmaz :)

Not: Yazı bittikten sonra fark ettim,  2 önceki yazıda da hem Nazım Hikmet'ten hem de Fuzuli'den bahsetmiştim. Bu ikisini bir arada zikretmeyi 2 kez başarmış olmak bilmiyorum başarı mı yoksa tam tersi mi? :)

Not 2 : 127 Hours filmindeki adamın kendi kolunu kesmesini de örnek diye verecektim, aklımdaydı, unuttum. Sokuşturamam da şimdi bir yere. Ama vazgeçmenin nasıl güçlü bir beka tedbiri olduğuna çok yerinde bir örnektir o film. Gerçektir bu arada filmde olanlar, biri gerçekten yaşamış bu muazzam çaresizliği!


Not 3: Bu şimdi aklıma geldi, unutma falan yok, ama o kadar mühim ki eklemesem olmaz! Yahu en süper örnek Genç Werther'in Izdırapları'dır. (Spoiler içerir) Goethe'nin 22 yaşındayken yaşadığı bir imkansız platonik aşkı (kız evlidir) bir kaç yıl sonra yazmasıyla ortaya çıkmış bir  romandır bu. Çok meşhurdur. Ben kitap hakkında hiç bir ön bilgim olmadan hazırlıksız okuyup kafayı yemiştim. (Gençtim) Romanın sonunda Goethe intihar ediyor. Kitap piyasaya çıktıktan sonra Goethe ciddi bir üne kavuşuyor fakat kitap pek çok ülkede yasaklanıyor. Çünkü bu kitabı okuyan pek çok kişi romandaki kahramanın intihar sahnesini bire bir taklit edip gerçekten intihar ediyor. Öyle dehşetli bir romandır gerçekten, 2 kez okuduğum nadir kitaplardandır.
Fakat gerçekte...Goethe 82 yaşına kadar yaşamıştır :) Romandaki pek çok şey gerçektir evet ama romana layık gördüğü finali kendine layık görmemiş...kaçıp kurtulmuştur Goethe! Kaçmak dediğim, o şehirden ayrılmıştır. İyi ki de öyle yapmıştır yoksa Faust'u yazamazdı. Ve daha pek çok şaheseri.


Not 4: İsraf haramdır.

9 Kasım 2015 Pazartesi

AMA ARKADAŞLAR İYİDİR

Ben mi günlük? Ben iyiyim çok şükür. Sarı kız bilmiyorum ki minik buzağıyı sütten kesti mi?  Kuzularla oğlakların cinsel yaşamına dair fikrim de yok, şehir ya zaten burası, inek minek yok hiç. Öküz var bol bol ama mecazi, trafikte falan. Ben sadece B planının adını A planı olarak değiştirdim. Yeni A planını eski A planının üstüne kaydetmiş gibi düşün, undo falan yok yani. Çöpten boşaltılmışları bırak format bile geri getirilir de üzerine kaydetmeye çare yoktur bilirsin di mi günlük? Bilir misin? Plan demişken… Eskiden planlama müdürüydüm ben, 11 sene öncesine kadar. Hem de sıkı bir planlamacıydım, aşırı titizdim, altımda çalışanlar ve hatta tedarikçiler yıpranırdı falan…ironik di mi? Cıvıma!
Eski zaman...bir kumaş alımında ciddi sıkıntı yaşamıştık termin olarak. Her gün boyahaneyi arayıp “şu hala boyanmadı mı bu hala bitmedi mi?” diye baskı yapıyordum bize bakan müşteri temsilcisine. (Gerçekte bu değil ama adı Süleyman olsun mesela) Sonradan onun müdürü anlattı bana. “Lan” dedi “geçen gün Süleyman’ın çekmecesini bi açtım, ilaç dolu. “Ne bunlar?” dedim, antidepresanmış hepsi. Süleyman senle her telefon konuşmasından sonra bi avuç yutuyormuş onlardan.”  Gülmüştük pek çok. Haklıydım ama, o siparişi yükleyene kadar anamdan emdiğim süt burnumdan gelmişti.
Haklıyımdır ben zaten hep…ama haklıyken haksız duruma düşmede de üstüme yoktur. Ama konu bu değil.
Konu yok aslında. Hatırını sorayım dedimdi sade. Sıkıldın mı günlük? “Putlaşma” diye bi yazı yazacaktım aslında ama hiç öyle büyük büyük tahliller-tespitler yapacak kıvamda değilim, tarihsel perspektif falan…cıvık tarafımdan kalktıysam demek!
Seçimler oldu işte burada, daha önceki seçilmiş  daha güçlü seçildi, ben gene oy kullanmadım, seçimden sonra aynı saçma replikler tam gaz devam, üff çok sıkıcı…üstelik konu bu da değil. Konu kalmamış kafada! Blogun tek konusu olmayan ve en cıvık yazısı yayınlanmış olacak…eğer şu yazdıklarımı yayınlarsam.
Dün Twitter’da şöyle bir aforizmaya denk geldim: Hayatının öznesini kaybedince devrik olur tüm cümlelerin.
Büyük üstad, “koskoca” Sezai Karakoç etmiş bu lafı. Lan iyi de özne olmazsa cümle olmaz ki, ayrıca herkes kendi hayatının öznesidir zaten, öznenin kaybolması bir nedir? Üstelik devrik cümle ne alaka, yüklemin sonda olmasıyla ilgili bu, özneyle işi olan bir durum değil ki. Aklı sıra devrikten devrilmeye bağlantı kurmaya çabalıyorsa daha da fena! Yani tam bir laf söyledi bal kabağı durumu ama sırf hazret  böyle bi laf yumurtladı diye bunu Twitter’da paylaşıyor bir milyonun üzerinde takipçisi olan bir hesap. İşin boktan kısmı o milyonun içinde ben de varım! E arada güzel şeyler de çıkıyor ama napiim, bakıyorum işte bazen. Bu beni kötü biri yapar mı?
Demem o ki, gayet meşhuuur bir cümle üreticisi (yazar) böyle bir saçmalığı üretip bir de piyasaya sürebiliyorsa…benim hayli saçmalama hakkım var demektir yani, kullanıyorum ben de.
Sonra işte Instagram’a her gün bir foto yüklemeye başladım. Stoktan kullanım hep. Bitince emekli olurum herhalde ama 1 yıldan fazla idare eder beni eldeki stok. (2 yıldan da fazla) Takip ediyorlar ben de onları takip ederim ümidiyle, bekliyorlar biraz, ümidi kesince takip etmekten vazgeçiyorlar. Beni tutup tutup bırakarak duygularımla oynayıp duruyolar, pazardaki seçilmeyen domates gibiyim:p  Şimdi sen “e sen de takip et o zaman” diceksin belki ama… Etmiyom yaa ne etçem! Bazen ediyom ama, canım isterse. Çok fazla fotoğraf yükleyenleri de ben çıkarıyorum takipten. (Başkasına laf edip kendi yapan insan modeli) Saçma sapan fotoğraflara like yapmaktan da yorgunum be günlük, beni anlıyor musun? Elime mi yapışır like’layayım da sevinsin garip, parayla değil ya like di mi? Bi de şu yukarıdaki aforizmaya benzer laf ebelikleriyle dolu her yer, okurdan çok yazar var memlekette anasını satiim, herkesin elinde bi mikrofon! Bu okumanın adı da değişti zaten son zamanlarda, “okuma yapmak” diyorlar. Biri g.tünden uydurdu böyle bi laf, okumuyor artık insanlar okuma yapıyorlar! Ha bi de “ne okuyosun? “ demezler mi adama? Okumanın kendisi putlaştırılmış durumda, (bunu da “putlaşma” yazısında örnek diye yazacaktım) oku da ne okursan oku! Olmaz ki ama böyle, olmamalı yani. Tamam faşist değilim ama nitelik de mühimdir yahu! Şu Tuna Kiremitçi’yle başladı herhalde bu furya, (emin değilim) böyle hüzünlü müzünlü yazılar çok para ediyor şu günler. Şu tiyatrocuların böyle buğulu buğulu okuyunca hangi şiiri okurlarsa okusunlar hüzünlü olması (zannedilmesi) gibi, her şiiri de aynı ses tonuyla okurlar, anlamadan-hissetmeden-içine girmeden okurlar, böyle fabrikasyon bi hüzün olur ya hani…onun gibi işte.  Samimi ve gerçek ile hiç de öyle olmayanın bir arada sunulması söz konusu yani şu sıralar ki büyük çoğunluk “öyle olmayan”lardan müteşekkil. Olan da o iyilere oluyor, arada kaynıyorlar çünkü. Demirle altını ayırt edemeyen dimağlar hepsini aynı tenekenin içine atıveriyor. Tüketiyoruz, tüketirken de tükeniyoruz. (Al sana aforizma, uydurduğum yerimin üzerinde oturuyorum şu an.) Şu Leyla’yla Mecnun dizisini denk gelmeler hariç düzgün izlemişliğim yok hiç ama yapılan alıntılar sayesinde izlemiş kadar oldum. Kimse kusura bakmasın, bi tane de okkalı repliğe denk gelmişliğim yok, hep şişirme. Ayılıp bayıldığınız nedir bi anlasam? Ramiz Dayı’nın aforizmalarıysa rezilliğin son perdesi, vıcık vıcık ve kof bir arabesk böyle. Daha neler neler neler be günlük...Oha çok eleştirel oldum lan! Dur güzel bişi söyliyim bari, Ramiz Dayı demişken, Tabutta Rövaşata ne süper bir filmdi! Tuncel Kurtiz çok güzel oynar onda, Ahmet Uğurlu döktürür falan, senaryo desen 10 numara, şu yukarıdaki muhteşem repliği de hediye etmiştir bize…yapsanıza böyle şeyler, nedir bu hüzünlü görünümlü salkım saçak metinler! Geçen ablamlarda bi diziye denk geldim, kadın ölüm döşeğinde, öldü ölecek, ölmeden önce de büyük gizli gerçeği açıklayacak…lafı öyle bir geveliyor ki ağzında, 10 dakika geçti “gerçeği söylicem” dedikten sonra, hala söylemedi. Be kadın söyle daa, ölecen hiçbir şey söyleyemeden, dizinin 10 dakikasını doldurmak için bu kadar da kastırılmaz ki! Sonra da reklam girdi zaten. Aman neyse bana ne, izleyeni düşünsün di mi? Ama izliyordum ben o sırada, içim şişti valla!  Muhteşem Yüzyıl'ın da Kösem Sultan'ı çıkmış. Osmanlı tarihi iki hikayeden ibaret zaten anasını satiim, bi Hürrem bi de Kösem Sultan, yıllardır anlata anlata bitiremediler. Kabızlar! Amaan bana ne, hayırlısı hayırlısı.
Neyse ben çıkayım artık günlük, bankaya gitçem daha. Görüşürüz.

7 Kasım 2015 Cumartesi

BİR RUBAİ

“Öptü beni : “Bunlar, kainat gibi gerçek dudaklardır,” dedi.
“Bu ıtır senin icadın değil, saçlarımdan uçan bahardır,” dedi.
“İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde :
körler onları görmese de, yıldızlar vardır.”  dedi.”

Bir Nazım Hikmet rubaisi. Öteden beri sevmişimdir. Geçen gün söz konusu oldu, aklıma düştü, beni düşünmeye sevk etti.

Lalettayin yazılmış görünümlü bu dörtlükte ince işçilik var. Kelime seçimleri adeta bir dehanın ürünü.. Neticede bir şeyler anlatma ihtiyacı doğurdu bu rubai bende, diyeceklerimi bir Haşim şiiri üzerinden de diyebilirdim ama Nazım Hikmet üzerinden söylemek çok daha işlevsel. Önce müzikten sonra anlamdan bahsedeceğim.

MÜZİK:
Malumdur, “ölçü de neymiş, şiiri kalıplara sokan, özgürlükten mahrum bırakan feodal bir adettir bu.  Kafiye de öyle, ucuz feodal işler bunlar. Şiir serbest olmalıdır.”şeklindeki moda görüş hayli zamandır baskın.
Şiirin serbest olması ile gelişigüzel olması arasındaki farkı kavrayamayan bu zihniyet bu hesapla şiirle düz yazı arasındaki farklı açıklayamaz. Düz yazının da çarpıcı, etkili olması söz konusudur, mümkündür ama şiir başka bir şeydir. Neydir?

Çok basit. Şiirin müziği vardır. Vakt-i zamanında akıllı birileri boş toprak testilere vura vura ölçü diye bişi icat etmiş, bir şablon. Bu şablona uyulduğunda metin otomatik olarak ahenk kazanıyor. Bi çeşit kolaylık yani. Nitekim Attila İlhan “ölçülü şiir yazmak kolaydır çünkü önünüzde size yol gösteren bir şablon vardır. Asıl zor olan serbest yazmaktır çünkü serbest şiir yazarken her seferinde yeni bir ölçü icat etmek zorundasınızdır.” der.

Ahengin ölçü ve kafiyeden ibaret olduğunu zanneden bir kafa da vardır, yanlıştır. Başka pek çok şey vardır ahengi belirleyen-etkileyen. Müzikten bahsediyorsak eğer, şiirin ses birimi hecedir. (Anlam birimi kelime) Hecelerin ses özellikleri ve sıralanış şekillerini notaların arka arkaya dizilip senfoniyi oluşturması gibi düşünmek mümkün. Bununla beraber cümlelerin uzunluk-kısalığı ve birbirleri ardına diziliş şekilleri de ahengi çok etkiler. Çok! Redif, ses yinelemeleri vs. daha pek çok şey ahengi etkiler-belirler, oldukça karmaşık bir iştir bu bakışla ahenk. Meraklısı şu kitabı okuyarak kafasını karıştırabilir, üniversitedeyken okumuştum. Öööğ gelmişti artık detaylardan ama faydalı bir eserdir:
http://www.idefix.com/kitap/siir-dili-ve-turk-siir-dili-dogan-aksan/tanim.asp?sid=PVJHXDZNSD2DYOLG5PYT
Bu konuda Mehmet Kaplan’ın şu kitapları da çok iyidir:
http://www.idefix.com/kitap/siir-tahlilleri-2-cumhuriyet-devri-turk-siiri-mehmet-kaplan/tanim.asp?sid=IIWETH3EOI6I77BSRN8V&gclid=CLvVlMCn_sgCFePnwgodsVEFjA


Nazım Hikmet’in Türk şiirine getirdiği güzellik ritimdir. Bu kısa rubai de hem ritim hem melodi  bakımından şaheser bir örnektir. Adamın ölçü kullanmadan elde ettiği müziğin muhteşemliği fark edildiğinde sadece anlamdan ibaret metinlerin aslında şiir falan olmadığı çok kolay anlaşılır. Ama dediğim gibi…bunun için bu rubaideki üst düzey müziği  duyabiliyor olmak gerek.

Nazım Hikmet ölçü kullanmadığı için “yeni” sayılıyor. Özellikle Garip Akımı’ndan sonra “aslolan”mış gibi orta yere kurulan “çağdaş” şiirin temsilcisi sayılıyor. Değil!

Eski zamanlar... Çok solcu bi kız vardı. Şiiri de çok sevdiğini söylüyordu, Nazım Hikmet’in de baş hayranıydı falan. O bilindik cümlelerle Divan Edebiyatı’nın feodal zümrelerin köhnemiş bişileri falan olduğunu anlatıp duruyor, doğru örnek olarak da Nazım Hikmet’i ballandırıyordu. Bi gün şöyle bir konuşma geçti aramızda:
Ben: “Akrep gibisin kardeşim” şiirini bilir misin?
O : E herhalde yani, bayılırım.
Ben: Orada “hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balık” der, doğru mudur?
O : Evet.
Ben : “Neden ‘hani’ diyor orada? ‘Hani’ dediğine göre bilinen bir balıktan bahsediyor olmalı. Bir gönderme var. Neden bahsettiğini biliyor musun?”
O : Haklısın, ama bilmiyorum neden bahsettiğini.
Ben : Hayali’nin “cihan ara cihan içindedir arayı bilmezler, ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler." beytine gönderme yapıyor orada Nazım. Sen bilmiyorsun ama Nazım Divan Edebiyatı bilirdi..
O : ……
Samimi bir şekilde şok oldu, şok olduğunu da gizlemedi. Hak da verdi bana, öğrenmeye açık biri olduğu için ufku genişlemiş oldu az da olsa.
Başka örnekleri de var.
“Dost bivefa, felek birahm, devran bisükun,
Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, tali zebun.”
Bu Fuzuli’ydi.
Bu da Nazım Hikmet:
“Deeeert çok, hemdert yok.
Yüreklerin kulakları sağır.
Hava kurşun gibi ağır.”

Netice-i kelam. Nazım Hikmet özlü şairdir. Müzikten de çok iyi anlar. Onu müzikten bihaber yenilerin yanına koymak çok büyük haksızlık olur. O, müziği bilen eskilerin devamıdır. Ve kendisinin bir “devam” olduğunun çok farkındadır. Kraldan çok kralcı hayranlarının bunun ayrıtında olamayışı…önemsizdir.

Müzikle ilgili bi iki bişi daha… şiirin içindeki müziği süzebilen insan sayısı oran olarak her geçen gün azaldığı için bu işin artık ne alıcısı ne satıcısı kaldı. Okur olsa bile farkında olamayacağı için müzik aramıyor, bu müziği dizayn edebilecek kabiliyette şair de ya yok, ya perakende. Bir kültür öldü. Şiirden önce şiirin müziği öldü, şiir de müziği öldüğü için öldü zaten.
Peki bunca şiirsever, şair ne yazıyor-okuyor? Bütün çarpıcılığını anlam üzerinden kazanmaya çalışan metinler üretiliyor artık sadece. O çarpıcılık da çoğu zaman sıfat tamlamalarına boğulmuş metinlerdeki bir şartlı refleks duygulandırmadan ya da bir kelime oyunundan ibaret. O yere göğe sığdırılamayan Cemal Süreyya, Can Yücel benzeri pek çok şair de bu dediklerime dahil. Arada güzel bir iki bişi söylemişler ama müzik yok, şiir yok! Tumturaklı lafla şiirin birbirine karıştırıldığı, tumturaklı lafın şiir zannedildiği yoksulluk yıllarındayız.

ANLAM:
Rubaiyi tekrar yazasım var:
“Öptü beni : “Bunlar, kainat gibi gerçek dudaklardır,” dedi.
“Bu ıtır senin icadın değil, saçlarımdan uçan bahardır,” dedi.
“İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde :
körler onları görmese de, yıldızlar vardır.”  dedi.”

Seçilen kelimelere dikkat edilirse var olma halinden bahsediliyor ısrarla. Soyuttan somuta doğru bir anlatım, soyutu adeta somut gibi algılatmayı başaran bir ifade.
Necip Fazıl da çok iyi becerir bu soyutu somut gibi algılatma işini, canlı-orijinal benzetmeleriyle benzersiz bir şairdir. Örnek:
“Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence. “
Fikir çilesi gibi soyut bir şeyi anlatırken seçtiği kelimelere dikkat isterim…Muhteşem!

Çok tanrılı zamanların paganist bakışında “gökyüzünde ne varsa yerde onun karşılığı vardır.” inancı vardır. Kainatı gözleye gözleye bu sonuca varmışlar. Astroloji vs. o sebepten bu kadar eski ve her yerde kendini gösteren bir şeydir. İnsanın doğayı en temel algılayışıdır bu.
Tuhaf bir şekilde bilimsel karşılığı da var bunun. Uzaydaki sistemlerle atomun sistemi bire bir aynı. Birbiri etrafında dönen kütleler, kendi aralarında büyük boşluklar, yörüngeler, dönmek, spiral vs. Makro sistemle mikro sistem aynı kafada. Nasa’nın uzayda aradığı ile Cern’in atomda aradığı aynı şeydir belki de…
Tasavvufta da bu motifler yoğun olarak mevcuttur.

Varlık, var olma, hayat, doğum, cinsel birleşme. Bin yıllardır birbiri içinde algılanan kavramlardır bunlar... Pagan kültüründe de, İslam’da da tasavvufta da yüceltilen kavramlardır. Fakat pagan kafası bu kavramları doğrudan tanrı olarak nitelemiş iken İslam “Allah’tan gelenler” şeklinde doğru yerine oturtmuştur bu kavramları. Pagan için amaç ike İslam doğru şekilde sadece araç olduklarını ifade etmiştir. Denizin içindeki denizi bilmeyen balıktır pagan, İslam denizi bilir. İslam’ın putu sevmeyişi, ruhbanlığa karşı oluşu doğrudan eski yanılgılara bir reddiyedir.

“Kainat gibi gerçek dudaklar” ifadesini böyle okumak gerek. Rubaide örtülü bir erotizm var. “Öptü beni” diye başlıyor zaten. Bu erotizm, doğum, hayat, var olma kavramlarının başlangıç noktasıdır.

Koku soyutla somut arasında muhteşem bir köprüdür ve ayrıca çok etkili bir şeydir hem maddi hem ruhsal olarak. İkinci dize tamamen kokuya ayrılmış. Itırın kokusu için “senin icadın değil” derken “sen bunu kafanda yaratmadın yani soyut bir algıdan-fikirden ibaret bir şey değil bu koku… saçlarımdan geliyor ve saçlarım kadar somut-gerçek bir şey bu koku” diyor.
Henüz ana rahmine düşmemiş bir çocuğu “soyut” yahut “yok” diye tarif edersek o soyutun-yokun somut bir bebeğe dönüşmesi sürecinin, var olma sürecinin erotizmle ilgisi kendini çok belli eder.
“Dehr” diye bir kelime var. Tasavvufi  bir kelime.. Anlaşılması zor bir kelimedir. Farklı farklı manalarda kullanılıyormuş gibi görünür ama aslında hep aynı anlamdadır.  Günlük Türkçe’de karşılığı yoktur. “Olan bütün zamanların tümü” demek aslında. Bu haliyle sadece Tasavvufi değil aynı zamanda kuantum fiziğini de doğrudan ilgilendiren bir kelime. “Dünya” manasında da kullanılır ama kasıt farklıdır aslında. “Doğmak, dünyaya gelmek” demezler de mesela “dehre gelmek” derler. Orada dehre gelmekten kastedilen içinde bulunduğumuz insani zaman boyutuna gelmektir. Pek çok zamanın içindeki bir zamana düşmek, dünyaya düşmek. Ruh olarak yaratılmış olmaktır asıl kastedilen.  Ruhların biz doğmadan yaratıldığı ve ölümden sonra bir hayat olduğu göz önüne alınırsa daha iyi anlaşılır. Örnek, Ziya paşa’nın şu muhteşem beyti:
“Azade-ser olurdum asib-i derd ü gamdan
Ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı”

Hah işte, bu dehre gelme halini, yaratılma hali, doğup bu dünyaya gelme hali, yoktan var olma hali, yahut varlığın farklı bir şekilde tecelli etmesi şeklinde algıladığımız anda mesele anlaşılmıştır. Koku gibi var mı yok mu belli değil (bellidir aslında, somut partiküller söz konusu ama göz göremiyor. “Göz göremiyorsa yoktur” kafası vardır insanda. Koku var mı yok mu kafası karışır insanın) bir şeyden bahsetmese olmazdı…. Koku yokluktan varlığa bir köprü gibi, önce yok sonra var bir şey ve kaynağı ıtır falan değil saçlar…erotik işler. Itır gibi güzel koktuğuna göre de güzel bir şey olmalı bu “var olma”.

“İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde, körler onları görmese de yıldızlar vardır” dizesi için artık bir şey söylemeye gerek bile yok. Gökyüzünde ne varsa yerde karşılığı vardır, türküdeki “kainatın aynasıyım madem ki ben bir insanım” sözü de gelişigüzel söylenmiş bir söz değil. İnsan tüm “var”ın içinde var olan bir “var”dır, müstakil değildir, bağlıdır. Bu müstakil ile bütün, parça ile bütün arasındaki ilişkiyi anlatmaya başlarsam aşkı anlatmış olurum…ama konumuz aşk değil.

Rubaide tek bir tane bile sıfat tamlaması olmayışına da dikkat etmek gerek.
Eskiden de vardı artık iyice boku çıktı bu sıfat tamlaması işinin. Adam “gece” yazamıyor mesela tek başına, illa “uzun gece”, “uzun karanlık gece” diye betimleyecek. Hastalık gibi bir şey bu! Efil efil esen rüzgarlar, soğuk yalnızlıklar, hüzünlü bakışlar vs. cirit atıyor tüm metinlerde. Bu yoğun sıfat kullanımından elde edilmeye çalışılan şey şartlı refleks bir duygulanmadır. Adam sanıyor ki gecenin uzunluğunu belirtirse duygulanacam birden gece uzun diye! “Gece”yi tek başına kullanmaya g.tü yemiyor…Sonuna kadar okumak niyetiyle başladığım pek çok metni bu sıfat tamlamalarından ötürü yarıda hatta başta bırakıyorum, midem kaldırmıyor! Tek sebep bu değil tabi, minnacık fikir için sayfalarca yazılan keçiboynuzu türünden metinleri okumak…zaman kaybı!
Toksindir sıfat. Çok fazla kullanılırsa metni zehirler, okunmaz hale getirir. Her yeri eşya dolu aşırı süslü bir ev gibi düşünün. Pavyon gibi rengarenk ışıklandırılmış falan. Oturması sıkıntı verir insana o ev. Sadelik, yalınlık, zarafet…güzel şeylerdir bunlar. Özlüdürler, yorucu değildirler bilakis ferahlatıcıdırlar. Japonlar’a sormak lazım özellikle bunu, en iyi onlar biliyor bunu. (Gerçi onlar da bozuldu artık nispeten.)

Netice itibariyle Nazım Hikmet hiç sıfat tamlaması kullanmadan, pırıl pırıl, muhteşem kelime seçimleri ile soyutu somutlaştırmayı başarmış muhteşem bir rubai hediye etmiş bize. Kendi adıma müteşekkirim.

Öne Çıkan Yayın

ÇOK GÜZELSİN GİTME DUR NOKTASI

Şahsi tarihimizin tekerrür ede ede gözümüze sokmaya çalıştığı toplamda sadece tek bir şey vardır belki de: O aslında öyle değil. Taz...